Dan Dan Çekilin Yoldan Savulun Çocuklar Geliyor!!


Şakacı Sokak ~ Yapıtaş Sitesi'nin acar gençliği...

Bizim Renkli Televizyonumuz Yoktu 

gün gelip afet gibi çoğalınca, olduk başa birer çapanoğlu... 

<<Miş-mış’lı zamanlarda hâlâ aileyi aile yapan en önemli öğe çocuktu... Evli bir çiftin çocuk istememeleri akıl almayacak şeydi... Soyun, evliliğin, ailenin devamını sağlayan bu çok başköşe popülâsyonun ilkine hamile kalan kadın, yaşantısının diğer zamanlarında göremeyeceği kadar abartılı bir şımarma ve kapris yapma hakkı kazanır, yapacağı bütün huysuzluklara hoşgörü ile bakılırdı... Kadının hamileliği boyunca cinsiyet ölçer ultrasonlar henüz icat edilmediğinden ortalığı bu işin uzmanı kesilen ihtiyarlar kaplardı... Doğum yapan anne hastanedeyken valideler ve yakın kadın akrabalar evde loğusa yatağını hazırlamakla meşgul olurlardı... Bu loğusa ziyaretlerine eli boş gidilmez mutlaka bir hediye götürülür anne ve bebeği mutlu edilirdi... Kırkı çıkmadan bir bebek asla evden dışarı adımını atamazdı...>> 

Vatan gazetesinde Güngör Mengi yazmıştı: <<Çağdaş şair ve düşünürlerden Lübnanlı Halil Cibran bakın çocuklar için ne demiş: “Sizin diye bildiğiniz evlâtlar gerçekte sizlerin değildirler; sizlerin yanındadırlar ama sizlerin malı değildirler. Çünkü onların canları, geleceğin sarayında oturur ve sizler düşlerinizde bile orayı ziyaret edemezsiniz… Kendinizi onlara benzetmeye çalışabilirsiniz ama onları kendinize benzetmeye kalkışmayın hiç. Çünkü hayat ne geriye gider ne de geçmişle ilgilenir.>> 

Bugünün nesli de böyle bir tespiti doğrular nitelikte hareket ediyor. Bu kuşak başka kuşak!.. Geçmiş ile ilgilenmiyor. En fazla değer verdiği şeyler ciddiyetten uzak laubali kahkahalar, “cool” dedikleri cinsten sıkı bir imaj, kolay köşe dönecekleri ve kolay kazanacaklarını sandıkları para... Başka bir deyişle, “ota-bota gülmek, üzerinde markalarla görünmek ve kısa yoldan köşeyi dönmek!” Bu çocuklar büyümüş de küçülmüş gibidir. Aman sakın karşınıza alıp, “Yaşam nedir evlat?.. Yaşamın anlamı nerededir?.. Sen yaşamın neresindesin?..  İnsanın bu evrendeki yeri nedir?” vesaire gibi kafa bunaltıcı sorular sormayın onlara. Bön bön bakarlar çünkü. Anlasalar da anlamazlıktan gelirler. Her nedense onlar için yaşam nihayetinde “kocaman bir lunapark!” Hayatın merkezinde hep bir eğlence evrenselliği varsa yaşamanın güdük anlamı, basite indirgenmiş “gülüşmek, âlem yapmak ve (sözüm ona) kedersiz olmak”tan ibaret olacaktır. Ağırbaşlılık ve düşünce üretme gerektiren mekanizmalardan kaçabildiği kadar kaçan bir nesil, günümüzün en modaya uygun benzetmesiyle tam bir “Recep İvedik” jenerasyonu. Gösterimde olsun olmasın pek çok meraklısı tarafından ibadet edilebilir bir film serisi “Recep İvedik”. Her biri gişe rekorları kırıyor. Onuncusu hatta on beşincisi de yapılsa tüm ödülleri belki alamayabilir ama gişe hâsılat rekoru kıracağına adım gibi eminim. Şimdi dumanı üstünde rol deseni olmaya aday bir tip, bu filmin “heyheysiz” kahramanı. Hayattan beklediği ne gam ne tasa!.. Hiçbir kaygısı, endişesi olmayan, hiçbir şeye aldırmayan vurdumduymaz yepisyeni bir maganda... Kaltabanca mübalâğalı bir özgüven deposu... Sınırları zorlayan bir yakışıksızlık daniskası... Küfürler falan gırla... 

Ben benim istediğimi yaparım, kim karşı çıkarmış lan versiyonunda bir umursamazlık örneği... Sinemalarda “fragman” diye gösterilen şerit bu. Beğenmeyen beğenmesin… Ne önemi var? Filmin gişesi kuvvetli ya, sen ona bak. Film “darphane gibi” para basıyor. Yeni kuşak yaşam kültürünün ülkemizde geldiği yer maalesef işte burası. “Sağlığı yerinde” arkadaşlarımıza sanat diye prezante edilen bu. Leblebi çekirdek eğlencelik!.. 

[📷 Kuzenler bir arada (soldan sağa): Deniz Özgen, Tolga Özgen, Çağrı Sayman, Eylem Sayman; Büyükçekmece, İstanbul, (Ağustos 2008).] 

Emek, gayret, çaba ve alın teri de yeni neslin uzağında. En çok taptıkları ayniyat, cep telefonları, bilgisayarları ve bir de pc oyunları. Ben takip etmekten yoruldum onlarsa her yeni modeli en ince detayını daha piyasaya sürülmeden biliyorlar... 

Yaşları kaçtır, hangi sınıftandır, hangi katmandandır diye sorarsanız, alt ve üst limit de alabildiğine geniş. Beş altı yaşından tutun kırk küsur yaşına kadar uzanabiliyor. Emekçi sınıfın çocuklarından da var, köylü kardeşlerimizden de... Küçük burjuvadan tutun da has burjuva çocuklara değin uzanıyor bu grafik... Dil tipolojisi de ortak bir dil. Bizim nasılsa anlayamadığımız, anlasak da yan cebimize koyduğumuz... Misal, izlenme rekoru kırmakta olan malum filmden haz alanlara, bu filmi “accaaayip komik, gülünç, güldürücü, eğlendirici” bulanlara, “gülmekten yarıldık, koptuk, şiştik!” diyenlere bakın. Bakın işte o zaman, iki binlerde “Recep İvedik” neslinin üyelerini kolayca tanıyabilirsiniz. Aslında bu üyeler en sık büyük kent sokaklarında görülürken, gittikçe küçük şehirlere de yayılma potansiyellerinin olduğu gözlemlenmektedir... Bu neslin rumuzu aslında ütopik “Recep” karakteriyle özlemle çektikleri uzak özgür diyarlara sığınmak. Aradıklarını bu ülkede bulamayacaklarını sanan bir nesil yetişiyor ve bunu önemseyenlerin sureti de gittikçe azalıyor... 

Anlayacağınız, doyumsuz “İvedik” nesli firar etmek istiyor: sorumluluklarından, emekten, yaşamaktan, aklından ve hatta yüreğinden, sözgelimi hayatın tüm gerçeklerinden firar etmek istiyor. 

Bu genç arkadaşlar için aşk, sevgi, sadakat gibi kavramlar da para ile ölçülüyor. Hatta “aşk senin olsun, bana para gerek para!” diyenlerin sayısı git gide yükseliyor. Kızlar mı onlar zaten önce “okulumu bitirmek, sonra da zengin bir koca bulup evlenmek!” yanıtını verecek kadar “dürüst” davranışta bulunuyorlar... Örnekleri üretmek olumsal, ama sanırım “çiçeklere bezenmiş Eros kalpli”(!) tablo çok iç açıcı değil. Ne yaşamın, ne emeğin, ne insani sorumlulukların hesaba katıldığı, sosyal-iktisadi-siyasi ve etik endişelerin çok gerilerde kaldığı alelâcayip bir gençlik geliyor ve hatta burnumuzun dibine kadar gelmiş durumda, kısacası. Herkese gözü aydınlar olsun!.. Sosyologların ve sosyal mühendislerin kulağı çınlasın! 

[📷 Hayrettin ağabeyimin kızı, yeğenim Emel'in oyuncak dünyası; Londra, (Eylül 1987).] 

Oysa bakın ne gençler vardı miş-mış’lı devre cetvelinde. Zaman tüneline bir girelim de görelim arzu ederseniz; ne dersiniz? 

Altmışlı ve yetmişli yıllarda çocukluğunu yaşayanlar, şimdikilerin teknolojik üstünlüğünü aratmayan bir benzerliğe atıfta bulunur gibi, büyüklerinden çok sık şu sözü işitirlerdi: “Şimdiki çocuklar çok şanslı!” Bence kısmen de olsa sonuna kadar haklıydılar. 

Birçoğumuz, karda yağmurda çamurda okullarımıza yürüyerek gitmiştik, ya gaz lambasında ya da mum ışığında ders çalışmıştık, içini dolgu malzemesi olarak bulabildiğimiz her şeyi tıkayarak elde ettiğimiz toplarla, ağaçlardan yaptığımız tabanca, tüfekle oynamıştık... İlaç kutularından arabalar yapmış, gazoz kapağı biriktirmiş, kitaplarımızı, defterlerimizi dergilerden kestiğimiz artistlerin resimleriyle kaplamıştık. Meyveleri ağaçlardan, sebzeleri bostandan toplamıştık. Arkadaşlarımız ordu kadardı. Sokaklar, bahçeler, kırlar, parklar, kumsallar, dereler, tepeler hep bizim ortak malımızdı. Özgürdük. Özgürlüğü severdik. Bu özgürlüğü coşkunca yaşamanın tadını çıkaran bir kuşaktık... Kaldı ki, “Arif’e tarif ne gerek” der gibi bu özgürlük kavramına bir kulp bulmaya çalışmazdık; ama yıllar içinde ne zaman bu sokaklarımızı, parklarımızı, kırlarımızı, bahçelerimizi elimizden almaya kalktılar özgürlüğün bilincine o vakit vardık... Ne zaman boş arsalarımız çirkin görünüşlü yüksek topuklu binalarla doldurulmaya, bahçelerimiz tuhaf apartmanlarla kapanmaya, loş sokaklarımız arabalarla kapanmaya başladı, özgürlüğümüzün elimizden alınışına isyan bayrağını çekmiştik... Sonradan anladık ki biz meğer çok ama çok şanslıymışız; çünkü özgürmüşüz... 

Aslında vakti zamanı değişim bahçelerin birer bire yok edilmesiyle bir yapısal karşılaşmaya dönüşüvermişti. Sanki rekabetçi bir spor yarışması gibi... Bahçeli olanlar apartmanlara karşı; ya da apartmanlılar bahçelilere karşı... Ne var ki, bahçeliler git gide yenik düşüyorlardı... Bir "te-ve" reklamı bile yapısal çatışmanın körüklendiği bu çelişik konuyu ti’ye alacak kadar halkın diline dolanmıştı. “Domates Güzeli” olarak isim yapan Ayşen Gruda’nın rol aldığı bu reklam parçasında “apartman çocuğu, problemli çocuk” mesajı bayağı akıl erdirilebilir bir gönderiydi. Çoğu insan o günlerde bu reklam klibine salt mütevazı bir tebessümle gülerken, mesajın içeriğini bugün yaşarken daha iyi anlayabiliyoruz... Ancak ne olursa olsun, ister apartman dairelerinde konaklıyor olsun, ister bahçeli evlerde yaşıyor olsun, yetmişli yıllarda, tüm çocuklar sokağa âşık çocuklardı. Sokağın büyüsü onlar için “sokağa çıkmak” deyimiyle özdeşleşmiş sayılırdı. Çünkü sokak özgürlük demekti. Kapalı devreden açık devreye atılan adımdı. Genç kitleler evde oturup sığınacakları bir bilgisayarları olmadığından [ne mutlu ki] sokağa fırlarlar, en önce çıkanlar diğer arkadaşlarını özel kodlu notalarla çığırdığı ıslık sesleriyle uyarırlar ve toplaşma çağrısında bulunurlardı. Dakikalar içinde sokaklar cıvıl cıvıl çocuk sesleriyle dolardı... 

[📷 Şakacı Sokak anıları – bir sokağı en güze anlatan dilsiz fotoğraflardır: Hakkı kardeşim ile birlikte (solda), Turhan Eligül ve yeğeni Siyami Eligül (sağ üstte), Sami Ekal (sağ altta); Kazasker, (60’lardan 70’lere).] 

[📷 Şakacı Sokak portreleri – bir mahalleyi yapan o mahallenin unutulması asla mümkün olmayan varlıklarıdır, (60’lardan 70’lere).] 

Sokağa çıkmanın vakti her boşluk anıydı diyebilirim. Okuldan gelince çantalar fırlatılır, sokağa çıkılırdı. Sokak aslında illa sokak ortasında bulunmak anlamına gelmiyordu. Sokağa çıkmak ibaresiyle bahçeler, kırlar, kumsallar, dere, tepeler de anlaşılıyordu. Çıkış o çıkıştı... Akşam hava kararana, anneler akşam yemeğine çağırana kadar oyunlar sürerdi. Eğer uzak mahallerde toplanılmışsa, annenin görevlendirdiği ya bir küçük "postacı" kardeş, ya bir komşunun "ulak" çocuğu "evlere dön borusunu" haber vermek için çocukların oyun oynadığı yere kadar gelirler ve “annen eve çağırıyor” derlerdi... Bunun üzerine kan ter içinde kalmış çocuklar oyunun son demlerini tadarlar, kısa bir süre sonra da evlerinin yolunu birbirlerine şamata gırgır yaparak, oyunun niteliğine ve zaferine dair sözlü sataşmalarda bulunarak arşınlarlardı... 

Özellikle yaz günleri uzun olduğundan çocuklar için havadar bayram demekti. Kış günlerinde kısıtlayıcı da olsa bu tür faaliyetlerden asla geri kalınmazdı... 

[📷 Siyami Eligül kardeşi Rana Eligül ile birlikte; Kazasker Şakacı Sokak, (60’lardan 70’lere).] 

O yıllarda sokağa çıkmanın çok büyük riskleri yoktu. Yani sokaklar bugünkü gibi trafik canavarlarıyla dolu değildi. Bilakis araba sayısının bile az olduğu, birkaç saatte bir ancak bir Anadol, Murat 124, 131 ya da Renault 12 model arabanın veyahut da önünde küheylanları koşan birkaç at arabasının veya yaylı faytonun geçtiği zamanlardı. Eğer yakın çevrede boş arsa filan yoksa oyun oynamak için genellikle çiğnenme çekincesi olmayan sakin sokaklar seçilirdi. Yorgunluğun had safhası hissedilene kadar çeşitli oyunlar orada bulunan bütün çocukların katılımıyla oynanır veya isteyen istediği grupla ayrı bir oyuna iştirak ederdi. Ama büyük kalabalıkların oluşturduğu toplu oyunlar için genellikle sokaklar tercih edilmez, bunun için çevrede terk edilmiş cazip boş arsalar seçilirdi. Bu boş arsaların sahibi mutlaka vardı. Ancak ya orada oturulmadığından ya da işletilmediğinden, sözgelişi uzun yıllar üzerinde herhangi bir şekilde ekim işi gerçekleştirilmeyen, boş ve bakımsız arazilerdi. En azından çocuklara gün doğar bu boş tarlalar oyunların hası için mütenasip hale getirilirlerdi... Bununla da kalınmaz o mahallenin çocukları tarafından yaygın bir şekilde bilinmesini sağlayacak işaretler tespit edilir ağızdan ağza yayılarak adrese teslim deyimler kullanılırdı. Örneğin, “okulun karşısındaki arsa”, “kuruyemişçilerin yanındaki boş tarla”, “yanan evin arkasındaki bahçe” gibi... 

[📷 Şenesenevler Parkı, (Eylül 2010).] 

Bazı mahalleler çocuk parklarına sahip olurdu. Bu parka yakın oturanlar kendilerini biraz daha şanslı sayardı. Diğer uzak mesafede yaşayanlar ise grup olurlar haftanın belirli bir gününde ve belirli bir saatte sözleşerek o parkın yolunu tutarlardı. 

Parklar o günün şartlarında elverişli salıncaklar, tahterevalliler, kaydıraklar ve jimnastik demirleri ile donatılmış yerlerdi. Çoğunluk tarafından lüks bir oyun bahçesi olarak görülen bu mekânların tabiatıyla bir de bekçisi bulunurdu. Genellikle ilkokul mezunu bile olmayan, okuma yazma bilmeyen bu bekçileri kızdırmak, çileden çıkarmak çocukluğun en marifetli eğlencesiydi. Bu bekçiler ile çocuklar arasında her daim kovalamaca oynanması ise günün kaçınılmazları arasında yer alırdı... Yok salıncağa öyle ayakta binmeyeceksin, yok tahterevalliyi pat diye yere vurmayacaksın, yok demiri öyle sarsmayacaksın, ona binmek yasak, ondan böyle kaymak yasak, ona öyle tutunmak yasaktı... Parke taşlarına bassan azar işitirsin, çimlere dalsan, pek kıymetli çimler eziliyor diye azar işitirsin tüm bunlar olmazlı menhiyatlar arasında sayılan yazılı-yazısız kurallardı... Çocuklara laf yetiştiremeyen bekçilerin sayesinde parkın her bir dört tarafında yasakçı zihniyetin plakaları zincirlenir, çocuklardan bu yasaklara uyulması beklenirdi. Ama nerdeee... Her yasak muhakkak delinmesi gereken bir ilkeymiş gibi çocuklar bu yasak levhalarını ne yapar eder, bir yolunu bulur, kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmeyi becerirlerdi. Devleti temsil ettiği bilinen bekçiyi çıldırtmak için parka özel gidildiği bile olurdu. Önde çocuklar çil yavrusu gibi oraya buraya dağılırlarken, arkada bekçi ağzında düdüğü siren çalarak birinden birini yakalamayı kafasına koymuş “postallamaktadır”... 

Bu nedenle çocukların özgür alanları bu parklar değil her seferinde gönüllerince avaz avaz bağırabildikleri boş tarlalar ve terk edilmiş arsalardı... 

Belki de o bol çocuksu özgürlüğü özlediğimiz için çocukluğumuza geri döndük. Aslında bu mecrada anlatılacak daha nice ayrıntı var. Ama bir parmağa bal çalar cinsinden yaptığım bu bıdık deneme bir genel çerçeveydi. Hiç kuşku yok, sıralamaya kalksak arkası fena gelir... Yani önce dünyaya merhaba dememiz lazımdır, değil mi? Şerbetler, şekerlemeler... Kırklamak, kıkırdamak, paketlenir gibi kundaklara sarılmak... Sonra tay tay ayakta durmalar, derken tıpış tıpış yürümeler... 

Sonra, sonra... hep birlikte büyüyeceğiz... Bir an gelecek kendimizi Battal Gazi filan sanıp “Heyyt, Savulun Çocuklar Geliyor” diye çığlık atacağız... 

[📷 Kuzenler bir arada (soldan sağa): Tolga Özgen, Eylem Sayman, Deniz Özgen, Çağrı Sayman; Kazasker Şakacı Sokak, (1999).] 

İşte böyle bir farkımız vardı bizim şimdiki “yitik kuşak”tan... Onların tadamadığı şeyler bunlar. Onun için biraz da yalnızlar. Bireyciler. Arkadaş grupları içinde bile yalnızlar aslında. Varlıkları suni bir ilişki kabını dolduracak kadar bulutlu... Kalabalıklarda kakara-kikiri yaşayıp kuytu yalnızlıklarda ağlayan, kayıp gerçeğini yakınında hissedip sevdiklerinin göçüşüyle parça parça eksilen, keyif ve zevk peşinde koşarken hayatın görünüşte tatlı ama aslında acı yüzünü yalayıp ağzı yanan ve üstelik doyamayan yine aynı: “İvedik” neslinin üyeleri... 

Bu gençlik kesinlikle elde durmayan, gelip gidecek bir şey. Yaşlılık ve ölüm de biz insanlar için. Hayat olanca hoyratlığıyla meydan okuyor, ölümse bütün sertliğiyle bir duvar gibi toslamamızı bekliyor. Son makam ağzını açmış bize bakıyor... Eğer yeri geldiğinde bu çocuklar çocukluklarını “harbice” yaşamazsa, hayatı tozpembe görüp hiç ciddiye almazlarsa kaybettikleri sadece gençlikleri olmayacak, o gençlik yitiği gibi her bulunacakları noktada kendilerini hafakanların bastığı mahzunluklar ve mutsuzluklar bekliyor olacak... 

[📷 Yıllar geçse de biz eskimeyiz; Şakacı Sokak’ın üç kafadarı: Siyami Eligül (solda), İbrahim Çankaya (sağ üstte) & bendeniz, (Son Yıllar).] 

Biz insanız!  

Yaşarken hem geçmişimizle hem de geleceğimizle birlikte yaşıyoruz. Bizi insan yapan akıl ve düşüncemiz bizi geçmiş ve gelecekle bağlıyor. Geçmişin lezzetleri yokluklarıyla bugünümüze simli acılar taşıyor; geleceğe ilişkin korkularımız ve endişelerimiz ise bulunduğumuz anın keyfini paramparça edebiliyor. Hiç düşünmeden yaşamak olur mu? Yaşamayı ne kadar istersek isteyelim; böyle bir şey mümkün değil! Başka hiçbir şeyi “kafaya takmadan” sadece bugünü yaşama iddiası, dışı tatlı içi acı mı acı bir aldatmaca. Ağza bal diye çalınan bir kaşık yıkıcı arısütü. Oysa “İvedikler”, bir serçe kuşu kadar bile haz alamaz hayattan. Hayatın lezzetini ve zevkini isteyenlerin önünde, yaşamını ve gençliğini (yeni baştan) güvenerek canlandırmaktan ve düşünceyle emeğin yoğrulduğu bir kolektif toplumsal yaşamı aydınlatmaktan başka yol yoktur. Çünkü hayatın gerçeği böyledir! Yeni kuşakların zannettiği gibi değil... 

[📷 Hayrünisa ablam ile birlikte; Londra, (Mayıs 1981).] 

Küçük, küçücük bir kızken
Unutacak mısın yüreğim
Bir kurdele bir pabuç yüzünden
Unutacak mısın yüreğim
Şimdi de onulmaz korkundur
Evde ekmeğin tükenmesi
Un biter, ekmek biter, gelsin ödünçler
Unutacak mısın yüreğim
Başın dönerdi sabahları
Her atılan bomba bir parça
Yiyecek alır giderdi
İkinci Dünya Savaşı sırtından geçti
Unutacak mısın yüreğim
Birçokları kahraman oldular
Büyük oldu adları
Kara binitleri sırtından geçti
Unutacak mısın yüreğim
Birçokları kahraman oldular
Büyük oldu adları
Kara binitleri sırtından geçti
Unutacak mısın yüreğim
Şimdi çocukları doyurup giydirdikçe
Parklara, çarşılara götürdüğünde
Kendini, kendi çocukluğunu
Unutacak mısın yüreğim
Dünya uçurtmayla balonken
Kırmızı ve mavi tayfın bütün renkleri
Sana zehir zindan edenleri
Bağışlayacak mısın
Sen, senin adına bağışlayabilirsin
O zaman
Ottan ve açlıktan ve bilcümle haşereden
Cümle dertten hastalıktan
Ölenler ve kalanlar seni bağışlamayacaklar
Duyuyor musun yüreğim
Unutma sakın unutma
Bağışlama sakın
Sakın düşmanını sevme, sakın susma
Bekle büyük kavgayı bekle
Anlıyor musun yüreğim.
 

        [Gülten Akın, “Küçük Kızın Türküsü”.] 

[📷 Oral Sokak’tan Şakacı Sokak’a doğru, (Aralık 2018).] 

[📷 Pire🚲 ile eski mahalleme doğru pedallarken, Bostancı, (Ağustos 2017).] 

Seref Sayman

Babaeski, Ekim 2018 -Eylül 2020  

[📷 Charlie’nin doğum gününü kutluyoruz; Babaeski, (18 Mayıs 2020).] 

(*) Önceki Makale: Meşin Yuvarlağın Erinçli Yıldızları

(*) Sonraki Makale: Şakacı Sokak Çevresinden Masallar 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***