Anıları Okşarken…

Sartre, umutsuzluğa kapılmanın neden olduğu sevinçten bahseder, Paul Nizan’ın “Aden” kitabındaki 1960 tarihli yazısında, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bir moda hâline gelen umutsuzluktan. Nasıl bir zevktir bu? Her şey için kendilerini özgür hissederler, özgürlükleri, dünyevi zevklere düşkünlüklerinin gerekçesi olur umutsuzluk. Umut etmek, bir sorumluluk yükler çünkü. Âşık olursun, sevişirsin, okursun, kavga edersin, mutlulukları hemen şimdi istersin, ama bütün bunları umutsuzca yaparsın, gerçekte hiçbir şeyin tadına varamazsın, çünkü umutla birlikte erdemler de sona ermiştir; artık hiçbir şeye saygı duymaz, gerçekte kim olduğunu ve neyi niçin yaptığını bilmeden yaşarsın. 

gEZENTİ bİSİKLET ~ E-2022/006

Esinti Tarihi: Salı, 25.01.2022 

Çok beğendiğim bir söz var: “Gözlerini hayata umutsuz kapatan kişi bütün ömrünü boşa yaşamıştır. 

Evet: Bizler umudu yaşatmaya devam edeceğiz... 

Ne diyor usta?-

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından... 

Yazıya böyle lirik giriş yapmamın kuşkusuz bir nedeni var. İçimin daraldığı, isyan ateşinin yoğunlaştığı anlarda “Benim Mahalle”ye gelip geçici de olsa kötücül bir ruh halinin sinmekte olduğunu görüyorum: “Yenilgicilik!” Derken beynimin sol lobu devreye giriyor, uyarı akımları üst üste ışınlanıyor... “Ne olursa olsun” diyor, “Yenilgicilik” umutsuzluk hastalığıdır!.. 

Bilmem hatırlayanınız var mı? 

Başkanlık seçiminden kısa bir süre önce, görev başındaki Amerikalı başkan hakkında birkaç cinsel ilişkiden dolayı dava açılır. Halkın dikkatini başka yöne çekmek için başkan, tanınmış aktör Robert De Niro’ya, medyada Arnavutluk’a karşı hayali bir savaş sahnelettirir. Gerçek olaylar aktüel görüntüler olarak seyredilir. Filme, dijital işlenmiş görüntülerle, arşivden alınmış gerçek resim ve sesler karıştırılarak oluşturulmuş sahneler konur. Filmin Amerika’da gösterime girmesinden önce benzer olayların Beyaz Saray’da ve Irak ile Amerika arasında gerçekleşmiş olması, film ve gerçeklik konusu üzerine yapılan tartışmalara yeni boyutlar kazandırır. 

Yeni boyutlar derken aslında, günümüzde artık filmin gerçekliği ne kadar taklit ettiği tartışmalarıyla, gerçek ile fiksiyon arasındaki sınır kastedilmektedir. 

Fiksiyon; kurgu, kurmaca uyduruk, var olmayan, gerçek olmayan, yapıntı, gerçekte olup olmadığı bilinmediği halde varmış gibi düşünülen şey, gerçekliğe uymadığını bile bile tasarlanan ve hayal gücüyle yaratılmış olan şey anlamında... 

Rüyalar da böyle bir şey mi? Kafamızda kurduklarımızı mı uykumuz arasında harekete geçiriyoruz? Pek tabi böyle de denilebilir. Kimsenin karşı çıkacağını sanmam. 

Bisikletli gezgin turist hayatıma kaslı yenilikler nakleden yorgun bacaklarımı rüyamda görünce böyle hissettim. Birileri tutmuş bacaklarımı çekip çekeleyip üstünde taşıdığı ana gövdeyi her defasında Saros’a, ara sıra salt geçici konaklamadan ibaret yaşam merkezime geri getirmeye çalışıyor. Kafasına göre getirecek getirmesine de gövdenin en önemli uzvuna sormadan edemiyor, kendisinden naçizane görüş bekliyor. Ne de olsa organlar bileşik bir aile gibi. 

Yola çıkmışım bir defa... Kafamda kask denilen tas, altımda Pire🚲 denilen bir pedallı alet... Çıkmışım bir kez Türkiye yollarına... Geri gelir miyim? Benim bildiğim yüreğimin tüm diğer bedeni azalara güzelce bir görüş bildireceği. O yüzden, üzerinde pek durmanın gereği yok. Ama, bakın işte yine yaram kanadı, yalan yok. Anılar üşüşüverdi. 

İçinde, kıllı abilerin bol olduğu arabesk müziğe başkaldırışın, bir piyano başında Timur Selçuk’a şapka çıkartılışın, İspanyol paça hippi tarzın, sağ darbeler yaratan sol siyaset meselesinin, kırsala kaçan vagonların ardından el sallayışların, aile içinde tükenmek bilmeyen felsefi tartışmaların, hayata dair tatlı atışmaların ne bileyim, daha bir sürü farklılıkların hiçbir ağırlık taşımadığı anılar. Saçlarına yıldız düştüğü son günlerinde, ille o, bir hastane odasında tedavi sırasını beklerken sorduğum, “Bir isteğin var mı Anne?” sorusuna verdiği yanıt. “Beni İstanbul’a geri götürün! 

O sesin dokunaklı bir manası vardı. 

Bebekliğimize... Çocukluğumuza... Öğrencilik devremize... Oradan ilk gençlik faaliyetlerimizin çekirdek ailemizi kuşattığı sıcak yıllara... Yalınlığa... Sıradan ayrılığa... Sonrasına... 

Uçları sararmış çok eski bir fotoğrafımıza baktım yine uzun uzun. Bir divanın üzerine kurulmuş beş kişiyiz bir akşam sofrası sonrasında. Biri, babam, biri annem, biri ağabeyim, biri ablam. Biri de ben, sağ kalan üçlü arasında divanın en genç olanı. Şimdi hüzün veriyor, ama o zaman amma gülmüştük. Oturduğumuz divanın bitişik oda duvarında, dev iki fotoğraf. Biri üst üste üç yıl şampiyon olmuş bir takım: Galatasaray. Diğeri Muhammed Ali. Ailenin tek Beşiktaşlı bireyi olan ağabeyimle paylaştığım odanın duvarında tek yürek olmuş kocaman bir GS posteri. Ama herhalde onu kırmak istemediğimden kendisinin o yıllarda sürdürdüğü boks sporuna uygun bir enstantaneyi de başucuna yapıştırdığım komşu posterde Muhammed Ali, Frasier mı, Foreman mı, suratı dağıldığından pek belli olmayan birini iplere sıkıştırmış. Ve biz uykuya yatarken yumrukları, tepemize inecek gibi duruyor. Rüyalara dalmadan önce onlarca çeşitlemeyle, “pozisyonu defalarca yorumladığımız” kıkırdayarak. 

Ne bilelim, on, on beş yıl kadar bir zaman sonrasında, başka darbeler alacağımızı. Maviş gözlü, yüce yürekli annemizin uzak diyarlarda kalbinin duracağını... Biz o gün sanıyorduk ki... Neyse işte, ne bilelim, bir gün birimizin kaybı üzerinden anımsama yaşayacağımızı... 

Fotoğraftaki 1976’ya dönsek, birkaç yıl içinde, yarına ilişkin büyük umutlar besleyen optimist devrimciler olacaktık. Belki, bugünden bakıldığında, dünyayı değiştirme arzusunun, bir gençlik aceleciliğiyle buluşmasından söz edilebilir. Bunun yol açtığı sekmeler üzerinde de durulabilir. Ama şimdi, o kuşağın devrimcilerinin üzerindeki yorgunluğa, olgunlaşmayı geçip dalında çürümeye vardıran umutsuzluğuna, vazgeçişlere bakınca, iki ayrı atmosferin, iki ayrı sosyal ve siyasal zeminin kuşaklara etkilerini görünce, annemin çaresiz isteğini yeniden yorumluyorum. 

Her şey bir rüya gibi... 

Herakleitos, eğilip baktığında suya, kendi yansıması için ne düşünmüştü, meçhul... Irmağın akışını gördüğünde söylediği sanılan söz ve bu söze dayandırdığı felsefesi kalmış geriye. “Panta rhei.” Her şey, her an hareket halinde çağlamakta, değişmekte... 

İskoçya’daki Kelvin Nehri’ne baktıkça aklıma Thames Nehri’nin düştüğünü hissediyorum. 

Göçmenliğin ilk gerçek tadını aldığım Londra’da kentin doğusundan batısına süzülen ırmağın akışına hayran olmuştum. Ona bakmış... Onu avuçlamış, parmaklarımın arasından yeniden o büyük akışa dönen suyu sevmiştim. O bir avuç suyun kendi gücünce kattığı dalgalanmayı... Panta Rhei! “Everything Flows! 

Sokakları oldum bittim çok severim. En çok da keyifle şarkılar söylenip dans edildiği, rahatça sevişildiği, özgürce dolaşıldığı zaman severim. Ama şu günlerde sadece birbirinden farklı bir takım yerlere yetişmek uğruna üzerinde kilometrelerce pedallandığı için seviyorum. Ne var ki her defasında beğendiğim yere yerleşecekmişim gözleriyle dalıp gidiyorum. Bir göçmenlik hastalığı tutuşuyor, alıp alıp götürüyor beni. Tuhaf bir paradoks bu benim için. Uzun ömürlü yerleşimlerden hiç haz etmediğim, temellenmiş evcil hayat fikrinden hep uzak durduğum, sınırlanmak kadar sınırlamaktan da; düşleri gömmek kadar düşlerimin gömüldüğünü görmekten de gerçekten korktuğum; her şeyin altında bir bit yeniği aradığım, körü körüne kapılabileceğim heyecanlardan hep şüphe duyduğum halde... 

Ben bile... Şu günlerde evrensel sokaklarda bisiklet sürmek, orada var oluyormuş gibi hissetmek istiyorsam; bunun tek nedeni, özgür masumiyetin yerleşik düzene karşı direnebilmesi için inadından hiç vazgeçmemesi gerektiğine inanmam. 

Daha düne kadar nice boykot ettiğim değerler vardı. Üretimden gelen gücümün yanı sıra tüketimden gelen gücümün de olduğunu; tüketimi kestiğim anda etrafımı çeviren dağların yıkılmaya yüz tutuğunu çabucak unuttum sanki. Oysa çok derinlerde bir bilgi değil; sistem yolumu kesmek için ördüğü duvarlarla kandırıyor beni. Sanırım o duvarların üzerinde, kayıplarımı anabilir; akla gelmeyecek hayaller kurabilir; bizzat ona yani sisteme küfür bile edebilirim. 

Artık duvarlara istediğimi yansıtmakta özgürüm; geride bıraktığım sistemin izin verdiği sınırları dahi umurumda değil. 

Bir sonraki esintide görüşmek üzere...

Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,

Gezenti Bisiklet  

***…*** 

(*) Önceki Makale: Taca Yuvarlanırken...

(*) Sonraki Makale: Hayatın Öte Yakasında... 

***…*** 

[ÖNCEKİ] << [ESİNTİLER] >> [SONRAKİ] 

>>> [iÇERİKdİZİNİ] 

***…***