Tavuk Çobanlığı Namına Dalyan'a Doğru Bir Doğa Yolculuğu

Tavuk Çobanlığı Namına Dalyan’a Doğru Bir Doğa Yolculuğu

Dalyan Günlükleri ~ Cevelan Başlıyor

Dört kafadar, hıncahınç yüklü bir Qashqai ile sabahın erken saatinde Babaeski kasabasından kopup Likyalıların kalbine, şehr-i Muğla’nın Dalyan köyüne doğru yola çıktık... 

gEZENTİ bİSİKLET ~ E-2023/005

Esinti Tarihi: Çarşamba, 11.01.2023 

Rotamız Çanakkale üzerinden İzmir, Aydın, Muğla, Gökova, Köyceğiz, Ortaca, Dalyan... Toplam mesafe yaklaşık 900 km. 

İlk etapta hedefimiz Havsa’ya kadar gidip kavşaktan Çanakkale tabelasını takip ederek Keşan’a ulaşmak ve Koru Dağlarından aşağı salınarak muhteşem Saros Körfezi’ne, bizim eve uğrayıp ‘ne var ne yok’ diye yoklama çeken gözlerle bakmak, bir de (niyeyse acaba?!) ufak tefek eksik parçalarımızı alıp otomobilin ağzına kadar dolu olan bagajında kalan boşlukları doldurmak... 

Böyle zırt pırt durursak biz ancak sabaha varacağız... Manzara bu şekil yani. Zaten havada yağış var. Yola çıktığımız andan beri çiseliyor yağmur. Birader de sık sık oralardan havadisle iklim mesajı atıyor, Dalyan’da dehşet sağanak indi diye. Neyse, yolculuk şimdilik keyifli, kuşlar kucağımda sıhhat, mizaç yerinde. 

            

Gelibolu’ya gelince Çanakkale Köprüsü’nden geçmek yerine feribot kuyruğunun sonunu yakalıyor gemiye hopluyoruz. Biz biner binmez kalkıyor gemi.

[📷 Bu kafadarların üçlüsü, Gelibolu-Lapseki Feribotta, (Ocak 2023).] 

[📷 Bu da çocukluk arkadaşım Cucu, Gelibolu-Lapseki Feribotta, (Ocak 2023).] 

[📷 Bir de köprüye karşı çekeyim kardeşimi, bakmayın o sert bakışlara, o sert kabuğun içinde yumuşacık bir yüreği vardır Cucu’mun (Ocak 2023).]

Kıyıya yaklaşıyoruz galiba. Martı bu işin habercisi. “Hadi len arabanıza binin!” der gibi çığlık atıyor... 

Gelibolu’dan sonra. Japon gülü bir arabada saatte 110 kilometreyle şehirlerarası çevreyolunda gidiyoruz. Arkada Madam Emel, sanki kendisiyle ilgili bir belgesel çekiliyormuş gibi havalı ve rahat, kafasında yamuk duran kara bir gözlükle üstüne abandığı cep telefonunda kendini kaptırmış oyun oynuyor. Daha doğrusu parmakları araba sileceği gibi gelip gidiyor ekranın yüzünde. Çarli, uyku moduna girmiş dişlerinin arasından tıslıyor. Ben, Limon ile Albus’un cıvıltılarını minimizasyon operasyonunda pusuya yatmış kafese evir-çevir yön vermekle meşgulüm. Diyorum, “Eğer biraz daha bağırırsanız, Cucu amcanız fırlatıp atacak sizi camdan dışarı.😊 

Direksiyonda göbekli Siyami Bey var. Siyami Bey tek gözüyle dikiz aynasından baktığında arka camın tıka basa görüntüyü kapattığını fark edince yan aynaları kullanmaya çabalıyor diğer gözüyle de yolu seyrediyor. Bir yandan da ortaya karışık havadan sudan muhabbet ediyoruz. Gidiyoruz... Gidiyoruz... Oysa bir gün önce yan gelip yatıyorduk. 

Bir önceki gün gece vakti üstü başı düzgün sarhoşun biri, elinde bir bira kutusu taksiciye bağırıyordu: “Almıyor musun yani sen şimdi beni taksiye?!” Almaz kardeşim, elinde içki niye alsın, gelenekçi özgürlük var artık... Bir de sarhoşla mı uğraşacak gece gece?! Cık-cık-cık... 

Hava zifirî bulutlardan kararmak üzere. Aslında bu Dalyan serüveni günlüğünde yola çıktığımız ilk günümüz diye, X ile Y, bayramda öpüşen gelin-görümce misali zorlama barışmışlar. Bizim tepemizde ise güneye inmenin şevketli heyecanı. Memleket seçimlere gidiyormuş. Hah!!! Siyasi konuları hiç çekecek durumda değilim. Siyasetçilerin dansöz gibi kıvırmalarını. Halka popülist politikaları dayatmalarını. Dolayısıyla tartışmalardan uzak duruyor, kimselerin değirmenine su taşımıyor, epeydir kimselerin üzerine varmıyorum. Yüzeysel bir ateşkes bütün sessiz gerilimine rağmen işime geliyor, eşelemiyorum. Muhtemelen bir daha bu olan biteni görmeyeceğim. Bütün hayatım boyunca kayıptılar zaten. Umurumda değil. 

Bütün hafta boyunca Dalyan’a doğaya gidiş mühimmatı topladım. İnternette gezindim durdum, Netflix ve Disney+ platformlarında dizi izledim, seçtiğim filmlere takıldım. Bir de blog düzenlemelerine devam ettim. İsteksiz davransam da arada sırada gözüm kayıyordu haber-tartışma programlarına, memlekette ne oluyor diye. 

Nihayet yine dört teker üstünde ıslak asfaltın kokusuyla yol aldığımız çevreyolunda hepimiz kendimizi jölelenmiş sıkıntılardan kurtarıp niyeyse bir hırsla kerelerce dile getirdiğimiz “Her gece çok ama çok içmek lazım” deyişine takıldık. 

Yıllar önce Babaeskili sarhoş abinin taksici kardeş tarafından reddedilmesine benzer bir hikâyeye şahit olmuştum gençliğimin Londra yıllarında. Disko dönüşüydü. Önümüzden çıkan gençler ben ve kız arkadaşımdan önce davranmış durdurduğumuz taksiye bodoslama atlama yarışına giriştiler. Ellerinde gizledikleri içki şişeleriyle. O yıllar okyanusun diğer tarafında geride bıraktığım memleketimde içki sır gibi saklanırdı. Bazen gazete kâğıdına sarılı, bazen bir kesekağıdı içine. O yıllar doğru dürüst poşet salgını yok. Eğer bakkal emmi koyarsa şişeleri bir kara renkli naylon poşete şanslıydın. Zaten bakkalın en zula yerlerine istiflenirdi içkiler. Genç kafayla gittiğinde zaman dururdu adeta. Tanıdıksa şişeyi kapardın, yabancıysa uzun hava nutuk yerdin. Çevrede sakallı sakalsız yaşlılar gördüğünde gazeteye sarılmış nesneyi, başlardı “cık cık” yapmaya. Biz de kendi üslubumuzca pasif agresif tepkimizi gösterirdik hem anti-içkici hem de muhafazakâr tüketici kitlesine. Taksi geldi. Biz iki sevgili şaşkın, ilk hamleyi yaptı zibidiler ama birinin elde tuttuğu torba dizine çarpıp biralar dışarı fırlayınca, taksici CORONA virüsü tespit etmiş vazifeşinas Çinli postacı gibi sarsıldı: “İçki! İçki! Hayır hayır! Binemezsiniz!” Saygısız delikanlının bir bacağı arabanın içinde, çıkarmıyor. Herife bakıyor. Belli ki kafasının içinde Aydın efelerinin kılıç kalkan ekibi dönüp duruyor, duyuyorduk seslerini. İşte o zaman bağırdı: “Almıyor musun yani sen şimdi bizi taksiye ?!” 

İngiliz şoför delirmiş gibi bağırıyor: “İçki! İçki!”

Gençlerden diğeri arkadaşına lojistik destek verircesine şüpheli derecede yumuşak bir sesle katılıyor senfoniye: “Demek almıyorsun! Ha demek öyle!” dedi ve... Şak diye açtı biralardan birini, boşalttı arka koltuğa. 

Ben ve kız arkadaşım bu olan biteni sessizce izlerken adam bastı gaza, hemen hemen bizim yaşlardaki genç yere yuvarlandı. Diğer üçü ise tam birer şaşkın şaşkaloz. Şaşkınlıktan seslerini kesmişler. Sonra patlatıyorlar kahkahayı.  Düşen çocuk arkadaşlarına inat oturdu yere, bir şeyi yok belli ki, o da gülmekten konuşamıyor: “Ama nasıl yaptım!.. Ama nasıl...” Elindeki birayı sallıyor havada: “Artık arabaya güzel bir gusül abdesti aldırtır!” 

Tabi öyle dememişti. Ben uydurdum. Ama buna benzer bir şeyler evelemiş gevelemişti. 

Biz de gülmeye başlamıştık. Öyle güldük yolun ortasında, dünyada bizden başkası yokmuş gibi. 

Nihayet yeterince günahkâr bir hayat tarzımız var. Bir araya geldiğimizde ne Trakya’nın dibi kalır ne Dalyan’ın! 

“İşte ben gidiyorum Hayrettin ağabeyimin oraya. Gelir, bana tavuk çobanlığında eşlik etmek isterseniz hay hay götürürüm sizi de. Kalırız doğada. Bol kepçe limon, portakal yer, kafaları çekeriz her gece.” 

Hiç. Bana mısın demediler.

Yok yani, hepimiz gitsek başka olur tabii.

Bir bekleyenimiz mi var? Beni bekleyen yok vallahi. Beni bekleyecek olanlar zaten yanımda. Sen de dayanabilirsen hasretliğe, hoş geldin kanatlı bekçiliğine... 

“Nasıl bir yer orası?”

“Hele bir yola çıkalım, yolda anlatırım.”

Yola çıkanların, kalanlar üzerindeki iktidarını kullandım.

Bazen yoruldum. İzmir yolu çok gergin geçti. Git git bir türlü bitmedi. Trafik yüzünden. Akşam karanlığı bastı. Sustuk. Susuldu. Sonra nelerden bahsettik: hiç aklımda kalmamış. Ben sarhoş olmak istiyordum, Cucu hakeza, Emel ile Çarli desen gelgitli, bir tuhaf. Bir an evvel varmak istiyoruz artık. Yağmur, sağanak, iş çığırından çıktı. On iki saatin üzerinde sürdü yolculuğumuz. İlk defa bu kadar uzun bir yol serüveni yani. Hepimiz yorgunduk ama en fazla Cucu. Bütün gün direksiyon salladı kardeşim. O bir şişe rakıyı tek başına hak etti. 

Sağ salim vardık Dalyan’a.

Kucaklaştık beklemekten kapıda ağaç olmuş Hayrettin ağabeyim ve otuz dokuz yıllık UK patentli eşi Sharon ile.

Ve başladık ilk yağmurlu gecenin viskozitesi yüksek horultulu konaklamamıza.

Bakalım başımızdan daha neler geçecek? Merak edersen buyur dostlar soframıza... Şerefinize... 

Doğa Deyip Geçmemeli 

Doğa herkese, özellikle acı çekenlere mutluluk sunmaya hazırdır her zaman. Yeter ki, benliğimizin kafesinden, her bir yanı kapalı o daracık, o kapkaranlık kafesten çıkabilelim. Derin bir nefes alıp çevremize şöyle bir bakabilelim. Kör olmayalım, sağır olmayalım doğaya. 

Sanki bir limandan ötekine yönelecek gibiydik. Örneğin Dalyan’a gidiyoruz diye bineceğiz aracımıza. Derken oradan bir haber alıp, İpsala’dan çıkıp Dedeağaç’a doğru yol alacağız. Atina’dan Hamburg’a gidecek, Bremen’den Hallstat’a, Roma’dan Zürih’e Dublin’den San Francisco’ya, Niagara’dan Vancouver’a Miami’den Havana’ya, Rio’dan Montevideo’ya Buenos Aires’ten Santiago’ya vb. Kim bilir belki Sibirya treniyle de Moğolistan ile Çin’e, Tokyo’dan Filipinler’e, Sidney’den Yeni Zelanda’ya... 

Böylece, hiç görmediğimiz yerleri göreceğiz, aylarca dolanacağız dünyanın lebiderya topraklarında. Eskimo düşü gibi, umarız bu macera düşü de gerçekleşir belki bir gün. 

Bir sonraki esintide görüşmek üzere...

Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,

Gezenti Bisiklet    

***…*** 

(*) Önceki Makale: Buluşma

(*) Sonraki Makale: Limon Kokulu Yeni Başlangıçlar 

***…*** 

[ÖNCEKİ] << [ESİNTİLER] >> [SONRAKİ] 

>>> [iÇERİKdİZİNİ] 

***…***