Meşin Yuvarlağın Erinçli Yıldızları


Şakacı Sokak futbol kulübü ACAR SPOR (1980'ler)

Başımızda Kavak Yelleri 

FUTBOLA MERAKLI TAZELER MADDEDE DEĞİŞİMLER ELDE EDEBİLMEK İÇİN KENDİ RUHUNU DEĞİŞMEZ VE ALTIN GİBİ SAF KILMAYA ÇALIŞAN KARAKTERLERDİ; TUHAF REKABETÇİ HIRSA KURBAN OLAN BİR AZINLIK HARİÇ… 

O büyümemiş çocuklar gibi, bizim hikâyemiz de çok eskide başlar... Televizyonların renksiz olduğu, mücellâ gökcisimlerinin ışıltısı altına kurulmuş, çıra sandalyeli açık hava sinemalarında, Ayhan Işık, Türkan Şoray, Fatma Girik, Sadri Alışık, Cüneyt Arkın, Filiz Akın, Kartal Tibet, Selda Alkor, Ediz Hun, Hülya Koçyiğit, Murat Soydan, Göksel Arsoy, Pervin Par, Ekrem Bora, Tanju Gürsu, Vahi Öz, Kemal Sunal filmlerinin oynadığı, Gırgır dergisinin yok sattığı, “Avanak Avni”nin, “Yavlum Mithat”ın maceralarına, “Zihni Sinir”in projelerine herkesin kıkırdadığı yıllarda... Oğuz Aral’ın aramızda olduğu, mütevazı zamanlarda... Gençliğin, “Ses Dergisi”, “Hey”, “Hayatspor” okuduğu, erkeklerin küpe takmadığı, herkesin komşusunu tanıdığı, bayramlarda bir mendil ile iki şeker uğruna büyüklerin elini öpmeye sıraya girdiğimiz... TRT-1’de “Arkası Yarın”, “Radyo Tiyatrosu” dinlediğimiz, taş plaklarda Zeki Müren şarkılarının çalındığı yıllarda... Futbol sahalarında, Göztepe’nin, Altınordu’nun, Eskişehirspor’un, Vefa’nın, adından söz ettirdiği, hepimizin futbol sahalarında Sabri Dino, Metin Kurt, Cemil Turan ve hatta Pele, Gerd Müller, Johan Cruyff, Franz Beckenbauer olduğu, şimdi çok eskide kalmış, bir varmış bir yokmuşlarda... Mahallelerin günümüzde ki gibi araba istilasına uğramadığı, beton binaların, güvenlikli sitelerin mantar misali yerden bitmediği, internet kafe, dershane kavramının bilinmediği, ne evimizde, ne cebimizde telefonun olmadığı... Boş arsalarda yaz-kış futbol oynadığımız, evlerimizde ki çerçevelerin arsalar kadar boş olduğu yıllarda... Oyunların sürdüğü, herkesin arkadaş olduğu, henüz kimsenin ölmediği...

Ve işte o beklediğimiz yelkovan nihayet

Eh vallahi tarihi bile sırılsıklam terletir

Çevik coğrafyasının sırrı tekliktir

Helalinden hoş olsun isim babası olanlara

Acemi birliğin kök saldığı şimdilerde

Film sahnesi gibi alaturka çekimlerde

Bir amatör kümesinde ferli muhteşemdir

Ama başlangıcı ise açılmaya değerdir

Sanırım çocukluktan gelen aşının tutmacıdır

Acar Spor kulübündeki topçularımızdan

Başta bakkal Kemal Ekal’in oğlu

Eskilerden devraldığı; babasından Sami amcasından

Kaptan Turhan, Seyfettin, Mehmet ağabeylerden

Çinko şortlu babam Nurettin’e

Ve bilumum Kozyatağılı diğer futbol erbabına

Kadar uzanan çok geçmişli bir futbol saltanatından

70’lerde ‘yeni’ Kurucu futbolcu İlhan ağabey

Ve yine o tarihlerde yardım yatak istediği şürekâsı

Altyapısı Yorgancı Şaban’ın Akdoğan Spor

Ham yedili içinde ezelden beri göbekli Atilla ağabey,

Ve kalecilerden uçan kale göksel Kadri ağabey,

Ve Maltepe’li judo sanatımdan

Cesur Kılıç hocamın iri kıyım kardeşi

Kara kuşak Zafer ağabey

Ve Fenerbahçe’ye beraber çıkartma yaptığımız

İlhan ağabeyin kardeşi Rıdo lakaplı Rıdvan ağabey

İle adlarını envanterden çıkartamadığım

Kozyatağı Çeşme’li iki reşit kardeş

Ve kemik kıran sol bek-çi ağabeyim Hayrettin

Elbette diğerleri de vardı mesela

Sigorta evlerinden gelenler ile

Kozyatağı Kaya Sultan Sokaklılar

Turnuvalar, turnuvalar, turnuvalar

İşte böyle başladılar,

Yendiler yenildiler ama hiç vazgeçmediler

Hep yükseklerde alaşımlı kupalara koştular

Nam saldılar, sevgi topladılar; gururlandılar

Hikâyemizin bu bölümünde hepyek anlatılacaklar...

 

Hayat Mahalledir  

[📷 Şakacı Sokak, (Aralık 2018).] 

Altmışlı yılların o son günlerini ya da yetmişli yılların o ilk günlerini yaşayanlar iyi hatırlayacaktır. Bırakın televizyonlardan canlı ya da banttan maç görüntülerini izlemeyi, televizyon denilen cihazın varlığından bile haberdar olmadığımız yıllardı o yıllar... Bir de düşünebiliyor musunuz? TiVi kameralarının işlevini Halit Kıvanç, Orhan Ayhan gibi pek duayen spor muhabiri ağabeylerimiz üstlenmişler, izledikleri maçı öyle coşkuyla anlatıyorlar, öyle heyecanla yorumluyorlar ki, radyoda dinlerken kendinizi futbol stadyumunda sanıyorsunuz... İşte böyleydi... Bir maçın önemli karelerinin art arda getirilmesiyle oluşan maç hikâyeleri, bizim çocukluğumuzun naklen yayınları gibiydi...


Mahallemizde gelişen futbol sevgisi ise gerçekten bambaşkaydı. Aslında çok defa pederimden de dinlemiştim Kozyatağı’nın çayırlıklarında top peşinde amansız koşturdukları zamanları. Ama benim futbola gerçek seyirli göz açışım yukarıda ozansı sözünü ettiğim gibi Acar Spor’a nüvesini verecek olan Akdoğan Spor’dur. Yapılan karşılaşmalar müthiş maçlara sahne olurdu... Hani derler ya kemik kıran maçlar... Oldukça hırs küpüyle dolu ağabeylerimiz ya yenecekler, ya yeneceklerdir. Başka yolu asla yoktur... Bu nedenle ezeli rekabet olarak önemsediği her maçın öncesinde takımımız efeli antrenmanlarını yapar eksiklerini gidermeye çalışırdı. Bu arada administratif hazırlıklar da unutulmaz, o hafta başından itibaren Kazasker Meydanı’nda, Ekal Bakkaliye’nin çatısına asılı, üzerine tebeşir tozuyla yazılı kara tahta vasıtasıyla adlı sanlı Şakacı Sokak halkına hafta sonu gerçekleşecek futbol müsabakasının ilamını sunardı.

 

Hafta sonu geldiğinde egzersizler bitmiş, tüm hazırlıklar sona ermiş sayılırdı. Ekip Kozyatağı Kaya Sultan Sokak içinde yorgancı Şaban ağabeyin kulüp diye tahsis ettiği küçük tekkeye doğru yola koyulur, diğer mahallelerden gelecek takım arkadaşları ile orada buluşurdu. Her anı eğlencelidir. Bir yandan arapsabunuyla çokça yıkamaktan soluk renkli formalar giyilir. Bir yandan birbirlerine sözlü sataşmalar gırla gider... Ama işin en can yakıcı yanı hep üste çıkmak isteyen İlhan ağabeyin diktatoryal muhalefetidir. Kendisi Arnavut inadı taşımaktadır ve karşısındaki Yugoslav göçmeni Şaban ağabey ile o gün maçı çıkaracak kadro seçiminde bir türlü fikir birliğine varamamaktadır. O der, “Bu oynayacak!”; diğeri der, “Hayır bu oynayacak!” ...

 

Dakikalarca süren laf çekişmesi İlhan Ağabey’in “Bu adam oynamazsa biz de maça çıkmıyoruz,” diye küsmece bir kestirmesiyle küçük tekkenin içindeki hava dondurma gibi donar, ortam birden sessizleşir, çıt çıkmaz, herkes kafasını öne eğip sonucun ne olacağını merakla beklerdi. İlhan ağabeyin “O zaman biz de maça çıkmıyoruz” diye kastettiği kişiler takımın belkemiğini oluşturan Kazasker çetesidir. Ve bu sözü sarf ederken bir eliyle tavana doğru sert bir biçimde kaldırdığı işaret parmağına havada daireler çizdirmekte, diğer eliyle de kulübün eski püskü iskemlelerine çökmüş partizanlarını göstermektedir.

 

Sonuç elbette beklendiği gibi olur ve ekip pür neşe sahanın yolunu tutar. Peşlerinde gürültülü bir taraftar kitlesi de onları takibe alır...

 

Ve o gün sahada basmadık yer bırakmayan Akdoğan’lı ayak topu takımı, çelimsiz rakiplerine ayıp olmasın diye bir de “hezimet” tatlısı ısmarlamayı unutmazlar. Gün bittiğinde hafta sonunun yengisi mahallenin yaşlı erkânınca övünçlü münazaralara kulis olurken, Kazasker Meydanı’ndaki kara tahta gelecek haftanın maç ilanı yanında o geçmiş gururlu skoru da en az bir hafta koruyacaktır.

 

İşte böyle...

 

Ağabeylerimizin evlerimizin yanı başındaki tozlu arsalarda başlayan meşin yuvarlak aşkı gençleri adeta “hayta”laştıracak, evlerde kaynayan kazanlarda boyanan soluk renkli formalarla çıkılan sahalar dünyanın merkezi olacaktır.

 

Burada yeri gelmişken atfetmek gerekirse şahsiyetli mahallemizin kişilikli gençleri için futbol aslında hayata karşı bir örgütlenme biçimiydi. Ve benim kuşağımın temsil ettiği Rekor Spor’lu dönemlerin sonuna kadar da böyle sürgitti... 

[📷 Rıdvan Ekal (solda) & Siyami Eligül (sağda), Şakacı Sokak, (1970’ler).] 

Ve o harbiden de unutulması mümkün olmayan mahalle maçlarımız vardı bizim, okuldan çıkınca koşarak çantalarımızı evin bir köşesine fırlattığımız ve soluğu sahalarda aldığımız... Hatice’nin değil, neticenin önemli olduğu mahalle maçlarımıza gelince: bin bir güçlükle biriktirilmiş paralarla, mahalle bakkalından alınmış, önceleri iki plastik top, biri yırtılmış, diğeri içine geçirilmiş, rüzgârdan uçmasın diye... Kim bilir, belki de top iyi zıplasın diye, hangi çocuk akıl etmişse!!! Kaybeden takımın, diğerine gazoz ısmarladığı, bazen de üçgen Karper peynirli ekmek...

 

Ardından, geçen zaman içinde, geldi gelmesine meşin toplar, çıtkırıldım kramponlar... Ama hiçbir şey o Çamlıca, Uludağ gazozu ve Karper’li ekmek kadar geometrik tat vermedi hayatta, nedense... Taştan kaleler, adımlayarak ölçtüğümüz... Ve kimsenin peşinen kaleci olmak istemediği... Kanayan dizlerimiz, maçın en heyecanlı yerinde, bahçelerin köşesinden, balkonlardan bizi eve çağıran annelerimiz...

 

Kazasker Şakacı Sokak’ta nam yapmış mahalle takımlarımızdan Acar Spor ve Rekor Spor’umuz... Bir de aşağı mahalle, yukarı mahalle, yan mahalle, komşu mahalle rakiplerimiz, kavga hergele bahanemiz... Yıldız oyuncular, her yerde mutlaka en az bir tane, ama bizim şerefli takımlarımızda sürüsüne bereket... Formalarımız, genellikle fanilalardan yapılmış, arkasında ki numaralar ayakkabı boyası ile yazılı... Ha, bir de o devirde ne formaya reklam, ne de şimdi ki eksantrik sırt numaraları... Yalnızca on bir’e kadar...

 

Her ne kadar şahsıma verilen hediyeler karşılığı hileyle Beşiktaşlı ya da Fenerbahçeli olduğumu kimilerine beyan ettiysem de, ben kendimi bildim bileli elit bir Galatasaray taraftarıyımdır. Bir aralar malumunuz, kalecimizle başımız dertte. Ne zaman Galatasaray dense, bir maç izlesem, ola ki o maçta puan kaybedilse, hemen kalecinin durumu söz konusu oluyor: “Bu kaleciyle halimiz ne olacak?”, “Olmaz bunla olmaz!”, “Adamın tek gözü kör müdür nedir?!

 

Bilirim ki, Galatasaray’ın aslında her zaman çok sağlam kalecileri olmuştur. Yasin Özdenak mesela 70’lerde benim favorilerimdendi. Her ne kadar onun döneminde hem Fenerbahçe’de Ilie Datcu gibi pek meziyetli birinin ve Beşiktaş’ta da Sabri Dino gibi bir başka milli kalecinin varlığı onun kaba sakal kariyerini sarsıyordu ve pek öne çıkmasını engelliyordu ise de ben onu hepten sevmiş kendime örnek bile almıştım. Sahada iyi bir kaleci olmama rağmen benim hedefim ortada oynamaktı. Ve bundan da hiç vazgeçmemiş kâh kalecilik sanatını, (özellikle Hadımköy’de foto Kamil ağabeyi de ikna ederek kurduğum “Güven Spor”da), pekâlâ icra etmiş, kâh Hayrettin ağabeyimden bana miras “kemik” lakabını alacak kadar iyi bir savunma oyuncusu olmuştum. Libero mevkide top koşturmak, oyunu geriden kurmak benim ruhuma işlemişti adeta. Karşı taraf, yani rakip takım, taarruza geçmiş akın mı yapıyor, bizim şamatacı taraftar kitlesi lüzumundan fazla sakin, heyecansız, telaşsız, biliyorlar ki geride Şeref varsa, top geçer adam geçmez... :)

 

Ama şimdi konumuza dönecek olursak kaleci kesiminin bu kadar sık tartışılması, bana bir başka kaleciyi hatırlattı: babası saçlarını boyuna kazıttığından, “Kel” mahlaslı Davut Bulgur’u... Evet, ona böyle derdik çünkü saçlarının daha gür çıkacağına inanan Davut’un saçlar her defasında sıfır numaraya vurulurdu... Sanırım bu saçsız olması biraz işe yaramaktaydı. Kendisine zarar vermektense, kalesinde gördüğü goller sonrasında saç baş yolacak hali olmadığı için, o gün orada, bek oynayan takım arkadaşlarından en yakınında kim varsa, hırsını ondan alırdı. Sahanın etrafına yayılan tüm diğerleri bu duruma kahkahalarıyla yerlere yatardı.

 

Davut aynı zamanda benim Kozyatağı İlkokulu’ndan sınıf arkadaşımdı. Mahallemize yerleştiklerinde yıl 1972’ydi. Hilmi Paşa otobüs durağını geçip de Kozyatağı İlk Okulu istikametine doğru yürüdüğünüzde Yapıtaş sitesine gelmeden soldaki üçüncü apartman, Acar Apartmanı’na yerleşmişlerdi. Ve hemen karşısında derinliğine uzanan geniş toprak arazi uzun yıllar boyunca bizim mahallenin futbol sahası olarak tarihe geçecekti.

 

İfade ettiğim gibi bizlerin futbol merakı küçük yaşlarımızdan itibaren hep vardı. Ya bahçelerimizde ya da okul arenasında gelişigüzel takımlar kurarak ter atardık ama mahallenin “alt devre” gençleri olarak ekipleşmemiz ben ilkokul dördüncü sınıfa giderken gerçekleşmişti.

 

Bu konuda sıkı takip ettiğim Acar Spor’lu ağabeylerim iyi birer örnekti.

 

Bu gelişigüzel dağınıklığa son verilmeli,” diyerek ben de bir gün kararımı verdim ve “düzenli ordu”ya geçişin mütenasiplerini teker teker bir kâğıt üzerinde listeledim. Bu ince detaylı çalışmayı yaptıktan sonra hemen bir altyapı sondajına giriştim.

 

Gelgelelim bu mevzuda kendime gerekli desteği de bulmuştum: komşu bahçeden çocukluk arkadaşım İbrahim Çankaya... Kendisine parlak fikrimi ilettiğimde çok memnun olmuş gibi bir hali vardı. O andan itibaren yalnız olmadığım için yönetimsel işler hızla ilerlemeye başlamıştı. Kolları sıvayan iki kafadar Rekor Spor’un nüvesini oluşturacak filizleri futbol aşkına toprağa ekmeye hazırdılar...

 

İşimizi öylesine ciddiye alıyorduk ki, yeni kurulmuş takımımıza çağırdığımız her şahsiyetten şahsına ait vesikalık çektirdiği yakışıklı resmini sağ üst köşeye tutkallamış bir “özgeçmiş”ini bile talep ediyorduk. Ayrıca kendi çapımızda oluşturduğumuz yüksek profilli performanslı bir test uygulamasına da tabii tutuyorduk. Her ne kadar aramıza katılanların hepsi ile tanışık ve çok yakın arkadaşlık içinde olsak da, disiplini elden bırakmıyorduk. Kısacası herkes belirli bir talimgâhtan geçiyor ve yerini buluyordu. Takım üç, beş derken kısa bir zaman içerisinde inanılmaz sayıda artıyordu. Neredeyse iki-üç farklı takım sayısına kadar ulaşmıştık. Uzun bir süre takımımızın adı Şakacı Spor olarak tarihe geçecek ve bizler ortaokul sıralarında yerlerimizi almaya başladığımızda bu takımdan kimileri erginleşecek kalıcı romanlar yazmaya devam edecekti, kimileri ise mahalleyi terk etmeseler de başka yerlere savrulacaklardı...

 

İktisat bilimiyle yakından uzaktan ilgisi olanlar bilirler. Arz ve talep yasaları denilen kimine göre basit kimine göre karmaşık birtakım ekonomi yasaları vardır. Bizim mahallenin futbol tarihinde de bu yasalar hemen hemen kendini göstermiş sayılırdı. Talep fazlalaşınca bu arkadaş bolluğunun ürettiği emeklerin piyasaya arzı da çoğaldı. Bir gün bir de baktık ki semtimizin aynı sokağında bile rakip futbol ayakları türeyivermiş. Eh bu arada iktisadi kanunların yanı başında bazı fotokopici ekip başlarının önceleri gizli kapaklı sonraları ise aleni olarak yaptıkları adam kaçırma (siz transfer anlayın) operasyon hırsları da şahlanmıştı. Darbe yapmak bu memleketin damarlarında vardı ve hiç vazgeçilmeyecekti.

 

Gidenler kadar gelenler de vardı... Bir önceki yazıda bazılarının adlarından söz etmiştim. Şimdi biraz daha ekleme yapayım... Örneğin, Kazasker meydanında ‘orta bakkal’ diye isimlendirdiğimiz esnafın küçük oğlu Engin, yine bu bakkala komşu diğer bakkaliye Seyfettin amcanın küçük oğlu Sinan (ancak kısa bir süre sonra Sinan biz yaşıtlarına göre daha iri yapılı bir bedene kavuşunca Acar Spor’lu ağabeyler onu hemen kendi takımlarına monte ettiler; tıpkı panter kalecimiz Hüseyin gibi), okul yolunda Yapıtaş Sitesi’ni geçer geçmez yorgancı Şaban ağabeyin de dükkânının bulunduğu apartmanda oturan Sinan kardeşim ise takımın belkemiği oyuncularından biri olarak kaldı. Ayrıca Suadiye Ortaokulu’ndan sınıf arkadaşlarımdan Serhat, Hamdi, Zeki, Gürbüz, Ertuğrul, Levent ve İsmail de Şakacı Sokak’a yakın semtlerde oturduklarından arada sırada bize katılmaktan mutluluk duyarlardı.

 

Unuttuklarım var elbette. Kendilerinden af diliyorum.

 

Ancak, ihtimal, aradan biraz daha zaman geçince bu ‘sersefil’ ekipler aynı kaldıkları halde kalitesinin yanına dahi yaklaşılamadığı Rekor Spor tıpkı öncü ağabey takım Acar Spor gibi hem nicel hem nitel yükselmeye devam edecek, komşu deplasman mahallelere kafa tutan Kazasker’in cesur yürekli futbol takımı olmayı ısrarla sürdürecek ve semt futbol tarihinin kayıtlarına tebessümler kazıyacaktı.

 

“- Türk sporu çok güçlüdür. Ayrıca bizim çok şanlı bir futbol geçmişimiz vardır.. – I am sorry.. hiç duymamıştım.. – Hatta Macarları bile yenmiştik.. – Öyle mi ne zaman?.. – Bir süre önce tabii..  Mutlaka bir süre öncedir, çünkü hiçbir takım gelecekte başka bir takımı yenmiş olamaz. Sizinki acaba kaç yıl önceydi?.. – Çok eski sayılmaz. İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra olduğuna eminiz...” 

[📷 Şakacı Sokak, (Aralık 2018).] 

İşte bu altları delik kramponların

Saygısına en kalın çizgilerle hakkını veren

Serüvenden serüvene terleriyle skor yazan

Yer yer sosyete çocukların apış arasından

Misket değil meşin yuvarlağı geçiren

İdarecisiz platformda pek de demokratik

Her ekip elemanının saygı gösterdiği

Kendi kendini yönettiği bir kulüp takımı

Ama öyle kısa sürede gelmemişti bittabi

Nice baharlar, yazlar, kışlar geçecek

Yağmurlar çamura bulaşık, sert rüzgârlar şımarık

Eh bir de kar da yağdı mı, beyaz örtülü sahalarda

Şaha kalkardı ayaklar kızak kayar gibi

Ve balçığa bulanırdı popolar kahkahalar arasında

Kazasker’in göbeğinden Kozyatağı’na

Haftanın hemen hemen her gününde ayak yarışları

Sanki haftanın iki gününde spor-toto oynar gibi

Hele her on beş günde bir yalancı zenginlik düşleri

Ama ancak küçük tasarrufların peşine takılmış

Yürekleri bir karış koşturan kola yanında karperleri

Ve sözüm ona her vakit kapı kapı dolaşıp verdikleri

Makbuzlu namelere düşerse kırk yılda bir

Hep birlikte çevirirlerdi sahte alüminyum kupaları

Ya da boyundan büyük ses getiren ralli adında maçları

Bir daha yakından bakmak üzere, nerden gelmişse diye

Haydiyin yine de bırakalım saklı sözümüzü sakınmadan

Çimenlerin gagalandığı toprak sahaların kralları

Tarihin yapraklarında semtimizin andığı neferlerine

 

Likidasyon

 

1979’un Nisan ayının sonlarıydı.

 

Günlerden bir gün; Spor Akademisi’nden mezun olmuş, teknik direktörlük ehliyetini kazanmış, İlhan ağabey geldi bana dedi ki bu mahallede iki takım olmaz. (Oysaki çevremizde iki takımın fazlası vardı; ama o bizim gücümüzün farkındaydı.) Rekor Spor’u tasfiye edin, bir takım olalım ve Acar Spor bünyesinde ben sizleri çalıştırayım, efsneye efsane katalım, destanlar yazmaya devam edelim. Teklifine hemen atlamadım tabii. Arkadaşlarıma danışayım dedim ve kendisine haber vereceğimi söyledim.

 

Bilahare konuyu takım arkadaşlarıma götürdüm. Beklediğim gibi çoğu karşı çıktı. Ama en sert muhalefeti de İbrahim Çankaya, Yaşar Ekinci, foto Erkan ve sarı Çetin yaptı. Onlara katılan diğerleri de oldu. Takımı bozmayalım, biz böyle iyiyiz dediler. Kimisi ise sessiz kaldı. Bense gelecekte sanki başımıza gelecekleri önceden sezmişim gibi onun teknik direktörlüğü altında daha disiplinli, daha kuvvetli bir takım oluruz diye ikna etmeye çalıştım. Aslında ben de özellikle takımın bir kurucusu olarak başında olduğum futbol kulübünü kapatmak istemiyordum. Ama sanki tılsımlı bir şey beni diğer tarafa itiyordu.

 

Oylamaya koyduk. Bir-iki fazlayla Rekor Spor’u lağvedip Acar Spor’a katılma kararını kesinleştirmiş olduk. Sırada Kazasker’deki Çamlık sahasının düzenlemesine geldi ve hummalı bir çalışmayla saha eskisinden daha fazla bir futbol arenasına döndü.

 

Tasfiyeye baştan sıcak bakmayanlar baştan mırın kırın yaptı ama antrenman çalışmalarını ve yapılan futbol maçlarını disiplinli, bir ekip ruhu halinde yaşamaya başlayınca fikirlerini değiştirdiler. Kimilerine antrenmanlar ve yürütülen muhtelif cezai uygulamalar (sigara kullanmak, Coca~Cola içmek, hafta içinde farklı yerlerde minyatür de olsa maçlar yapmak vd.) zor geldi. Onlar ya ayrıldılar, ya da içlerinden küfür ederek dayanmaya çalıştılar. Ancak takım hayli kalabalıklaşmıştı. Yani neredeyse içinden üç takım çıkartılabilecek hale gelmişti. Zaten bir tarafta ülkenin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik koşullar, diğer tarafta başka nedenler, önünde sonunda, bir yerde o ‘iğreti’ zinciri kıracaktı.

 

Yaz başıydı. Okullar kapanmıştı. Takımdan parça parça ayrılmalar yaşanıyor, ısrarlarını sürdürenler ise tam gaz devam ediyordu... Ben terzi eniştemin müzmin hastalığı nedeniyle pek sık inemediği dükkânının başında bulunmak, idari işler ve yan hizmetlerde kendisine yardım etmek için Hadımköy’e gitmiştim. Çok geçmemişti. Derken bir gün Şakacı Sokak’ı yasa boğan o zalim, acı haberi aldım. Mahalleden Ayhan arkadaşımızın faşist katiller tarafından vurulduğunu öğrendim. Geldim-gittim-geldim ve yine gittim... Mahalleye dönüşlerim çıkışlarım kadar aynı hızda oluyordu. Zaten o tarihten sonra da hemen hemen her şeyin tadı iyice kaçtı.  Devamında Kadıköy, Hadımköy, Karagümrük, Çengelköy günlerim seyretti. Çamlıkta antrenmanları bile artık cılız geçen Acar Spor da ister istemez tatile girmiş, sonbaharı bekliyordu. O üç ay nasıl süpersonik hızda geçti bilemiyorum. Benim için ayrılık çanları çalıyordu. Yeni yolculuğumun adresi on yıl kadar kalacağım Londra olacaktı.

 

Arkadaşlarla vedalaştım...

[📷 Emel yeğenimle birlikte, Londra, (1980’ler).]

Benden sonraki yıllarda Rekor Spor’dan Acar Spor’a geçen arkadaşlarım takımda bir süre daha oynamaya devam ettiler. Ama gerçek şuydu ki hiçbiri İlhan ağabey ile anlaşamıyorlardı ve bana ne zaman mektup döşeseler uzun uzadıya serzenişte bulunuyorlar, beni zamanında uyardıklarını ve o akılsız kararda suçlu olduğuma işaret ediyorlar, tonlarca buruntularını, muhtelif şikâyetlerini dile getiriyorlardı. Haklıydılar ama yapacak bir şey yoktu. Olan olmuştu. Ben de bırakın, gidin o zaman diye öneride bulunuyordum. Zaten birçoğu öyle de yaptı.

 

Kalanlar ile devam eden Acar Spor yeni farklı kimliğiyle futbol hayatını sürdürdü ve bugünlere yine İlhan ağabeyin denetiminde amatör lige kadar çıkmayı başardı.

 

Bugün Anadolu 1. Amatör liginde oynamayı sürdürüyor.

 

***...***

 

Bu Bölüme EK: ...Ve Şahinspor sahaya çıkıyor! [*]

 

Maç: Kozyatağı Spor

Tarih: 3 Ekim 2015

Saat: 21:00

Saha: Altayçeşme Sport Center – Maltepe...

 

Şahinspor’un mahallesinin, Şakacı Sokak, Taç Çıkmazı’nın girişinde maç duyuru tabelası halen bir ağaca asılı duruyor olsaydı, bunları okuyacaktınız. Altında skor ve not haneleri de bulunacaktı.

 

Evet, “efsanevî” Şahinspor ile yukarı mahallenin takımı, Kozyatağı, 40 yıl önceki bir futbol maçının rövanşına çıkıyor. Bu, maçtan başka her şeydir, bu da katılmaya davet yazısıdır. Neden mi?...

 

Pisipisi derler bir ot vardır. Böyle saçaklı, buğday benzeri, yeşil bir şey, yol kenarlarında sıkça rastlarsınız. İki elinizin avuçlarını açıp serçeparmaklardan birleştirir, birbirine sürtersiniz, ucuna koyduğunuz o meret yürür gelir kolunuza doğru. Sürtünme mekaniği de ne be, “aa, bak yürüyor” dersiniz olur biter. Üstünüzde kazak var da, kolunuzdan içeri girerse görürsünüz tabii gününüzü...

 

Toprak arsanızın çevresinde, “yeşil saha bölümü” muamelesi yaptığınız çimenlik yerlerde bolca bulunan bu otun saçaklarını yolarsanız, elde edeceğiniz tırtıklı ince çubuk, tamam, arkadaşınızın saçları arasına sokup bir kere kıvırdığınız an, epeyce tel yolucu ve can yakıcı bir işlemle çıkabilir artık, ama bir işlevi daha vardır.

 

Arkeolog adımlarıyla arşınlayıp, topografyasını çıkardığınız arsanızdaki, ancak o arsada oynayanların görebileceği bir sürü çukur arasından, hangisinin aslan-kaplan yuvası olduğunu bulur ve içine daldırırsınız tırtıklı kısmı.

 

Aslan-kaplan ne midir? Ne o zaman ne bu yaşımda bunu hiç bilemedim, böcekbilimci olmayacaktım büyüyünce, asıl adı nedir, nerelidir hiç öğrenmedim. Biz, o örümceğimsi, belki de o familyadan tuhaf böceğe öyle derdik, o kadarı yeterlidir benim için. İşte o böcek, tutunur o tırtığa, yavaş yavaş çeker çıkarırsınız. Gün ışığından mıdır nedir, biraz şoke haldedir. Sonra, çocuk zalimliğiyle, biraz ötedeki karınca yuvasının incecik topraklı yükselti halindeki girişine bırakır, seyredersiniz...

 

Siz bununla uğraşırken, bir başka grup çivi oynamaktadır ileride. Birileri ağlarından kuş toplamaktadır. Kızlar ya yakartoptadır ya ip atlamada. Sakızlardan çıkan fotoğraflar üzerinden sıkı oyun çevrilmektedir bir kenarda. Meyveye dalanlar, tişörtlerinin önünü tutarak, içindekileri yere saçarak, günlük rızkı bölüşmeye kaçar adım gelirler.

 

Bunlar, bir arsada olur. Komşuluklu, akşam gezmeli, hal hatır sormalı, derdine sevincine koşmalı, her çocuğun hepsine açık kapıdan girebildiği evlerin çevrelediği bir arsada.

 

Böyle arsalar, böyle sokaklar, böyle mahalleler, böyle ilişkiler, genele baktığınız zaman fazla ayrıksı değildir belki 60’ların, 70’lerin semtlerinde. Zamanla uğradığı yıkım nedeniyle, büyümüş her çocuğun kendi mahallesini, kendi arsasını, kendi arkadaşlarını benzersiz ve çok özel sanması, ona sarılması doğaldır. Her mahalle, Adile Naşit-Münir Özkul filmi gibidir, her sınıf Hababam Sınıfı’dır sorarsanız. O mahallenin takımı da, şimdi büyümüş her çocuk için bir tanedir, bambaşkadır.

 

Biz, o anlattığım arsada büyümüşler, evden çok orayı mesken tutmuşlar, aileden çok arkadaşlarıyla yaşamışlar, belki kişiliğimizi oluşturan bir atmosferi imlediği için, her şeyin üzerinde tutarız çocukluk anılarını. Yitirmekten çok korktuğumuz için, kaç yaşına gelirsek gelelim, oyuna çağıran bir ıslık için hazır bekleriz. Kırıla döküle de olsa, koruruz, üzerine titreriz çocukluğumuzun, oyun arkadaşlığımızın.

 

Ne diyordum?

 

Ha işte, o arsada oynayan çocukların kurduğu bir futbol takımıydı Şahinspor. Yukarı mahallede Kozyatağı takımının kuruluşu gibi. Aşağıda Tonozlu. Şenesenevler. Kaya Sultan Sokak. Hepsinin takımı gibi. Ama o, Şahinspor’dur. Mahallenin, semtin adını alamamıştır, onu yaşça büyükler kapmıştır. Kâh o evleri oluşturan siteden adını alan Yapıtaş, kâh Şakacı Sokak, onlarla anılır. İki adımda bir mahalle ve her mahallede bir takım olduğu için, kapsamı dardır o zamanlar takım adlarının.

 

Neyse, Acar Spor’a filan girmeyeyim, bizimkinin adı Şahinspor’dur. Neden o adı seçtiğimizi biz biliriz sadece.

 

Yalanım varsa ne olayım, bambaşkaydı bizim takım, en iyisiydi, yaşı başı, amatörü profesyoneli fark etmez, karşımıza çıkanların hepsini de yenerdik. Çok azdır bir maçtan mağlup ayrıldığımız, onda da ya rüzgâr ters esmiştir, ya ayakkabılarımız yırtıktır, ya “ayıcılık” yapmıştır karşı takım. Varsa yalanım, çıksın söylesin biri...

 

Biz neredeyse 40 yıldır sahaya çıkmamış bu takımı niye çok önemseriz hâlâ, ayrı bir yazının konusudur. Kuruluşundan sahadan çekilişine, ayrı ve mutlaka yazılması gereken bir öyküdür. Takımın kurucu oyuncularından Coşkun Irmak kardeşim, “Siyah Çoraplılar” adlı oyununun kitabında başta olmak üzere, değinmiştir de buna. Ama işin o boyutu dediğim gibi ayrı konu olsun.

 

Şimdi bu takım, yukarı mahallenin takımıyla, Kozyatağı’yla bir maça çıkıyor, önemli olan bu. Nereden baksanız 35-40 yıllık bir karşılaşmalar dizisinin rövanşına. Kim bilir son maçta kaç tane atmışızdır da içlerine dert olmuştur bunca zamandır, maç teklif ettiler! Şahinspor bu yahu, deli misiniz, iki ıslıkla döküldü tayfa: “Haydi, ekibi yine topluyoruz” replikli filmlerde olduğu gibi...

 

Şaka bir yana, bugün, iki komşu mahallenin yaş ortalaması 50 olan çocuklarının aklına, bir rövanş maçında buluşmak gelmesi, dahası, sanki son maçı geçen hafta yapmışız gibi bunun normal karşılanması ve “adam sayışma”ya başlanması, ne çok şeyin göstergesidir, bilseniz...

 

Ben birçok öğesinin “rakip” takım için de geçerli olduğunu bilerek, maçın olası sonuçları üzerine bir değerlendirme yapayım istemiştim, pisipisiden girdik uzadı gitti. Tamamen tarafsız bir yorumcu gözüyle söyleyeyim, maçı kazanırız demekte zorlanıyorum, çünkü “rakip”, bizim çocukluğumuzdan, bizim gibi.

 

Şahinspor’u hem gözümüzde, hem civar turnuvalarda ve mahalle maçlarında somut olarak “yenilmez armada” yapan şey, sanırım bir futbol takımı olmamasıydı.

 

Yukarıda bahsi geçen arsada oynanan eğlencelik çocuk oyunlarından biriydi bizim için top tepmek. Misketin tumba, mors, zehir, kaptan, baş gibi oyun çeşitleri varsa, futbol da topla oynanan oyunlardan biriydi.

 

Biz kırk yamalı tahtadan oluşan kale direklerimizi, kırk ayrı oyunun aracı olarak kullanırdık, ille arasından topu geçirmek için kurgulanmış bir şey olarak görmezdik. Bu yüzden, topu uzağa dikip üst direkten vurma oyunumuz, futbol antrenmanı olsun diye değildi. Ortada sıçan, ortada sıçandı, maçta top hâkimiyeti lazım olur diye dert ettiğimizden oynamazdık. Ev önü merdivenlerinin basamaklarına sırasıyla ve tek vuruşla top isabet ettirmekteki amaç, üst basamağa ermekti sadece, plasede ve isabette ustalaşmak değil. Sektirmece sektirmeceydi, röveşata sadece beden hareketi. Yere düşürmeden ayakla, kafayla paslaşmak, amacı sadece bu olan bir oyundu.

 

Topla oynanan bu oyunlar, güvercin takla, birdir bir, çelik çomak, uzun eşek, aklınıza gelecek bütün oyunların, çocuğa zihin ve beden açısından sağladıklarıyla birleşiyordu, saklambacın, dekmanın, perili evlerde dedektifliğin, meyveye dalmanın dikkat ve hız ayarlarıyla buluşuyordu. Bunların hepsini bir arada, paylaşarak, neşeyle ve oyun olarak oynayan çocuklar, top oyununun özel bir türü için takım kurunca da, ortaya Şahinspor çıkıyordu.

 

Antrenman olsun diye aklından geçirmeden, üst direği vurmaca, basamak tırmanmaca, pantolon yırtmaca, ortada sıçan oynayan çocukların futbol becerisi, benzer hareketleri takımın maç kazanması için gerekli çalışma olarak görenlerden fazla gelişiyordu, hepsi bu.

 

Şahinspor’un sırrı, oyun oynamasıydı anlayacağınız!

 

Haa, ciddi takımdık bir yandan da ama bakın. Sanmam ki, başka mahallelerin daktiloyla yazılmış kadroları, üye listeleri, aidat tutanakları, bağış makbuzları, tüzüğü, ceza ve ödül sistemi olsun o zamanlar. Sanmam ki, teknik direktörleri, kulüp idarecileri olsun. Sanmam ki, yukarı mahallenin, hani şimdi şu maça çıkacakları Kozyatağı’nın iyi oyuncusunu yazılı sözleşmeyle kendilerine bağlasınlar.

 

Şahinspor, oyunu ciddiye alarak oynardı!

 

Tuhaf takımdı Şahinspor. Diyelim yabancı bir semtin futbol turnuvasına katılır, ilk üç maçı da farklı kazanır, birbirini daha iyi tanıyan diğer rakipler bu bela veletlere karşı işi sertliğe, çamura dökmeye başlayınca acil toplantı yapar, “galiptir bu yolda mağlup” sözünü maçı izlemeye gelmiş Hayrettin Amca’dan ilk kez duyar, kırıcılık olacağına çekilelim kararı alırdı. Teknik direktörlerinin tebliğiyle sahadan çekilişleri sırasında diğer takım izleyicilerinin “oh be” dediğini duyar, sırıtırlardı mahalleye dönerken.

 

Şahinspor ille kazanmak için maç yapmaz, top oynardı!

 

Bu takımı oluşturan çocuklar, sadece yaşça küçük ya da toprak zeminde kıran kırana maçlar için çelimsiz olduklarından değil, her şeyi, bir maçı da oyun eğlencesine çevirdikleri için, mahalle büyüklerinin takımında fasulyeden bile yer bulamazlardı. Biz de kendi takımımızı kurarız dediler, kendilerinden küçükler benzer bir dışarıda kalmayı yaşamasın diye, bir de onlara takım kurup çalıştırdılar, ileride yerlerini almalarını sağladılar. Böyle bir isyan vardı temelinde, sonra büyükleri yendiler karşılıklı maçlarda.

 

Şahinspor, oyun arzusunu yitirmeyen çocuk kalma kuşağını yarattı!

 

Büyüyünce dağılan, mahalle yıkılınca burulan, arsasını kapitalizmin betonlaşmasından kurtaramamış bu takımın oyuncuları, yine sahaya çıkıyor şimdi. Benzerlerinden kurulu bir takımla maça çıkıyor.

 

Her iki takımın bu maçının anlamı, futboldan başka her şeydir. Bizi biz yapan değerleri unutmadığımızın sahaya çıkışıdır. Mahallemizi, komşularımızı, arkadaşlarımızı, yitirdiklerimizi, güzel günler göreceğimiz inancına çocuk hırsıyla sarılışımızı, bir topun etrafında toplanarak, bir kez daha yücelteceğiz.

 

Top, o bizim dikişlerinden kuyruk yağı geçmiş, havası sibobuna çivi sokularak biraz alınmış, pırtlak yerinden meme yapmış, yağmur çamurda üç kilo olmuş top olmayacak.

 

Eğer “organizatörler” istediğimiz gibi bir toprak saha ayarlayamamışsa, rezil bir sentetik olacak belki arsamız.

 

Direklerini kendi ellerimizle, inşaat artıklarından toplanıp, eklenmiş kenetlenmiş kalaslardan dikmemiş olacağız. Düşünün ki, taşlar üst üste yığılmış da olmayacak bu kalelerin inşasında. Saha, kireç kuyularından ellerimiz yanarak topladığımız, avuçlarımızdan döke döke, geri geri ayak sayarak döktüğümüz beyaz tozla çizilmiş de olmayacak.

 

Ne üçüncü şutta topa yol veren çamaşır ipi düğümlemiş olacağız file niyetine, ne sahilde bulunmuş balık ağı parçaları olacak kalemizin arkasında.

 

Formalarımız da, para toplanıp alınmış, bir başka takımdan “bağışlanmış”, ya da altında çalı çırpı yaktığımız kazanlarda kaynayan suda fanilelerimiz toz boyayla boyanarak yapılmış olmayacak belli ki.

 

Ama biz... biz o çocuklar olacağız. O çocuklar olarak kaldığımızı göstereceğiz.

 

Şahinspor olacak, Kozyatağı olacak adımız bir kez daha.

 

Sanmam ki, futbola benzer bir koşuşturma olsun ortalıkta. O çok övündüğümüz top cambazlığı hünerlerimiz de sergilenemez muhtemelen. Yarım depara yetmez göğsümüz, maçı tamamlatmaz göbeğimiz kalbimiz, kuşkusuz. İki dakika sahada kalıp, topu bir kez havadan atabilsek, ne âlâ. Adı futbol maçı olsa da, en güzel tarafı da bu işte bu buluşmanın.

 

O zaman da futbol olsun, maç kazanalım demeyen iki takımın çocukları, yine bir top oyununu bahane ederek, “vardık, varız” demek için buluşuyor.

 

“Var olacağız” kısmını ekleyemedim, son düdüğü duyar mıyız bilemediğimden...

 

[*] Yapıtaş’tan Asaf Güven Aksel’in yazısı.

 

 

[📷 Bugün beton kutuların esaretinde Şakacı Sokak, (Aralık 2018).] 

[📷 Pire🚲 ile “Kadıköy Pendik Gittik Geldik” Turu, (Ağustos 2017).] 

Seref Sayman

Babaeski, Ekim 2018 -Eylül 2020 

[📷 Gezegene Covid-19 çarptı, Türkiye turları rafa kalktı; Babaeski, (Mart 2020).] 

(*) Önceki Makale: Vay Anasını Sayın Seyirciler!

(*) Sonraki Makale: Dan Dan Çekilin Yoldan Savulun Çocuklar Geliyor!! 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***