Taca Yuvarlanırken…

Tüm hikâyeler,  denge bozulduğunda başlıyor. Dengeyi bozacak bir sorun, rutinin dışında bir davranış, bir sıra dışı müdahale, bir çığlık, canhıraş bir çığlık, camları zangırdatacak, kimsenin gözüne perde inmiş gibi bakar kör olmayacağı, olamayacağı, dalga dalga titreten bir çığlık belki. Yedi uyuyan ruhları silkeleyecek, çığlık, bir çığlık... 

gEZENTİ bİSİKLET ~ E-2022/005

Esinti Tarihi: Perşembe, 20.01.2022 

Kelvingrove Parkı’nda Kelvin Nehri’ne karşı oturmuş, başımıza gelenleri ve gelecekleri konuşuyoruz. Ülkede olup bitenlere üzülmek, sinirlenmek, endişelenmek, çıkış aramak arasında, her zaman olduğu gibi, yine acı çekiyoruz. Muhabbetimizin ‘acı’ olmasından değil ama görevimiz gereği Eylem kızçe fotoğraf çekimleri için ayaklanıyor. Kardeşi Çarli de onun peşinden gidiyor. Ben bir süre daha epik üniversitenin dibinde, yeşillikler arasında şırıldayan mahzun ırmağın üzerinden alamıyorum gözlerimi. Dalıyorum geçmişe. 

Ne yazık ki bizi hırpalayan, anlayamadıklarımız değil, anladıklarımız... 

Hem çok güzel bir arkadaşım hem de eski bir sevgilim olan Mina’yı hatırlıyorum. Londra’da Finsbury Park’ın her yerine laleler dikilmeye başlanmıştı. Mina, parka dikilen renk renk laleleri görmüş ve birden “Hintli göçmen gelinler gibi” demiş ve ağlamaya başlamıştı. Ben anlamamıştım. İş işten geçtikten sonra fark edecektim. Hatırlıyorum. 

Sanki bu kelam, bu tasvir bir başka arkadaşımdan çalınmış gibiydi. Onu da anımsıyorum. Ayhan ile bahçemize sınır komşu Münevver Hanım teyzelerin üç katlı evlerinin alt katındaki oturdukları dairenin balkonundan hayhuy arasında yol alan Şakacı Sokak’ı seyrediyoruz. Gözlerimiz geniş ön bahçedeki bakımlı, rengârenk güllere takılıyor. Arkadaşım birden darmadağınık biçimde sırıtıyor, kırmızı gülleri kastederek: “Kübalı göçmen gelinler gibi” diye ortaya bir laf atıyor. Evet, Che ile yanıp tutuşan devrim ve devrimcinin aşkı kırmızıdan geçiyordu ya, mülk sahibi çatık kaşlı Muzaffer amcanın otoriter disiplinle yönettiği bahçenin intizamı da ihtiyar bahçıvanın el emeği ve onun belirli bir vizyonundan süzülüyordu. 

Göçmenlik ve özgürlük... 

Ha Kübalı gelinler, ha Hintli gelinler gibi; hiç fark etmez... 

Hatırlıyorum o vakitler hepimiz onlu yaşların ikinci yarısındaydık. Bizim, büyürken sezgilerimizle bulduğumuz özgürlük hedefi, yaşadığımız toplumun özgürlük anlayışından farklıydı. Bizden az zaman önce veya bebekliğimizde yaşanan siyasi kırılmalar, 70’lerin sonuna doğru kurulan hayalleri zincire vuran tedirgin edici bir değişim sürecine girdiğimizin sinyallerini apaçık veriyordu. Evet, ülke hızla değişiyordu ama nereye doğru evriliyordu... bilmiyorduk. Henüz bilmiyorduk... 

Okullarda siyasi kamplaşmaların ve hararetli tartışmaların alevlendiği yıllardı. Biz, kendini ifade etmenin farklı yollarını arayan masum çocuklardık. Her türlü toplum ve devlet baskısına karşıydık. Yasak kelimesine savaş açmıştık. Hiçbir yasağın yanında olmamız mümkün değildi... Ama kimi özgürlük nutku ardına gizlenmiş sahtekâr seslenişleri desteklememiz de mümkün değildi. Özellikle dinsel ve milliyetçi değerlere düğümlü kavramları çokça öne çıkartan deyişleri ve bu türden baskıları meşrulaştırmayı hedefleyen simgeleri sevmiyorduk. Bu nedenle Pazartesi derslikleri ile Cuma paydoslarında söyletilen ‘İstiklal Marş’larından kaçmak, cami kapılarından, türbelerden içeriye kafa uzatmamak ben gibilerine çok doğal geliyordu. 

Tıpkı yıllar sonra “Özgürlük” kelimesinin arkasına gizlenen türbanın bir esaret halini onaylama tutarsızlığıydı ki bu da besbelli kadının feodal toplumdaki yerini tarif eden sinsi bir dilin ikiyüzlü kelimesiydi. 

Ancaaakkk... 

Biz henüz onaltısında, onyedisinde olan coşkun gençler akıldışı bir felsefenin, akılcı felsefelerin dayanaklarıyla kendi akıldışılığını dayatma kurnazlığını anlayabilecek kadar akıllıydık ve aklımız bizim çaresizliğimizdi. 

Sevgili Ayhan, kırmızı renklerin beslediği özgürlük şiarına atfen dile getirdiği “Kübalı göçmen gelinler gibi” sözlerinin üzerinden tam 83 gün sonra aynı safderun balkonun siperliğinde kahpe kurşunlara hedef olduğunda o güllerin hepsi boyunlarını eğmiş ve ıslak yapraklarını birer birer dökmüştü. 

Sevgili Mina, “Hintli göçmen gelinler gibi” diyerek hüzün içinde gözyaşı döktüğünde Hindistan’da yaşananlarla Türkiye’de o sırada yaşanmakta olanlar arasında bağ kurabilen insanlar henüz öldürülmemişti; onların akılları akıldışı tariflerle kötülenmemişti. 

Büyürken isyan, isyan büyürken içimizde hep bir çocukluk vardı içimizde. 

Tıpkı ayaklarımızda pantolon ve mokasenlerle, taştan yapılmış kalelerde, uydurulmak zorunda kalınmış özel kurallarla, boş arsada oynadığımız futbol oyunu gibi. 

İki kesimdik; öyle ya. Biri biz ‘masum’ çocuklardık. Bizler için, biraz da herhangi bir oyundu sürdürdüğümüz. O yüzden, futbola duyduğumuz aykırılıklarımız, hoş görülebilir. Yeni bir icat peşinde olmamız anlaşılabilir. Eğer futbol oynamak istiyorsak, erginleştikçe, kendi koyduğumuz kurallarımızın aykırılığının farkına varacağımız, temelleri kavrayışa geçireceğimiz beklenebilir. Ne de olsa, kendi hayal gücümüz baskın çıkacaktır o yaşlarda. Kendimizi bulma sürecinde, haşarılıklar yapacağız, her "o öyle olmaz" sözünü kulak arkası edip kafamıza göre takılmakla, kişiliklerimizi ortaya koyduğumuzu düşüneceğiz. Büyüme, büyüklere itirazla başlayan bir süreçtir. 

Bizler gibi davranan ikinci kesime gelince... Onlar artık yaşlandığını hissedenlerdir. Güçlü bir takımın oyuncusu olmak, peşinden taraftar kitlesi sürüklemek, şampiyonluk yaşamak düşlerinin gerçekleşmediğini, gerçekleşemeyeceğini kabullenenler. Bunu sağlayacak melekelerini kaybedenler. Bu yüzden, kale direklerini, kramponları, şort ve tozlukları filan umursamadan, nizami boyutlarda bir sahanın zeminine ve etrafını çeviren tribünlere kırgın, üstlerinde ne varsa onunla top teperek oyalananlar. 

Hayatıma derdest olmuş göçmenlik solunumunun serencamı da biraz böyle aslında. Elbet göç kanallarını besleyen özgürlük hülyası, üzerinde hareket edilen sahanın özgül koşulları değerlendirilerek uyarlanan değişkenler içermelidir. Elbet hürriyet, Dünya Vatandaşlığı’nın bütün kuralları yazılı hale getirmiş kitapçığından farklı bir şeydir. Ama, bazı temel noktalar vardır ki, neyin ‘gol’, neyin ‘aut’, neyin ‘köşe vuruşu’ olduğunu tartışma dışı bırakır. İşte tam da burada, özgürlük koşusu, “Kıçtan ter çıkar, pantolondan kan çıkmaz” tezi ekseninde konumlanırken, üç kornerden bir penaltı kazanma beklentisine girerken, ilk bakışta futbol izlenimi bırakan başka bir oyunun takımında yer aldığını kavrayamıyor bir türlü. 

İlk bakışta “... göçmen gelinler gibi” izlenimi bırakan tezlerin peşinden, taca yuvarlandığını göremiyor. 

Bir sonraki esintide görüşmek üzere...

Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,

Gezenti Bisiklet  

***…*** 

(*) Önceki Makale: Yayan Giderken...

(*) Sonraki Makale: Anıları Okşarken... 

***…*** 

[ÖNCEKİ] << [ESİNTİLER] >> [SONRAKİ] 

>>> [iÇERİKdİZİNİ] 

***…***