We had Grown up With These ~ Bunlarla Büyümüştük


Tarihte bir ileri, bir geri...

Maziyi Geri Getiren Küçük Ayrıntılar 

Bu geçmiş bizim, o yılların süzgecinden geçmiş herkesin geçmişi. Ezik, kırık, parça parça olmuş kimlikleriyle bizim. Şimdilerde unuttuğumuz, kaderine terk ettiğimiz, fark ettiğimizde yüreğimizin telini titreten altmışlı, yetmişli, biraz da seksenli geçmişimiz... Ve öyle deli ki bu ehlikeyif sesler!.. Dönüversem ya rüzgârlara çarpıyor; ya göz göze geliyorum; görmeyi unutmuş gözlerle... Varsın umarsız gözler görmezlikten gelinsin, akıllar ziyan edilip hatırlamak istenmesin... O toprağa karışmış yıllar, gökyüzüne kavuşmuş güller kalkacaklar ayağa, uyanacaklar derin kederlerinden ve görmeyi öğretecekler kaçmaya çalışan gözlere yeniden. İnanıyorum, inanmak istiyorum... Öyle ki, yaşantımızın bir bölümüne damla damla düşmüş küçük ayrıntılardan söz edeceğim. Aslında hepimizin her gün baktığı, ama kimimizin gerçekten gördüğü, kimimizin ise görmezlikten geldiği minik küçük nesnel olaylardan, olgulardan ve objelerden, ufacık tefecik deniz kabuklarının ayrıntısından belki.

Gelenekte görenekte, doğal kıyı köşe semtlerde, büyürken yaşama dokundurduklarımız… 

Mazi iyice yükünü alıp geleceğin ise sayılı yılları kaldığı zaman insan hatıraları ile yaşamaya, hep onları anmaya ve anlatmaya başlar. Bu belki de geçmişin artık kabına sığamayışı, bir manada sahibini zorlayışıdır. Bu zorlayış en çok kişide anmanın ve anlatmanın ötesine geçerek yazma arzusunu da körükler... Maziden ibaret hale gelmiş bir hayatın artık gelecekten pek fazla bir beklentisi yoktur. O mazi bilhassa yalnızlık anlarında insanın beynini kurcalar, hafızasına epeyce jimnastik yaptırır... İçinde yaşadığı zamanın geçmişinden farklılığı sebebiyle geçmişine duyduğu hasret bu yazma isteğini daha da şiddetlendirir. Hele birkaç nesli kaplayacak bir değişikliği bir ömürlük zaman içinde yaşamışlardan ise... 

Zaman hızla akıp giderken ve geçmişten teselli bulmaya çalışırken o müthiş değişimlere uyum sağlayıp sağlamama meselesi değildir. Belki uyum sağlayamayanlar için bir özür sayılabilir ve varlığı ile çocukluğunu, gençliğini özler durur diyebiliriz. Ama bence hiçbirimizin reddedemeyeceği bir geçmişi olmuştur. Bu geçmişin içinden büyüyerek bugünlere gelmişizdir. Tıpkı anneannelerimiz, babaannelerimiz, dedelerimiz sonrasında da annelerimiz ve babalarımız vesaire gibi... 

Altmışlı yıllarda doğan ve yetmişlerde çocukluklarını ve ilk gençlik yıllarını yaşayanlar için Kazasker & Şakacı Sokak: Akasyalar da Yola Dâhil ayrı bir anlam taşıyacaktır. O çağlarda yaşadığı mekânlara hasreti arttıkça artacaktır. 

Geçmişimizi oluşturan renklerin arasında bulabildiklerimiz aslında bize olağan gelen şeylerdi. Pek fazlasıyla önemsemezdik. Daha doğrusu bu renkli değerlerin bir gün yitip biteceğinin hesabını yapmazdık. Sanki bizimle geleceğe taşıyacağımız şeyler gibi gelirdi tüm bunlar. İnsan büyüdükçe daha iyi anlıyor. Oysaki o dikkate değer bulmadığımız alışılagelmiş, amiyane, hafif bulduğumuz şeyler bir bütün halinde bir aradayken ne kadar manidarmış. 

Burada bir parantez açayım... 

Mutluluğu boyuna geçmişte arayan bir insan değilimdir. Yaşadığımdan daha büyük mutluluklar yaşayabileceğime dair inancımı hiç yitirmemişimdir. Umut bence hep gelecektedir, gelecek gündedir. İnsanın olduğu her yerde umut vardır. Ve diyalektik düşünceyi benimseyen bir insan olarak, ben her türlü koşulda insana güvenirim, güvenim umutlarımı besler. İnanırım ki, her olumsuz olgunun süreç içinde kendi karşıtını yaratacağını, son çözümlemede kendi karşıtına yenik düşeceğini biliyorum. İnsan var oldukça iyi kötüyü, doğru yanlışı, güzel çirkini, yenecektir. 

Parantezi kapatıyorum. 

Hiç kuşku yok yaşadığımız hayatlar gün geçtikçe trajik haller almaktadır. Bir biçimde hayatın güzelliklerini öğreniyoruz. Yaşamasak da neler olduğunu biliyoruz. Örneğin doğa bize çok farklı inanılmaz güzellikler sunuyor, her birinin yeşili ayrı tonda ağaçlar, her biri başka kokan çiçekler, birbirinden havalı, güzel kuşlar, dağlar, göller, ırmaklar, hayvanlar... Hadi itiraf edelim: artık çoğumuz ne o ağaçları, ne o çiçekleri, ne o kuşları tanıyoruz. Doğayı beton yapılar, çelik köprüler, dev trafolar sanan kuşaklar yetişiyor... 

Aşk, çok güzel bir duygu, fakat insanlar âşık olmaktan korkuyorlar, aşkın güzelliklerini tatmadan ölüyorlar. 

Ben, bu Blog içerisinde çokça sözünü ettiğim gibi, İstanbul’da doğdum, uzun yıllar Londra’da kaldım, 15 yıla yakın da Antalya’da yaşadım, şimdilerde Saros’da takılıyor ve bisikletim Pire🚲 ile Türkiye’yi geziyorum. Konu İstanbul, Londra, Antalya, Çanakkale vesaire olunca ben bu hayatıma girmiş, onlarla bütünleşmiş, bu kentlerle özdeşleşmiş bir insanım. Zaman zaman fırsat buldukça bu kentleri yeniden keşfe çıktığımda, özellikle iyi bilmediğim, eksik bıraktığımı düşündüğüm semtlerine giderim, sokaklarında dolaşırım, yeni insanlarla tanışır, söyleşirim. Her seferinde birçok güzellikler çıkar karşıma. Fakat çoğunluk farkında değildir bu güzelliklerin. Aslında o güzelliklerin içinde, ortasında yaşayanlar bile farkında değillerdir çoğu kez. 

Bırakın yeni semtleri, çıkın arka mahallelere, girin yan sokaklara, her sokak, o sokaklardaki her yapı başlı başına bir tarihtir. Tarihi insanlar yapar, o insanları düşünün. Neler yaşamışlar, neler düşünmüşler, neleri özlemişlerdir, nasıl hayatlar, yaşamışlardır? Bir süre sonra fark edersiniz ki, o hayatlara dair ilk aklınıza gelenler genellikle güzelliklerdir. Bir bakmışsınız, bakımlı ve cazibe sultanı kadınlar, şık ve güçlü erkekler, pastaneler, kafeteryalar, kulüpler, restoranlar, barlar, sinemalar, tiyatrolar, kabareler vd. Ama aynı zamanda da muntazam, mütevazı, hatta yoksul, fakat erdemli hayatlar... Eski kent, eski semt, eski mahalle, eski sokak diye bir gerçek vardır. Bu gerçeği kısa bile olsa, bir süre yaşamışsanız, o günleri özlememek elde değil. 

İşte bu anlamda, teselli bulmak için, insan kimi zaman geçmişten medet umuyor... Böyle bir kişinin duyumsadığı bu özlemini önlerinde meçhul, belirsiz ve sihirli bir gelecek olan yeni nesiller, gençler anlayamaz. 

Onların yaşadıkları zamanın çirkinliklerine geçmişin güzelliklerini bilemedikleri, yaşayamadıkları için tepki gösterememesi de bir yerde doğaldır. Sık sık geçmişi gündeme taşıyanları biraz hafife alarak hatta sıkılarak dinleyebilirler. Çünkü insan o çağda yaşlılığı çok uzağında, hiç gerçekleşmeyecek bir olay olarak görür. Yaşlılar onlar için sanki insan denen varlığın bir başka türüdür. Yaşlılığın engin tecrübe ve görgü deposu olduğunun pek az genç farkındadır. Aslında hepimiz gençliğimizde aynı hataya düşmüşüzdür. Seneler su gibi akıp, o yaşlı insanlar hayatımızdan birer birer kayıp gidince büyük bir pişmanlıkla onlara soramadıklarımızın, onlardan öğrenemediklerimizin üzüntüsünü duymuşuzdur... Beraberlerinde kim bilir ne kadar önemli pek çok hadiseyi kendisi ile birlikte toprağa gömen yaşlıları dinlememek, konuşturmamak gençler için ne büyük bir kayıptır. 

Ve işte hem bu nedenle hem de bir semt, bir sokak arşivine katkısı olsun diye çoğumuzun çocukluk ve ilk gençlik yıllarında var olan mini minnacık, mühim olduğunu düşünmediğimiz, bayağı, sıradan, yalınç şeyleri sıralayacağım. O yılları anımsadıkça, farklı on yılları temel alırsak, bir on yıldan diğer on yıllara nasıl ve nelerle büyüdüğümüzü birtakım örneklerle anlatmayı deneyeceğim. Elbette şu notu düşmeden geçmeyeyim. Anlatacaklarım arasında bazı şeylerin halen ayakta duruyor ve yaşantımıza hükmediyor olmaları muhtemeldir. Ama yarın var olabileceklerine dair kim garanti verebilir ki?.. 

İnsan gövdesine dokunmak:
sonsuzun gidişine
ve gözkapaklarına belleğin
Çocuk gibi
tiril tirilliğinle
kucaklardım seni..
Yazlar ve unutuşlar geçerdi.
Günlerin güneşini içerdim.
Sessizce
aşkın
teri
dolardı kucağıma...
Fıçılarda damıtılmış
şarap renginde şafak...
Ayaklarının bastığı kumlara
basardı ayaklarım...
İnce
güzelliğin senin
seni kuşatan
gökyüzü kadar sadeydi...
İnsan
güzelliğin senin..
Katıksız merakın..
Katıksız
şehvetin ve sevincin..

Dünyaya
bir güzelliğin../..

narinliğini
anlatmak için gelmiş gibiyim..
Denizin çarptığı
kumsal
ve bunaltıcı yaz gecesi..
Dünyaya
bir yaz gecesinin
bunaltısını
anlatmaya gelmiş gibiyim.
Ey bırakıp gitmek...
Yıldızlar ve
taptaze bir şey...
Bir aşkın
pırıl pırıl
edişi seni...
Boynunun ve
omuzlarının narinliği..
Dudaklarının üstündeki
ter damlası...
Kayar gibi uzanışı
kollarımda vücudunun..
Beyaz bir
ırmak gibi...
 

Yaşanmış ve yaşanacak
bütün aşkların
baygınlığını yaşamak seninle...
 

Vücudun üstüne

yazdığım bu şiir
senin bir zamanki
güzelliğinin
tanıtı gibi kalmalıdır..
Sevgilim, gövden
sinerdi gövdeme..
Çocuk ve
günahkâr başın
dinlenirdi omzumda...
Her şey bitiyor
ve
yorulduğumu düşünüyorum
Akşama
yemek hazırlıyor bir kadın..
Kocası, gömleğinin
kollarını kıvırmış
camdan bakıyor...
Terzi kızlar
atölyeden çıktılar.
Akşam hazırlığı.
hüzün.
 

Bir odada
beni beklediğini düşünüyorum..
Seninle dolu bir oda..
Seslerimiz
tanıdığında birbirini
ve gülüşlerimiz..
Ve hüzünlerimizin
anlaşıldığında
kardeş olduğu..
Boynunu yeniden
sevgiyle öperim
parmaklarının
ucunu...
Gençliklerimizin
birbirine karıştığı
düşüncesiyle çoğalarak...
 

[Ataol Behramoğlu, “Çocuk Gibi Tiril Tirilliğinle”..] 

NOSTALJİ, ÖZLEM, İŞTİYAK, DAÜSSILA, ARZUHÂL

Saçlarına ve sakallarına aklar düşmüş, beyaza durmuş o eski evlerin, toprak kırmızısına çalan derme çatma çatılarında hep birden sakin havayı soluyarak ayla güneşi yakalamaya çalışıyorum... Sanki bilinmeyen bir şehre açılan tarihi kapılarındayım, boyumdan üç ya da dört kez daha uzun ve gökçe yüksek... Kim bilir kaç kişi destek verip de açacak şimdi bu tonajlı kapıları? Yağmurlu akşam üstülerde; buz tutmuş rüzgârlarda, kestane rengi çiçeklerinin altında amansız bir kışı soluyor gibiyim... Belli belirsiz görülüyor o nazenin ışıltılı duvarlar... İp gibi yağan sağanak altında hoyrat kumruların türküsünü dinliyorum; alacakaranlıkların saadetle kapladığı ince güzellikteki yaldızlı şakakların, düş kırıklığı ile birleştiği çizgide Çobanyıldızı’nı arıyorum... Gökyüzü bakışlı bir rengeyiği çıkıyor karşıma, ebedî bir panoramaya sokarken iri gözlerini... Sonra, o başak yağmurları altında koştururken bir an, sesinle irkiliyorum: 

Gel deyin kızıl atlarıyla güneşe gidenler / Gel deyin ben de geleyim / Yol verin ateşin çocukları / Atlarınıza alın beni de… Yaslayıp asi rüzgârına alnımı dağların / Düşeyim ben de yollara / Bir daha dönüşüm olmasa da ne çıkar / Atlarınıza alın beni de… 

Nostalji havadisleri veren bayram sevinçlerim salkım yağmurlarla yarışıyor... Umutlarım umutsuzlukla buluşuyor... 

[📷 Kız Kulesi; vapurla Beşiktaş’tan Kadıköy’e geçerken, (Nisan 2017).] 

Leandra’nın kış başı yalnızlığında fırtınanın karıştığı bir gecede, yıldızsız Kız Kulesi’nin kayalıklarına erişemeyip boğazın serin sularına gömüldüğü gibi, yurdumun eşi benzeri her yerinde olan, adı hükümsüz, o tenha ve yoksul mahallelerindeyim; yorgun gözlerimde yerey sevdanın adresini arıyorum... Bir genç çocuk mendile sıkıştırılmış umudun anlamlı resmini çiziyor, bulutlu gölgeler arasında adımlarken, kaskatı kesilmiş bedeninde yalnızlığın ısırıcı yüzünü tarifsiz hissederek! Ben onu don ve gömlek ile tepeden tırnağa seyrediyorum, siz uzaktan hasbelkader bakarken, bir kül fundalığında sessiz çığlıklara aldırış etmeden... Onun adı mı ne? Ne önemi var? Ama sizi kıracak değilim. Söyleyeyim. Onun adı gEZENTİ bİSİKLETe hayat veren gEZENTİ şEREF ... 

Dost kollarıma alıp onu kucaklayıp öpüyorum! Uzun saçlarını okşuyorum! Çocuksu bir meserret dalga dalga yürüyor, ıssız ovalarda hayatın pırıl pırıl, salkım saçak koçanı oluyor... 

[📷 Keserci’den Şakacı Sokak’a, Hilmi Paşa Sokak, (Aralık 2018).] 

Bir NOSTAJİ iniyor sebilli gökyüzünden... Bir ses ışık hızında; yalın, parlak, dingin... Bilmem duyuyor musunuz? bir parça son yalnızlığa öncekiler hazırlıktır / insan bırakmaz sevdiğini sevmek insanı bırakır / kalırsa gözlerinin elinde yaldızı belki kalır / ney üşür kanun pırıldar udlar oldukça karanlıktır / nasıl da sevdim ne iştir bilmeden sevmeyi… Şimdi mevsimlik yağmurların yıkadığı renk cümbüşü gökkuşağı altındayız, mükemmel sevişmeleri kutupyıldızından öğreniyoruz! Blogun doğum günü olan Sevgililer Günü’nde mevsimin en vokal dalı, coşkun ırmaklardan, taş köprülerden uzakta, şerare ışıktan, toza karışmış kumdan, karıncalara yuva açan köklü ağaçlardan ve zeytunî yaprağın suya düşen gölgesinden damlayan aşkın erdemini yakalamak istiyoruz... 

[📷 Ayakta kalmış bir çeşme, Erenköy, (Aralık 2018).] 

Ben yine yerküremizdeki muharebe çocuklarının gönülsüz acılarını yüreğime gömüyorum. Dünyamızın ve yurdumuzun sisli bir sabahta sesleri duyuyorum: Usandım taş basması günler yaşamaktan / yalnızlığımı büyütüyorum korkunç / yani bağırmak sana sulardan... / Her gün yeniden ölmek / elinden karanlık adamların / yalanla, ekmekle, silahla… Hadi kim çaldıysa günlerimi, söyleyin ona, gelsin alsın beni, götürsün ŞAKACI SOKAK’ın derinliğine... Bilinmeyen bir mahallenin kapılarında birbirleriyle takas edilebilir konseptler arıyorum... Mesela umudun ışıldağı tarihten belgeleri ve kültürel sanatın aydınlık sıcak köşeleri! Kavramlar mevsimlik yıldızları kıskandıran güzellikteki Körler kentinin üzerine toplandığında, saklambaç veya körebe oynayan çocukları görüyorum! Bir kadının yalaz çığlığını işitiyorum, mehtap odanın içine sessizce sızdığında... Bostancı’nın Âşıklar Caddesi’nde sarmaş dolaş gezen sevgilileri görüyorum; yaz ya da kış öğlelerinde, loş kuytuları aydınlık yapan öpüşmeleri yakaladığımda! Kim bilecek demeyin: Şiir yazmayı kadar, şiir okumayı da seviyorum! Her gün yüz yüze geldiğim sayısız minik kaybolmalar arasında yarı bitik, yarı uyanığım... Ne var ki can yoldaşım kitaplar sağ olsun... Acayip sırlar dolu bir gezegendir: içimdeki havadis kuyularını ve çöllerini çekip çıkaracak o son sevda çığlığını atmasını bilmek gibi bir duygu içindeyim... 

[📷 Mehmet Sayman Apartmanı, Şakacı Sokak, (Aralık 2018).] 

Bir ŞAKACI SOKAK NOSTAJİSİ iniyor sebilli gökyüzünden... Mizah okurken bile, ne sözcüklerden söz ediyorum, ne de kırmızı pullar döken güllerden... Gençliği seviyorum; insanların her türlüsünü de: ne ırk, ne renk, ne de din farkı gözeterek!.. Başkaldırdığım kirli savaşlardır, oysa barış ve hümanizma üzerinedir tüm söylediğim türküler ile okuduğum şiirler! gEZENTİ bİSİKLETi izlerken kapandı gözlerim: Karlı dağı tarttım ve söğütlerin / gölgelediği dereyi… / Eşittiler yeşim taşının oluştuğu ve / bebeğin memeden kesildiği vakitlerde… / Göreli nicelikler ama kim emin niteliklerden?.. / Geçti geçen: Anımsamıyorum artık / kimdi ilk seviştiğim kadın?.. / Belirsiz sarıldığım gövde… / Kemikli miydi sırtı / var mıydı öpüşünde yeni sulanmış / bir bahçenin serinliği?.. / Yitirdim anlamları çoktan; / duyumsuyorum ama çürüyen / kökü aşınan bazaltı, yırtılan / damarını elmasın… / Siliniyorum mevsimlerden / sayfalardan, oyluklardan; / uçucu bir kokuyum sanki… 

[📷 Eski bahçelere yeni düzen; bizim bahçeden komşu Kutun ve Yüksel familyaların bahçeleri ve ötede berbat apartman yığışımı, Şakacı Sokak, (Aralık 2018).] 

Havadis dolu yeryüzündeyim ben şimdi... Peki ya siz neredesiniz? Saçlarına ve sakallarına aklar düşmüş, beyaza durmuş o eski evlerin içinde misiniz, kül olmuş ormanlarda mı? Tomurcuklar altında tarifsiz bir mevsimi soluyan, yalnızlığın yanardağ gibi patladığı manşete çıkmış uçrak saatlerde... Boğazlar ya da nehirler yine bulanık akıyor! Bir kimsesiz çocuk ağlıyor, bir ezilmiş kadın üşüyor, dördün güneşle buluşurken o köprünün üzerinde! Buz tutuyor rüzgâr, o bakır rengi ağaçların sevimli çiçekleri! Yarım kalmış aşklar, terk edilişler! Kara mizahça seviler, hicviye paketinden bir soluksuz duman tüttürmeye benziyor... Ve ben haykırıyorum Ahmet Arif’in dizeleriyle: Maviye/Maviye çalar gözlerin, / Yangın mavisine / Rüzgârda asi, Körsem / Senden gayrisine yoksam/ Bozuksam / Can benim, düş benim, / Ellere nesi? / Hadi gel, Ay karanlık... / İtten aç / Yılandan çıplak, / Vurgun ve bela / Gelip durmuşsam kapına / Var mı ki doymazlığım? / İlle de ille / Sevmelerim, Sevmelerim gibisi? / Oturmuş yazıcılar / Fermanım yazar / N'olur gel, / Ay karanlık... / Dört yanım puşt zulası, / Dost yüzlü, / Dost gülücüklü / Cıgaramdan yanar. / Alnım öperler, / Suskun, hayın, çıyansı. / Dört yanım puşt zulası, / Dönerim dönerim çıkmaz. / En leylim gecede ölesim tutmuş / Etme gel, Ay karanlık... 

[📷 Sol tarafta bir zamanlar bizim top sahamız vardı; ne turnuvalara tanıklık etmiştir saymakla bitmez, Şakacı Sokak, (Aralık 2018).] 

Bir NOSTAJİ iniyor ifşaatla gökyüzünden... Burada sazı elime alıyor, Şakacı Sokak’ın istihbarat ruhunu özgürce çalıyorum ve çıkıyorum gökyüzünün en yüksek katına... bir kez olsun unutmadan aydınlığı... entelektüel fikirlere bilinmeyen mahallenin hangar kapılarını açıyorum, sızmadan zifiri karanlık gecelerde... Öylesine ki, fark ettiğiniz gibi, resimli çerçevelerle dekore edilmiş, pek süslü bir görsellik tasarımı altında düşünce ve görüşleri, yaklaşımları bakımından çeşitli türevlerde yaşanmakta olan bir hayat geleneğinin sürdürülmesinin ifadesidir. Hayata sevdalı gEZENTİ bİSİKLET, öte yanda: yaşam mücadelesinin ta kalbinden geçmiş maziye duyarlı ŞAKACI SOKAK, geçmişte yaşananları özlemle yâd eden bir kıvrımlı sokağa ve onu çevreleyen şakacı mahalleler, bir kahkaha yaygarası gibi hatıratlar ile birlikte bütüne yönelik özgür bir kanalın sözel ve görsel kütüphanesidir, arşividir... Söylenceye maruz kalmış anılar nihayetinde uçar gider ama yazısı kalır... 

Geçmişe Yolculuk 

Bugün sizi, geçmişte bir yolculuğa davet etmek istiyorum. İnanıyorum ki, ben yaştaki azizler ve azizeler, sisler arkasındaki anılarınız canlanacak, çoktan unuttuğunuzu sandığınız günleriniz, yeniden gözlerinizin önüne gelecek. 

Yolculuğa hazır mısınız? Öyleyse hep birlikte başlayalım... 

Ben ilkokulu Kozyatağı İlkokulu’nda kâh sabahçı bir sınıfta, kâh öğlenci bir sınıfta okudum. 1974 yılına kadar (yani ben dördüncü sınıfa gidene kadar) Cumartesi günleri de ‘mesai’ günümüzden sayılırdı; öğle saatlerinde çıkardık. Cumartesi öğleden sonraları benim için bayram olurdu. Bahçelere taşan oynadığımız oyunların haddi hesabı yoktu. Akşamları ise ayrı bir festival havası eserdi evimizin içinde. Odun ve taş kömürü yaktığımız Şakir Zümre marka sobalı odamızda, Cemile babaannemin hediye ettiği dev boy, lambalı bir Philips radyomuz vardı. 

Düğmesini çevirince, lambalarının ısınması biraz zaman alırdı. Saat 21.00’e doğru, Orhan Boran’ın sunduğu 15 Günde Bir eğlence programı başlardı. O programın tadını hiç unutmam. İçinde yaşardık. İsmi üstünde, ne yazık ki, 15 günde bir yayınlanırdı. Ayrıca hafta içinde sabahları, Arkası Yarın; öğleden sonraları Çocuk Bahçesi ve Perşembe geceleri Radyo Tiyatrosu / Temsil programları harikayla bizleri radyoya kilitleyen başlıca programlardı. Dünyaya Açılan Pencere programının, jenerik müziğinin (Rodrigo’nun gitar konçertosu) benim klasik müziği sevmemde büyük rolü olduğunu sanıyorum. 

Yıllar sonra “Hatırla Sevgili” adlı muhteşem diziyi seyrettiğimizde, Deniz Gezmiş’i uğurlarken de dinlemiştik bu konçertoyu ve ne kadar gözyaşı varsa buğulu gözlerimizde bir akarsuyun sel oluşu gibi akmıştı göz pınarlarımızdan. 

70’li yıllar boyunca evlerin çoğunda 50’li ve 60’lı yıllardan, hatta belki daha da eskilerden kalma, dışı ahşap, önündeki frekansların yazılı olduğu camda ise “Rome”, “Sofia”, “London”, “Bucharest”, “Moscow” gibi şehirlerin isimlerinin yer aldığı bu lenduha bedenli radyolar olurdu. Fakat arama çubuğunu bu şehirlerin üstüne getirseniz bile ses çıkmazdı bunlardan, ya da etkisiz cazırtılı sesler arasında cılız konuşma veya müzik sesleri duyulurdu odayı boğan. Kısa dalga, orta dalga ve uzun dalga gibi tabirleri vardı. 

O günlerde, Ses, Hayat, Radyonun Sesi, Yelpaze, Hey, Seksek dergileri, elimizden düşmezdi. Yapı ve Kredi Bankasının, ikramiye evlerinin reklamı, hep son sayfaları süslerdi. 

Doğan Kardeş, Akbaba, Gırgır, Fırt dergilerini, satır, satır yudumlardım. Annem ve babam, daha çok Akis gibi, ağırbaşlı, resimsiz, bol yazılı dergileri okurlardı. Orada, İsmet İnönü’nün, Celal Bayar’ın politikalarını izlerlerdi. 

Ses, Hayat, Radyonun Sesi, Yelpaze gibi dergilere babaannemin Mecidiyeköy’deki alafranga evinde rastlardım. Yeğeni Berrin abla ile birlikte uzun soluklu okumalara dalar, sonradan sevgilim olacak karşı komşunun kızı Tülay ile bu okuma günlüklerini dallandırır, işi resimli romantik Cep Fotoroman kitaplarına kadar büyütürdük. 

Hey dergisine gelince... 

Hayrünisa ablamdan kaçamak aşırıp arkadaşlarımla birlikte inşa ettiğimiz ağaç evin sota köşesine birikir, okumaya doyamazdık. Ablam ise her sayı ile birlikte gelen renkli posterleri itinayla odasının duvarına yapıştırır ortalık sanatçıdan geçilmez olurdu. 

Bir zamanların en popüler gençlik ve müzik dergisiydi, Hey. O zamanların pop müziğine ait son haberlerinin, şarkı sözlerinin, sanatçı posterlerinin yer aldığı yegâne dergiydi. Özellikle genç kızların sürekli takip ettiği bir matbuattı. Tıpkı ablamın yaptığı gibi, birçok ünlünün resimleri bu dergiden kesilip duvarlara ve defterlere yapıştırılırdı. 

Yıllar boyu yine o dergilere ben sahip çıkmış, kül olmaktan kurtarmış, Saros’da evimin kütüphanesine titizlikle kaldırmıştım. Bugün bile eskisi gibi aynı derecede yeni gibiler. 

[📷 Ehliyete kavuşmanın sevinciyle kumsala uzanan özgürlük, Margate, UK, (Eylül 1982).] 

Şimdi anlatacaklarıma, Şakacı Sokaklı yeni yetişmekte olan gençlerin kesinlikle inanmayacağını biliyorum. Ben, sürücü ehliyetimi, 1982 yılının Eylül’ünde (19 yaşımı sürdürürken) Londra’da, üstelik direksiyonu sağ tarafta bulunan bir araç üstünde, teste ilk kez girdiğim günde aldım. Malum İngiltere’de trafik sağdan değil soldan akıyor. Yıllar sonra Britanya mahlaslı ehliyetimi Türkiye’de de kaydetmek için başvurmuş (1992), Trafik Müdürlüğü ehliyetime veriliş tarihi olarak iki tarihi de yazma gereğini duymuştu: 10.09.1982 & 17.06.1992 

Babam askerde, Erzurum...

Babam ise delikanlılık yıllarından beri ehliyetli idi. Normal ehliyet yetmezmiş gibi bir de ağır vasıta ehliyeti edinmişti. Çünkü aklı Mehmet dedemin Erenköy’deki marangozhanesinde değil, otobüs ve kamyonlarda idi. Ehliyetini 1949 yılında almış. Tabii Clark Gable bıyıklarıyla has yakışıklı bir delikanlıydı o zamanlar. Askerliğini de Erzurum Aşkale’nin topçu birliğinde şoför olarak ifa ederek tamamlamış, kamyonculuktan otobüs şoförlüğüne terfi etmiş, belediyenin Kadıköy-İçerenköy hattında görev yapmış daha sonra Kozyatağı PTT hastanesi derken hizmetlerini Kartal hastanesinde cankurtaran ve pikap araçlarında vererek emekliliğine kavuşmuştu. Elinden çokça doktor ve eş, dost, akraba geçmiş, eğittikleri onun sayesinde ehliyet sahibi olmuşlardı. 

Babam Kartal Hastanesi'nin bitişiğinde...

Çoğu 1960’lı yılların sonunda ve bilhassa 1970’li yıllarda ona başvurarak kendisinden yardım talep ediyor, o da bu yalvarışlara duyarsız kalmıyordu... 

Bağdat Caddesi, Suadiye...

Eğitim pisti, Bağdat Caddesi’nde, Suadiye’de şimdi Vakko’nun bulunduğu yere çok yakındı. Direksiyon eğitimi verdiği, doktorlardan birine ait bir otomobili dün gibi hatırlarım. Arabanın ön camı iki parçalıydı, bombeli değildi. Ön koltuğu yekpareydi. Vitesi, direksiyondandı. 3 vitesliydi. Modeli Dodge diye aklımda kalmış. Yanılıyor olabilirim. Ara gaz vermeden, vites küçültülemezdi. Babam şoförlük terbiyesi verdiği doktorlardan asla ders saati ücreti almaz, karşılığında başka ikramları kabul eder ve hatta bizim hastalık günlerimizde itinayla check-up yaptırmamızı sağlardı. Ne güzel arabalardı onlar! Bir maketi yıllardır evimizin büfesinde duruyordu. Çocukken bazen o hayallere dalıp, gidiyor ona dokundukça metal bedenini kurcaladıkça kendimi direksiyon eğitimi alıyormuş gibi hissediyordum. 

1990’lı yılların başında Cağaloğlu’nda, Piyer Loti Caddesi’nde 5 arkadaşımla birlikte kurduğumuz ajans işletmesinde matbaacılık faaliyetlerinde bulunurken önünden sıkça geçerdim. Burada şimdiki Gazeteciler Cemiyeti binasının bulunduğu köşeden düz ileri gidilen yolda, Çifte Saraylar Gazinosu varmış. Orada en çok Safiye Ayla dinlenirmiş. Şarkıcılar, sabit mikrofonun önünde ayakta durur, ellerini ne yapacaklarını bilemediklerinden, beyaz bir mendil tutarlarmış. Gazino, Balyanlar tarafından 1865’te inşa edilmiş ve 1911 Mercan Yangını’nda yanan Saray’ın bakiyeleri duvarlar da 1950’lerde yıktırılmış. Yine Boğaz’da Beyaz Park diye anılan lokantadan Celal İnce’nin tangoları yankılanırmış. 

Sünnet düğünümüzden, Yenikapı Çakıl Gazinosu... 

Daha sonraları, Yenikapı Gar Gazinosunda, Yıldırım Gürsesi dinlemeye de gitmiş midir ve “O son mektup” şarkısını ezberlemiş midir, bilemeyeceğim, ama babam muhtemelen gazinolardan etkilenmiş olmalı ki ağabeyimle bana sünnet düğünümüzde annemin bütün isteksiz feryatlarına rağmen bir Çakıl Gazinosu armağan etmekten geri kalmamıştı... 

Pazartesi sabahları, ütülenmiş kara önlüğüm, gri pantolonum ve kolalı yakamla bir haftalığına okula giderken, annem, cebime muhakkak, (bugünkü tea light mumları büyüklüğündeki) teneke kutu içindeki Krem Pertev’i verirdi. Okulda, ellerimiz çatladıkça, sürmemizi tembih ederdi. Ceplerimizdeki Krem Pertev kutularının içine, daha ilk günden, kum dolardı. Bazen de yumuşak teneke kutusu ezilir, içindekiler, giysilerimize bulaşırdı. Aslında ben daha çok sıvışık kremin değil, horoz şekeri, elma şekeri, ya da leblebi tozu alabileceğim harçlığın cebime indirilmesi taraftarıydım. 

Sizi bilemem ama bize, ilk okulda, ne idüğü belirsiz beslenme saatinde, Amerikan yardımı olduğu söylenen, rengi turuncuya çalan bir peynir (gravyere benzerdi ama, kesinlikle değildi) ve süt tozundan yapılma süt verilirdi. Alt tarafı raflı ahşap sıralara otururduk. O küme sıraların başka bir vazifesi daha vardı. Veli toplanış günü okula gelen analar babalar, geleneklere göre, sınıf öğretmenimizin himayesinde toplanırlar, kendisinden ders notlarımızı teslim alırlar, hakkımızdaki övgüleri ve/veya şikayetleri dinlerlerdi. 

O sıraları aşıp deri koltuklara yapıştığımız tek yer okulun konferans salonuydu. Günlerden bir gün bizleri cümbür cemaat toparlayıp sessizliğe gömülmüş bir düzen içerisinde götürdüklerinde, hemen, film seyredeceğimizi anlardık. Tek sıra halinde, giriş kattaki, büyük salona dizilirdik. Belgesel film siyah beyaz olurdu. Sesi, gider, gelirdi ya da boğuk olurdu. 

[📷 Kozyatağı İlkokulu, Şakacı Sokak, (Ağustos 2010).] 

İlkokul yıllarında, mahalleden birbirini tanıyan en iyi, en sıkı fıkı arkadaş grubunu oluşturarak güle oynaya okulun yolunu tutardık. Arkadaşlarımın büyük bir kısmı Şakacı Sokak’ta ise diğer büyük kitle de Kozyatağı’nda oturur, Kaya Sultan Sokak, Şenevler, Şenesenevler, Keserci taraflarından yürüyerek gelirlerdi. O zamanlar servis araçları olmaz, biz çocukken her şeyin doğalını sevdiğimizden herhalde taşıt olsa da kimse takmaz, yine yağmur, çamur, kar kış kıyamet demez yürümeyi yeğlerdi. 

[📷 Kaya Sultan Sokak, Kozyatağı, (Eylül 2010).] 

70’lerin sonlarında genellikle Pazar günleri sinemaya film izlemeye Kadıköy’e gider, arada bir değişiklik olsun diye Beyoğlu’na geçerdik. 

Şaşkınbakkal, Suadiye...

Atlantik & Suadiye sinemaları, Şaşkınbakkal...

Kadıköy Yakası'nın yazlık sinemaları

En yakınımızdaki Suadiye Atlantik, Şaşkınbakkal Çiçek, Suadiye, Küçükyalı 63, Caddebostan Budak sinemaları yanında Bahçe, Can, Çamlık gibi yazlık sinemalar da favori listemizin baş tacıydı. 

Kadıköy sinemaları

Kadıköy’e ekseriyetle Şakacı Sokak’tan bindiğimiz 18 no’lu otobüsle giderdik. Otobüs Üst Bostancı’dan kalkar, Şenesenevler yönünden Kaya Sultan Sokak’a çıkar, Şakacı Sokak’a bağlanırdı. Otobüste, kuruşlu zamanların çoktan sonuna gelinmiş, enflasyonist memleket ortamında yapılan zamlarla tam 4 lira, öğrenci 2½ lira olmuştu.  Şakacı Sokak’ın köklü ailelerinin kullandığı ortası delik paralar ise çoktaaaaan tedavüldeydi. Ben, öğrenci pasomu gösterir, 2½ lirayı isteksizce uzatır biletçi bileti keser elime tutuştururdu. Metal paralar arasında ben en çok 2½ lirayı sever koleksiyonuma katar, zorunlu olmadığım sürece onları harcamazdım. 

18 no’lu İETT otobüsünün biletçileri genellikle beni çok iyi tanırlar, benimle şakalaşmadan günleri rast gitmezdi. “Yine hınzır bakışları çekmişsin; hangi manitaya asılacaksın bugün bakalım?” Doğru, otobüste gördüğüm Bostancılı, Şenesenevlerli güzel kızlara takılmadan edemezdim. Ama hemen hemen hepsiyle güzel yol arkadaşlığı yapar zamanın nasıl geçtiğini anlamazdım. 

Biletçi abinin kahverengi deriden bir çantası olurdu. Elinde de tahta bir kutunun içinde, dizi, dizi biletler dururdu. Bileti yırtmak için elindeki, arkası lastik sarılı kalın bir kalemi kullanırdı.

Cumartesi yapılacak işlerin sırası belliydi. Aç isek, önce yemek yenecek, sonra çamaşırlar değişecekti. Yemekte Çamlıca gazozu içerdik. 

Annemin, yuvarlak bir kazanı olan Hoover çamaşır makinası hiç olmadığından çamaşırları kazanda veya leğende kaynar suyun içinde yıkardı. Oysa o merdaneli makineye sosyete babaannemin banyosunda tanıklık etmiştim. Dikine duran bir pervanesi, çok gürültülü bir şekilde, langadak, lungadak diye tuhaf sesler çıkararak, sağa, sola dönerdi. Su ısıtma tertibatı falan yoktu. 

Bu çamaşır makinesine sahip olan evlerde, mutfakta, gaz ile çalışan ocağın üzerinde, yine tenekelerle su ısıtılır, makinenin kazanına boşaltılırdı. O zamanlar, doğal gaz yoktu, ama Kadıköy Hasanpaşa’da depo edilen havagazı borularla mutfağa gelirdi; (sonraları hayatımıza Aygaz, İpragaz gibi markaların piknik tüpleri girdi ve havagazı tamamen emekli edildi). Çamaşır yıkan anneler çamaşırın suyunu, makinanın üzerindeki elektrikle çalışan iki lastik merdanenin arasından geçirerek süzerlerdi. Babaannemi yıkarken de izlemeye bayılırdım. Bu işlem, benim pek hoşuma giderdi. Merdanenin kulağını sağa çevirince, çamaşırı çeker; sola çevirince, takılan çamaşırı geri iterdi. Suyu ise, uzun bir hortumla, banyoya boşalırdı. 

Herhalde, bu fotoğrafı görseydi, rahmetli Metin ağabeyimin (İhsan amcamızın büyük oğlu, babamın kuzeni) gözleri yaşarırdı. Şenesenevler’deki yazlık bahçe sinemasına topluca gittiğimiz bir akşam Metin ağabey de artık kimden emanet aldıysa Murat 124’ü çekmiş altına, sinema çıkışında yaşça büyük hanımlara kıyak yapmak istemişti. Ama bu hanımlar sıkça organize ettikleri günler ve misafirliklerde ‘el emeği göz nuru’ yaptıkları hamur işleri sayesinde epeyce etli butluydular. Ufacık arabanın içine sığmaya çalışmış 5-6 kadın Hacı Murat’ın kalbini durduracak hale getirmişti. Arka tampon yere değdi değecek egzozdan sürtünme sesleri geliyordu. 

Ben, ilk çıkan Murat 124’lerden birine binme şerefine Hadımköy’de eriştim. O zamanlar, bir taraftan okulun sömestr ve yaz tatillerinde terzi İbrahim enişteme dükkânında yardımcı oluyor, bir taraftan da, köyde edindiğim arkadaşlarımla oldukça eğlenceli bir şekilde hayatı paylaşıyordum. Eniştemin ustalarından Mümin ağabey, eline geçtiği miras parasıyla, ilk çıkan Murat’lardan birini almış, ya da ilk çıkan Murat’lardan biri akrabaları tarafından kendisine armağan edilmişti. Orasını ayrıntılı olarak hatırlamıyorum. Bir gün Mümin ağabey beni yanına çağırdı. İstanbul’da özel işlerini yapacak beni de yanında götürmek istiyor. Eniştem ‘olur’ diyor, ‘benim ihtiyacım olan şeyleri de alırsınız’ diye ekliyor, Zehra teyzem ise ıı-ııh yok olmaz diye bastırıyor, beni gönderme taraftarı değil. Tabi kazanan Mümin ağabey oluyor... Direksiyona oturdu. Ben de yanındaydım. O gün, annemin kuzeni Meziyet ablamın kaportası samandan Anadol’undan sonra yerli bir otomobile daha binmiş olmaktan o kadar gurur duydum ki! Hacı Murat, bana saraylar gibi geldi. Öyle dışardan göründüğü gibi de değildi. Hiç abartmıyorum. Anadol’a kıyasla ön cam, alabildiğine geniş, panoramik bir görünümde. Her şey gıcır, gıcır. Motor sessiz. Aksaray’a kadar, yola neredeyse hiç bakmadım, hep arabayı inceledim. Çok ama, çok gurur duymuştum. 

[📷 İlk otomobilimiz Renault Spring, ana kıza pek yakışmış; Beylerbeyi, İstanbul, (Temmuz 1992).] 

1992 yılında, ehliyetimi değiştirdikten sonra, bir gün eşime mevzuyu açtım. “Emel’ciğim” dedim, “Bu ehliyet cüzdanda bekar mı duracak, bizim patronla konuştum, kendisini kefil yapacağımı söyledim, hadi bir otomobil almaya gidelim”!!! Dünyalar onun olmuştu. Hemen fırladık. Çok açık söylüyorum, otomobili nereden alacağımı bilmiyordum. O zaman Altıntepe’ye taşınmıştık. Bağdat Caddesi’nde acenteleri dolanırken kendimizi Göztepe’de bulduk. “Renault Spring almak istiyoruz” dedim. Satış temsilcisi, bir müddet, yüzümüze sevimli bakışlarla baktı. “Olur, tabi, dedi, bir yemek ısmarlarsınız artık.” Bunun ne demek olduğunu çok sonraları anladım. Alacağı komisyondan bahsediyormuş. Arabayı gördük beğendik. İçine kendimizinki gibi oturup her yanını enikonu kurcaladık. Temsilci satışı bağlamak için biraz kaparo aldı. O evrak bu evrak imzalar falan filan derken epey bir müddet bekledik. İlk işlemleri tamamladı. Sonra, bize bir gün verdi, kefili de alın gelin, banka kredisi işlemlerinizi aynı gün halledip arabanızı teslim edeceğiz, deyiverince biz karı-koca koptuk. 

Arabayı sahiplenmek bir tarafa patronum Alfred Lugerbauer’i kefil yaptığımı söylediğim herkes kopuyordu zaten... E, finansçı böyledir işte. Vermezsen bir şirket arabası, o da seni satın alacağı arabasının kredisine kefil yapar, iş garantisini elde eder. Normalde 1 yıl yapabileceğim kredi sözleşmesini 2 yıl olarak yazmasını istemiştim temsilci kızdan. 

Krediyi imzaladığımız aynı gün aracı da teslim almıştık. Opak beyaz renkli, dört kapılı, beş vitesli, klimasız, tavan camsız, pencereleri otomatik değil kol çevirmeli, yan aynaları ve paspaslar ise ilave masraflı, 1400 motor, sülün gibi bir otomobil... 

1991 yılında RENAULT 9 GTC modelinin yerini alan SPRING, serinin baz versiyonu olarak bilinmekteydi. Ayrıca dönemin üst serisi Broadway’e göre daha güçsüz olan motor maksimum hız olarak 160 km/h yapabilirken, 90 km/h sabit hızla 6,1lt/100 km yakıt tüketimine sahipti. Spring üretimi 1996 yılında son buldu. 

O bizim ilk aşkımızdı. Her pazar, radyatörünün arasındaki ölü böcekleri, lastiklerinin arasındaki küçük taşları temizler, Kozyatağı Carrefour’dan aldığım malzemelerle yıkar paklar cilalardım. O arabayla kocaman bir Ege ve Akdeniz turları yapmış, Marmara’da ve Trakya’da girmediğimiz köy, kasaba kalmamıştı. 

[📷 Eylem Sayman & Merve Eligül Optima’ya kurulmuş gezinin tadını çıkarıyorlar; Eski Foça, İzmir, (Temmuz 1992).] 

Bir buçuk yıl sonra biz daha üst modele geçmiş, Renault Optima almış, Spring’i de Zeynep Kâmil’den bir hemşire arkadaşa satmıştık. 

ESKİDEN NE GÜZEL CAHİLDİK, AMA MUTLUYDUK

Dışarıda kar...

Ama kuzine içten içe öyle yanıyor ki.
Kuzinenin üzerinde demir maşa...
Maşanın üzerinde de ekmek dilimleri.
Aydınlık bir kış sabahı ve kızarmış ekmek kokusu...
Sucuk lükstü. Yumurta lezzetli.
Ekmek her zaman ekmek gibi...
Bir kez olsun kümesten yumurta almamış,
bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış ve
fakat alışveriş merkezlerinin restoran katlarında,
boğucu bir gürültü ve havasızlık içinde hamburger keyfine
fit olmuş çocuklar ve gençler için ben ne kadar yaşlıyım...
 

Dışarıda kar...
İçeride kanaat...
İçeride huzur...
 

Televizyon yoktu. Gazete de her zaman olmazdı.
Öyle güzel cahildik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç!
Portakal kabuklarını sobanın üzerine dizer, kokusuna râm olurduk.
 

Kestane közlemek büsbütün bir gecenin akıllara seza mutluluğuydu.
Sonra illa ki, büyüklerin anlattığı hikâyeler, hatıralar...
Birçoğu arızalı ve tedaviye muhtaç beyinlerden çıkma dizilerin ve filmlerin açtığı hasarlar yerine, geniş ve besleyici bir masal dünyası...
 

Lezzet bir tarafa, kokuya da hasret kalacağımız kimin aklına gelirdi?
Ekmeklerimiz el değerek üretilirdi, sağlıklıydı, lezzetliydi ve mis gibi kokardı.
Çay da kokardı... Domates de...
Bütün bu nefasete, küçücük bir bakkal dükkânının zenginliği yetiyordu.
 

Dışarıda kar...
İçeride huzur...
Zam endişesi, doğal gazın kesilme korkusu,
yolda kalma telaşı, rejim tehlikesi...
Kimin umurunda...
 

Ne güzel cahildik.
Mutluluğun resmini çiziyorduk...
 

Ben de biliyorum etrafta antibiyotiğin değil Gripin’in şifa dağıttığını, pazar sabahları peynirli pide yerken sobada demlenen ıhlamurun tazeliğini, tereyağının insanlara dokunmadığı herkesin bol bol yiyebildiği günleri. 

Güzel ve zevkli günlerdi. Sobayı yakabilmek için yığınla gazete yumuşturduğumu hatırlıyorum hala. 

Annemi çok uyandırmışım sobada ekmek kızartırken yaktığım ekmeklerin kokusuyla. 

Evet, ne güzeldi o günler... 1970’lerin ilk yılları herkeste araba yok. Harçlığımızı biriktirip 7 arkadaş hafta sonları İ mpala taksisi olan rahmetli bir taksiciyi arayarak bizi gezdirmesini isterdik.

Arabada 45 lik çalan bir pikap. Elimizde gazete kağıdına sarılmış 45 likler... (O zaman naylon poşet yoktu) 45’liklerin çoğu Orhan GENCEBAY... Âşık’ız ya... 

Bazen mahalle aralarında gezerken aranjman dinlerdik hava atıcaz ya... Tümseklerden geçerken bazen plaklar atlardı. 

Bayramlarda bayram yerine küçük küçük sergiler açılırdı... Patlangaç alıp kızların ayak dibine atar korkuturduk. Simit ve cevizli helva satardık ama kızların olduğu yerlere pek gitmezdik çünkü utanırdık.

Beyaz şeker çuvalından İspanyol paça giyerdik. Paça ne kadar büyük olursa o kadar gösterişliydi. Sokağın köşesini dönerken önce pantolonun paçası gözükürdü. 

Arkadaşlar arasında muhteşem bir dostluk vardı. Şimdi KANKA denilen şey o günlerin yanında fasa fiso kalır. 

Kek pasta satan bir dede vardı tanrı rahmet eylesin. Akşamüstleri mahalleden geçerken rahmetli bakkal amca bizleri sevindirirdi. Kredi kartı geçmezdi. Parayı ne zaman verirsen ver hiç sorulmazdı. Küçük bakkalda nohut tozu vardı. Mahalle bakkalından kendi kavurduğu siyah günebakanlardan almak için sıraya girerdik. 

Kara fırından çıkan ramazan pidelerinin kokusu çok uzaklardan gelirdi.

Renk renk sandalyeleri olan yazlık sinemalarda kızları tavlamak için Ediz HUN bakışı yapardık. Palamut yaka gömleklerimiz vardı.

Fotoğraflarımız siyah beyazdı. O zaman mega piksel yoktu. Cep telefonumuzun şarjı  mesaj çekmekten hiç bitmezdi. Çünkü telefon sırası vardı. Yazdırıp bekle sıran geldiğinde konuş... Radyoda arkası yarın vardı meraktan çatlardık. Daha neler neler... 

Ortada bir mangal üstünde kalaylı koca bir güğümde ıhlamur. Mübarek tavşankanı olurdu kaynaya kaynaya. Oysaki kömür kokusu ciğerlerimize dokunmamıştı da, zehirleyen teknoloji olmuştu ruhumuzu. 

Gece çiğ yağmurdan beter ve ırmak kenarında yatık söğüdün kuytusunda tekel birayla karşılardık balığın tırtıklarını.

O sırada yeni sulanmış salatalık tarlasından çıtırtılar gelirdi hıyar şiştikçe ve hıyarın bu kadar güzel koktuğunu duyamadım daha sonralar. Hıyarlaştık milletçe belki de ondandır kokuyu alamamamız. 

Tek taşıt vardı mahallede ve pazar günleri çoluk çocuk kolu komşu hasım hısım ne varsa doluşurdu kamyona ve gidilirdi deniz kenarına. Hacısı da olurdu hocası da. Aynı sofranın etrafında namazlar da kılınır içkiler de içilirdi. Kimse kimseden şikâyet etmezdi, zira herkes bizdendi hiç öteki yoktu etrafta. Kimse kimsenin ırzının, cüzdanın, ayıbının, sevabının, yediğinin hesabını tutmazdı. Belki de karpuzun göbeği herkese yetiyor, herkese eşit sayıda çekirdek düşüyordu o zamanlar. 

İlk telefon geldiğinde mahalleli sıraya girmişti biz de konuşalım diye ama aranacak yeri de yoktu kimsenin. Biri koşu verir o amcamızın bakkal dükkânına diğeri evden onunla konuşurdu havadan sudan. Sonraları 2,5 lirayla çalışan kumbaralıları çıktı da o zaman bir huzur buldu anacığım. 

Nenem hala inadına sakladığı bozuk Bulgarca aksanıyla "ahh dölüüm onca adam bi topanın peşinden koşar, şunlara birkaç top alıp atalım" der, adam çıkınca peştamalını örterdi televizyon karşısında. Kele bakış başlayınca "KONUŞMAYIN, SUSUN" diyen otoriter bir sesle susardık. Ve o günden sonra da hiç oynamadık zaten ve de hiç konuşmadık. 

Hala da konuşmuyoruz. Dizilerdekilerin gerek dizide gerek özel yaşamlarında neler olup bittiğini an ince ayrıntısına kadar biliyoruz da.... Komşumuzun adını, misafirimizin sıkıntısını bırakın, oğlumuzun kızımızın eşimizin akrabamızın ne sıkıntısını biliyoruz ne de sevincini..? 

Konuşmuyoruz..!

Oynamıyoruz...! 

Her anlatışta farklı tat veren hikayelerimiz yerine her duyduğumuzda hep aynı başlayan hep başkalarının hikayelerini seyrediyoruz..! 

Nereden bilirdim ben Kuzineden kokusu saçılan mısır ekmeğinin o zamanlar bu kadar güzel koktuğunu. 

Eskiden yokluklar içerisinde elde ettiklerimiz değerliydi, şimdi ise onlara ulaşmak bu kadar kolayken varlık içinde yokluk yaşıyoruz. Tek sorunumuz olarak zamanı bahane ediyoruz. 

Akşam seyrettiğimiz bir diziyi kaçırıp ya da hafta sonu uykusundan feragat edip alsak elimize bir somun ekmek üzerine maşa koyup kızartabileceğimiz sobayı bulmak mı zor yoksa basit bir yağ tenekesi üzerinde kestane kebabı yapmak mı? 

Bence özlenen, bunların ardındaki özlemini duyduğumuz saf art niyetsiz ve çıkarsız dostluklar. 

Birbirimize temkinli yaklaşıyoruz. Kalbimizi açmıyoruz, ellerimizde hep tedirgin. Sonuçta, eskiden diyerek başlayan anılar, hikâyeler. Birde onları tekrar yaşamamak için önümüzdeki engelleri çözebilsek.. 

Eskiden kar helvası yapardı büyükler kış akşamları ..

Anneler geceden maltız üstünde bahçede / balkonda koca tencerede o taraflara has “Kibe - paça , mumbar, işkembe” yapardı... 

Dedeler, babalar eve baklavayı / kadayıfı tepsi ile alırdı... 

Etler yarım gövde olarak gelirdi... Pastırması - sucuğu evde yapılırdı... Yazdan kurutulmuş has sebzeler kışın yenirdi... Yoğurdun en âlâsı / süzmesi yenirdi... Üzüm pekmezleri / şıraları kan yapardı...

Keşke medeniyet denilen canavar olmasaydı... 

Hele hamburger salonlarından çıkmayan çocukları ve alışveriş merkezlerini dolduran, o mekânları eğlence ve yaşamın ta kendisi gören insanlarımıza baktıkça üzülüyorum... 

Eee... Peki, bakıp duracak mıyız bu gidişata.
Seyirci mi kalacağız?
Bence hayır..
Ne mi yapabiliriz?
 

Ben çocuklarıma ve çevremdekilere örnek olmak açısından semt pazarlarına sıkça gitmeye başladım. 

Zeytinlerimi evde kendim yapıyorum. Torik veya palamut lakerdamı, Tuzda sardalyemi,
her çeşit turşumu, avladığım balıkların buğulamasını, sütlüsünü,
ızgarasını hep kendim yapıyorum.

Birde şarabımı tabi.. Evet, şarabımı da kendim yapıyorum.
Ta ki bağdan koparıp şişeleyene kadar.
 

Kestaneleri közleyecek kuzine sobalarımız evlerde belki yok ama
ızgarada yapıyorum kestaneleri. Mısır patlatıyoruz arada.
 

Mumları da yakıp, hikâyeler anlatıyorum çocuklarıma.

Bizim ninelerimizden dinlediğimiz hikayelerin tadı kadar olmasa   da ne yapalım.. 

Unutmayalım ki biz ne verirsek onu alıyoruz fidanlarımızdan ağaç olunca. 

Eskiden, annem daha biz okula gitmek için kalkmadan sessizce kalkar sobayı yakar üstünde de bir güzel ekmek kızartırdı. Misler gibi kokardı sıcak sıcak birde tereyağı sürerdi. Ufff be canım çekti.

Şimdi o keyifli ve kedersiz günleri bulamıyorum. Klima dertsiz bastınız mı ısıtıyor ama o soba sanki dışımızı değil de içimizi ısıtırdı. Yaş ilerledikçe imkânlar ve sorumluluklar artıyor kolay bir dünyada yaşamıyoruz. 

Perşembe akşamları lambalı radyodan radyo tiyatrosu idi en büyük lüksümüz. 

O leğende sobanın yanında bende çok yıkandım. Keşke öyle kalsaydık. 

Radyodaki arkası yarın programlarını radyoya dayanıp dinlerdik Orhan Boranın yuki programlarını. 

Domatese iri tuz batırıp mis gibi ev ekmeği ile yerdik, tavuk bile pişince mis gibi kokardı. Şimdi hiç bir şeyin lezzeti kalmadı artık. İyi ki dünyaya erken gelmişiz. 

O Zamanlar Ne Güzeldi Her şey, Hile Nedir Bilmezdik, Kimse Kimseyi Kandırmazdı Doğaldık, Şimdi Ne Gerçek Dostluk Kaldı Ne de Arkadaşlık, Evet Doğru TV Dizilerini Hiç Kaçırmıyoruz Onların Hayatlarıyla Yatıp Kalkıyoruz... 

Olunca Nasıl Olmalı
Dünya Dünya Olmalı
Zindan Değil
Dost Dost Olmalı
Düşman değil
Ev Ev Olmalı
Viran Değil
Kadın Kadın olmalı
Şeytan Değil
Arkadaş Arkadaş Olmalı
Kalleş Değil
En Önemlisi
İnsanlar İnsan Olmalı
Hayvan Değil
 

Eskiden annelik de bir başkaydı, babalık da... Ben kendimi bildim bileli, Annem kışın her sabah, daha biz yorganlarımız altında uyurken hep erken kalkar ve sobayı yakardı, hem de mümkünse hiç gürültü etmeden. Düşünürdü ki biraz daha uyuyalım. Bu arada çayı demler, kahvaltı masasını kurar ve sobadaki tahtaların tatlı çatırtısı arasında bizi usulca uyandırırdı. 

Babamdan hiç harçlık isteyemezdim, çekinirdim. Fakat o bunu sezer, anneme verirdi, o da bana. Farz edelim bir ayakkabıya ihtiyacım var ve beraber çarşıya giderdik. En güzel ve kaliteli ayakkabıyı satan mağazanın vitrininin önünde hep bana şu soruyu sorardı, “Sen hangisini beğeniyorsun?”. Acaba cebinde parası var mıydı, hiç bilmezdim, fakat en güzel, en sağlam, en beğendiğim ayakkabıyı alırdı. Diğer şeylerde de öyle. Ben hep bunu gördüm... 

Bir de bütün aile yaptığımız Pazar sabah kahvaltıları zihnimde canlılığını koruyor. Annem yine erkenden kalkmıştır ve yan yana iki dilimi zor alan döküm tost makinesinde babamın bir gün evvel aldığı tost ekmeklerinin arasına kaşar veya sucuk dilimlerini dizmiş ve tostları yapmaya başlamıştır. 

Neredeyse adam başı on dilim dost yerdik o zamanlar. İştahlıydık, yer ve sindirirdik. Farkında bile değildik. Masanın etrafına dizildiğimizde fonda oynak havalar çalan radyomuz olurdu... 

O zaman neskafe yoktu, yemekten bir süre sonra meyve yenirdi. Daha sonra da televizyonda film izlerken çekirdek çıtlatılırdı. Film bittiğinde yanımızdaki gazetenin üzerinde çöpten bir tepe oluşurdu. Nasıl yediğimize hayret eder, bir süre çekirdeğin zararlarından bahseder, ertesi akşam yine aynı şeyi yapardık. 

O zaman kötülük de yoktu. Hiç kimse birbirine kötü bakmazdı, mahallede herkes birbirini tanır, hatta gelen giden misafir ve akrabaları da tanırdı. Birbirine soru sorulmasından kimse alınmazdı, anahtarlar kapıların üstlerinde durur ve kimse kimsenin evine yan gözle bakmazdı. 

Mahallenin çocukları ve gençleri akşamüzerleri kendi aralarında birçok oyunlar oynar, duvar üstlerinde saatlerce oturulur sohbetler yapılırdı. Televizyon gibi bir kutu olmadığından ve sohbetin tadından büyük küçük kimse içeri girmek istemezdi, ta ki yatma saati gelene dek... 

Eskiden sadece bakkal vardı. Her ihtiyaca yetiyordu. Bu kadar insan, bu kadar ihtiyaç yoktu... Her şeyin satıcısı vardı. Peynir peynirciden, zeytin zeytinciden, ciğer ciğerciden, et kasap tan alınırdı. Şimdiki gibi her şey her yerde satılmazdı. Bunun için her şey sağlıklıydı, kaliteliydi. Henüz insan sağlığı ticari kazanç durumuna gelmemişti.

Her şey öylesine lezzetliydi ki ve öylesine sağlıklıydı ki. Ekmek bayatlardı, domates çürürdü, yoğurt ekşirdi. Şimdiki gibi gıdaların içine yığınla ne olduğu belli olmayan koruyucu madde konulmazdı, doğaldı. 

[Bir dosttan alıntı...] 

[📷 Pire🚲 ile “Kadıköy Pendik Gittik Geldik”, Pendik, (Temmuz 2017).] 

Geçmişe yolculuk meramım sonsuzdur; devam edecek...

Seref Sayman

Saros Körfezi, Ekim 2018 -Eylül 2020   

[📷 Dobby havayı koklamakla meşgul; Saros Körfezi, (Aralık 2019).] 

(*) Önceki Makale: Such Time Rolling On ~ Öyle Bir Geçer Zaman ki

(*) Sonraki Makale: Bu Sokaktan Bir de Gazi Mustafa Geçti Sessiz Sedasız 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerik Dizini] 

***…***