KAN DAMLALARI
Dolmakalem, mürekkep, mürekkep silgisi, bir tomar teksir kâğıt, kavrulmuş
pirinç, şehriye ve soğan, anason, rakı, yosun, deniz, iyot, rendelenmiş
sarımsak, pişmekte olan kuru fasulye, cacık, ayran, midye, mürekkep balığı,
istiridye, arap sabunu, şampuan, hacı şakir, kuru boya, sulu boya, pastel boya,
yağlı boya, makine yağı, tezek, gübre, parfüm, çürük diş, kan, gül, leylak, zambak,
lavanta, haşlanmış yumurta, ızgara et ve balık, odun, kömür, barut, beden, saç,
ayak, çorap, taze yıkanmış fanila, giymekten beter olmuş ceket. Koku dünyasının
asla tükenmeyen nesneleri. Koka koka hafızalarda nüfus kurmuş, ikamet etmiş,
muhtar kayıtlı izlenimleriyle var olurlar. Yeter ki iyi koku almayı beceri
hanesine kaydetmiş olan bir burnun olsun. Maya kalbinde değil kaleminde olacak;
ama kurşunlu, ama mürekkepli. Gördüğünü, hayal ettiğini nasıl saklarsan
avucunun içinde koku almayı da öyle başaracaksın. Burnun tanıyacak her farklı kokuyu.
Takılacak peşine. Beyninin içinde saklı düğümleri çözmek için.
Öykü saf mürekkeple yazılır ama dolmakalemin doğru bir şekilde
doldurulmuş olursa. Geçmişte kalan kokulara değil, taze, sarsıcı kokusu olan
yenilere yönelmelisin. Programda olmasa bile kendi programını yeniden, her
seferinde yeniden dolaşıma sokmalısın. Kokular sessizdir. Sana cevap vermez.
Konuşmaz. Ara, bul beni der gibi saklanır bir köşeye. Bir umut, bir dil
bilgisi, bir muziplik.
Tamam, mavi mürekkebin kokusunu iyice çek içine. Bahçedeki güller, kitaplığındaki
bir demet kır çiçeği kokusu kadar kesin hisset o kokuyu içinde. İşte bu yazacağın
öykünün birinci paragrafına benden sana kopya. Sen sen ol, sakın ikinci şahıs
kullanmayı unutma. Giriş paragrafı. Birkaç sözcükle yaz ve bana gönder. Hikâyende
yer seçimini sen belirle, başkasına bırakma. Bana kalırsa, fahişeler, alkol,
kokain ve tütünden söz etmelisin. Ama ben seni niye etkiliyorum ki? Bakma bana
sen. Bana ne! Hikâye senin, olduğu gibi senin olmalı. Yazacağın öykünün
hikâyesi doğal olarak senin kaleminden çıkmalı, benden değil, bununla beraber
eğer hikâye benim olsaydı kesinlikle ben böyle şeyler yazardım. Anadolu’nun kan
ve gözyaşı döken anaları da yazmaya başlaman için yeterli bir nedendir. Geçen
gün birlikte gittiğimiz galerideki hüzünlü portreler seni kıskaca almasın,
neticede onlar da bir ressamın eline yakışan fırçasından çıkmış öyküler değil
midir? O yüzler ki, bir fırça, bir tutam yağlı boya ve el emeğinden geçmiş.
Unutma! Bir tablo, eğer ona itimat aşılayabilirsen anlamlıdır.
Uyanıyorsun ve hiç tanımadığın ama sanki daha önce bir yerde
karşılaştığın, bir yerden hatırladığını sandığın bir Anadolu kadını
kitaplığının üzerine kanını akıtıyor, gözyaşlarından gelen kırmızı
damlacıklarla. Birbirine girmiş çarşafa dolanmış bir haldesin, hâlâ sıkılmış
bedenlerin suyu çıkartılmış gibi bir halin var, çalışma masanın yanındaki
kitaplığın üzerindeki içi karışık kır çiçeği dolu kırmızı vazoya bakıyorsun.
Üzeri kana bulanmış çiçekleri antika bir kolyeye benzetiyorsun. Koynunda bir
başka adamın karısı. Senin kanlı vazoyu seyretmeni seyrediyor. Çenesini
kilitlemiş, sessiz; pembe dilini yutmuşçasına. Ani hareketle üstüne doğru
yuvarlanıyor. Kanlı vazoyu gösteriyorsun ona. Kahverengi gözleri her şeyi
normal görüyor. Nasıl olsa böyle şeyler hep oluyor, diyor. Dili bir karış
dışarıda. Kanla dolup şişiyor karanlık yerlerin. Onunki de öyle. Kızıl Vazo
ağlamayı kesiyor. Kan duruyor. Kadının kirpikleri kapanıyor, sonra koyu renkli
gözleri ve ellerini havaya doğru kaldırıyor, sanki dua etmek istiyor.
Ayağa kalkıyorsun ve kitaplığının üzerindeki kızıl vazodan kan damlıyor.
Vazonun nereden geldiğini merak ediyorsun. Eğer bu bir şaka değilse, geçen ay
terk ettiğin kız arkadaşından olabilir. Kalktığın gibi vazoyu eline alıyor,
hızlıca evirip çeviriyorsun parmaklarının arasında. Vazonun üzerinde bir heykel
resmi var. Bir mana veremiyorsun heykele. Ama kandamlaları o heykelin üstüne de
bulaşmış vaziyette ve her nasılsa elleri yukarıda, sanki dua ediyor. O
şaşkınlıkla aynaya gidip bakıyorsun, gözlerin şişmiş, kaşının üzerinde hafif
bir morluk var. Yok, hafif değil, bayağı bir çürük bu. Besbelli morartmışlar.
En son bir kavgaya karıştığını hatırlıyorsun. Adam neredeyse suratını
dağıtıyordu. Duvarlara çarpıyordu kafanı. Defalarca. Ellerinden zor almışlardı.
Yoksa o beton duvarlarda bir yağsız tablo da senin resmin olabilirdi. Kavgayı
başlatan sen değildin ama sebep olan sendin. Bir hatırla. Kimin karısını yatağa
atıyorsun sen? Hangi koca buna dayanır, bir düşün. Ne vazolar kırılır bunu
yapanın kafasında, bir düşün bakalım. Sen git, gül gibi kızı terk et, kimin
uğruna, kocasından ölümüne dayak yiyeceğin bir şırfıntı uğruna. Eh be kardeşim,
sende kahramanlık egosu mu var, neyin yiğitliği bu. Pis, kompleksli, aşağılık
adam. E, şimdi ne olacak? Kızıl Vazo’dan bir ses mi duydun, öyle mi geldi sana?
Tuhaf, “İntikam” mı dedi o büyük
suskunluğunun ardında. Tuhaf, sen kim intikam almak kim. Senin adın eza ile
aynı, sana ancak ağlamak yakışır. Dikkat et de birileri senden intikam
almasın.
Yatağına geri dönüyorsun, çalışma masanın yanı başında dimdik ayakta
duran kitaplığının üstündeki kızıl vazo gözyaşı dökmeye devam ediyor. Kan
ağlıyor gözleri. Bir zamanlar okulda okuduğun biyoloji dersinde görmüştün insan
vücudunda kaç litre kan bulunur diye. Bu küçük vazonun kaç litre kan akıttığını
bir düşünsene. İnsan bedeninde bulunandan daha fazla. İlk aklına gelen sayı ne?
Beş mi, altı, yedi mi? Hiçbir fikrin yok değil mi? Yakınlaştın mı, uzağında
mısın, bunu bile bilmiyorsun. Ama evli bir kadını yatağa atıp, koynuna almak, onunla
deli gibi sevişmek ve onu baştan çıkarmak yapılabileceklerin en kolayı. Sen
kolay işlerin adamısın, arkadaşım, besbelli. Şimdi çağır bakalım o şırfıntıyı
sana söylesin kaç litre kan bulunur insan vücudunda. Eminsin, o da bilmez bunu.
Ben demiştim, hikâyene, mutlaka ırz kokan bir fahişe, anason kokan bir alkol,
acı kokan bir tütün, uyuşmak için ne koktuğu belirsiz bir kokain eklemelisin.
Kokularla bağlantılı karakterler ve nesneler alabildiğine önemli. Kimseye
sorma, kimse sana bu konuda en asgari fikri vermez. Önemsemez bile. Ama eğer
söylerse emin ol, benim sana söylediklerimi tekrarlar. Hatta yazdığın öyküyü
ikinci şahıs zamiriyle mi yazıyorsun diye de sorar. Sonra da ana karakterin
henüz sigarasını yaktı mı diye de muhtemelen bir ekleme yapar sualine.
Yatağındaki kadını nereye koydun, bundan bahsetmedin ama o artık orada
olmadığına göre kızıl vazonun gözyaşları da diner herhalde. Bardağına döktüğün
rakıyı susuz mideye indiriyorsun. Nasıl, acı mı bari? Şırfıntının kocasına
verdiğin gazap kadar acıtır mı, böyle mi sanıyorsun? Yak bir sigara daha.
Rahatla gitsin. O saatler önce sen duştayken giyinip gitmiş olmalı. Çünkü
pencereden gördüğün kadarıyla bahçe kapısı ağzına kadar açık. Kimse o kapıyı
kapatmadan ne içeri girer, ne dışarı çıkar. Belli ki kadının acelesi varmış.
Kapıyı çekmeden gitmiş. Dök rakıyı. Çek tütünü. Kokaini sürtük tüketmiş,
şanslısın. Sen sigaranın keyfine bak. Hangisi daha zararlı diye düşünecek halin
yok. Kızıl vazo zaten ağlıyor sana. Bardağı dikiyorsun kafaya. Susuz rakıyı bir
dikişte atıyorsun midene. Geğiriyorsun bir gergedan gibi. Kıçın havalanıyor,
osuruyorsun. ‘Oh ne âlâ memleket’ diyorsun. Geviş getirir gibi çiğniyorsun çekmeceden çıkardığın yarı
çiğnemiş çikleti. Belki evine attığın kadın çiğneyip oraya koymuştu. Ağzından
çıkarıyorsun iğrenç bir şey yutmuş gibi. Fırlatıp atıyorsun. Sakız havalandığı
gibi konuyor kan damlayan kızıl vazonun üzerindeki heykelin havaya açtığı
ellerinin arasına. Şansın bilmem nesine istifleyeyim diye savruk bir küfür
sallıyorsun. Sonra da kahkahaya boğuyorsun yatağın üzerinde sertleşmiş
bedenini. Kanın kan gibi tadı var işte. Yalayıp durma. Heykel eğilmiş soruyor,
“Bir
ataş versene kardaş!” İşte tam o anda fark
ediyorsun, sende alkol ve sigaraya büyük bir bağımlılık olduğunu.
Artık görmek istemiyorsun kan gözyaşı döken kızıl vazoyu. Yerinden fırladığın
gibi doğru gidiyorsun, kitaplığının üzerindeki vazoyu kaptığın gibi pencereden
aşağıya sallıyorsun. Tuzla buz oluyor, seramik, heykel ve etrafa dağılan çiçek
ve cam parçaları.
Bana vereceğin bir paragrafı beş paragrafa çıkartmışsın, bravo doğrusu
sana. E, madem hikâyeye böyle başladın böyle de bitirebilirsin tabi. Ama unutma
en kral öyküler ikinci şahıs için yazılan hikâyelerdir. İstersen yatağı ters
bile çevirebilirsin. Kızıl vazonun gözleri önünde içeri aninden baskın yapan
kocayı aşığının çığlıkları arasında öldürebilir hayatta hiç düşünce sınırından
bile geçmediğin kanlı bir cinayeti bile işleyebilirsin. İstersen şırfıntıyı da
orada boğabilir, kendin de ardından intihar edebilirsin. Ama yapma be kardeşim,
yapma, bak hayat güzel, yaşama sevinci her şeyin üstünde, yeter ki kimse
ağlamasın, analar ağlamasın, duvardaki portreler ağlamasın, kızıl vazolar
ağlamasın, yalnız çiçek barındırsın onlar.
En iyisi mi sen beni dinleme, yine de sana doğal gelen bir hikâyeyi yaz,
kardeşim, emi!
Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 04.06.1977
***…***
(*) Önceki Makale: Mükemmel Suzan
(*) Sonraki Makale: İstesem de Bir Kabuğa Sığdıramazlar Beni
>>> [iÇERİKdİZİNİ]