Such Time Rolling On ~ Öyle Bir Geçer Zaman ki


Kazasker Şakacı Sokaklı Rüstem amca Suadiye İstasyonu'nda... (1950'ler) 

İşim Gücüm Şakacı Sokak 

Epeyi yıllar geçti. O latifeci Şakacı Sokak’ın yerinde yeller esiyor. Sokak, bugünün ‘modern’ sakinlerinin pek âşık olduğu, beton kulelerin altında meymenetsiz suretlere, asfalt yolu çift taraflı işgal etme becerisini gösteren suratsız araçlara, geçmişin sıcak muhabbetli tebessümlerin yerini almış kaba saba düşük yüzlere bedava film platosu şimdilerde... Dizi dizi çiçekler değil, dizi dizi böcekler... Nereye kalktıkları belli olmadığı gibi nereye gittikleri de belli olmayan telaşlı mokasenler, mesai dönüşü milleti ekrana mıhlayan saçma sapan diziler... Oysa şimdilerde bu sokağın bir dizisi çekilseydi aynen “Bizimkiler” dizisi gibi dedikoducu bir şırınga olurdu. 

Çoktandır eski Şakacı Sokaklılar çok öfkeli olmalı bu değişen tabloya ve içlerinde bir buruk acı, hasret içinde ölüyor olmalı nasıl da bir sokak bu hale gelir diye... 

Ya da ben böylesi zırva bir düşünceyle avunmayı tercih ediyorum, teselli niyetine. Oysaki zaman akıp gidiyor, zamanla birlikte pek çok şey. O eski sokak, o eski mahallenin sakinleri çoktan uyum sağlamış olmalılar yeni düzene. Bir tek ben ve benim gibi azınlıkta kalan gönüller bu yıkıcı değişime uyum sağlayamamış, betonla sarılı yeni düzene bir türlü adapte olamamış görünüyoruz. 

Kazasker... Şakacı Sokak... Orası Mustafa dedemin, Münevver ninemin, Mehmet dedemin, Cemile babaannemin, İsmet halamın, Ali amcamın, İhsan amcamın, babamın, annemin, Muhittin amcamın, Semra yengemin değildir artık. Benim de hiç ama hiç değil. 

Birden dursun istersin seneler olunca mazi... Öyle bir geçer zamanki dediğim aynıyla vaki... Öyle bir geçer zamanki... Günlere bakarsın katı katı üzerine çekersin perde... Yoldan geçenler var da her akşam gelenler nerde... Kara yazı yazıldı sanma insanın da kaderi böyle... Öyle bir geçer zamanki dediğim aynı ile vaki... Öyle bir geçer zaman ki... 

                                        [Erkin Koray, “Öyle Bir Geçer Zaman ki”.] 

Münevver Hanım ile Mustafa Bey’in izdivacı diğer kardeşlerine nispetle azami doğurganlıkla sürmektedir. Zira büyük abla Hatice Hanım ile Hasan Bey’in İsmail’den başka çocukları olmadığı gibi ortanca abla Nuriye Hanım ile Ali Bey’in dertleri başkadır. Nuriye Hanımın gailesi büyüktür. Zira kısır olduğu ortaya çıkınca bunalıma sürüklenir. Tek çare evlat edinmekten geçer. Nuriye Hanım yıllar sonra bunu kabul eder ve Münire (1910) adında bir kız çocuğuna bakmak ve yetiştirmek için yanlarına alırlar. 

Diğer tarafta Münevver, (babamın babaannesi), araya seneler ve boşluklar girse de içine serpilen tohumları patlatır: 1906 yılında Mehmet’e bir kız kardeş, İsmet’i; 1915 yılında bir erkek kardeş, Ali’yi dünyaya getirir. 

Ancak hemen bu noktada araya bir parantez açayım...

Çünkü ölümler art arda, peş peşe yaşanıyor... 

Mehmet Efendi, (babamın büyük dedesi), ağır hastalığının verdiği sabırsızlıkla kendi toprağı Sergevil’de defnedilmek istiyor. Fatma Hatun ile birlikte apar topar dönüyorlar. Torun Mehmet, (babamın babası), henüz altı aylık olduğu için Mustafa’nın elinden bir şey gelmiyor. Zaten o ara büyük büyük dedem Mehmet Efendi bu hayattan ayrılıyor. Fatma Hatun bir daha dönmüyor İstanbul’a. Bir zaman sonra önce kocasının kız kardeşi Gül Hatun, sonra kendisi hastalanıyor. Ve 1905 yılı köklerimin ağır kayıplar verdiği sene olarak kayıtlara geçiyor. 

Mehmet Efendi’nin ölümünden sonra, hem Fatma Hatun, hem Ali Ağa bu sözünü ettiğim iki torunu görmeden hayata veda ediyorlar. (1905) ... Ali Ağa’nın ani kaybı ise Merdivenköylü Şefika Hatun’u sarstığı gibi bundan sonra olacaklara da zemin hazırlar. Mal, mülk paylaşımı, hızla elden çıkarılanlar, talan devreye girer... 

Şimdi şu bizim mahalledeki meşhur yarımadaya geliyorum... 

[📷 Kazasker meydandan Ayşe Kadın yönüne; Hayrettin ağabeyim mazinin tenha topraklarını ve semt halkını yâd ederken, Şemsettin Günaltay Caddesi, (Aralık 2018).] 

Kazasker’in Şakacı Sokak başlangıcından hem aşağıdaki minibüs caddesini hem Şakacı Sokak’a paralel Hilmi Paşa ve şimdiki Oral Sokak’ın kesiştiği noktaya kadar uzanan koca ada parçası, Ali Ağa vefat ettikten sonra, Münevver Hanım ve ablalarına paylaştırılıyor. Hatta bu adacık parçasının bir kolu da Suadiye’deki eski İbak Köşkü’nün olduğu yere kadar uzanıyor. [Anlatıldığı üzere, bugünkü Oral Sokak tarafı Münevver ninemizin ablası Nuriye nineye aitmiş. Bizim eski evin olduğu bahçelik alanlardan Kazasker’e doğru uzanan parseller de diğer ablası Hatice nineye. Şimdiki Keserci ve üst tarafları da Nuriye ninenin evlatlığı Münire’nin eşi Hüseyin dayıya ve dolayısıyla onların çocukları: Pakize, Faize ve Hüseyin’e pay edilmiş. (Babamın halası –yani Mehmet dedemin kız kardeşi- İsmet Hala’nın dünürü Pakize teyze, Hüseyin dayının üç çocuğundan biridir).] 

Münevver Hanım ise bugünkü Sayman Apartmanı’nın bulunduğu parselin sahibidir. [Bu arazi diğer kardeşlerin kendi haklarını tamamıyla feragat etmesiyle en küçük evlat İhsan’a kalacaktır. (Babamın en küçük amcası).] 

[📷 Sayman Apartmanı, Şakacı Sokak, (Aralık 2018).] 

Tarihte bir ileri, bir geri... Belki haddinden fazla kafa karıştırmaya neden olabiliyor ama nesnelliği koruyabilmek için bu formda aktarmayı yeğliyorum... 

Mustafa dedemiz ile Münevver ninemiz hayatlarını birleştirdikleri zaman Osmanlı derebeyliğinin azami çalkantılı yıllarıdır. Malum II. Meşrutiyet’ten altı yıl öncesine rast gelmektedir. Zira ilk çocukları, yukarıda yazdığım gibi, Mehmet dedem 1903 yılında doğuyor. 

Mustafa Efendi’nin dokuz sene askerlik yaptığı söyleniyor. Daha doğrusu seferberlik yılları. Kimi gönüllü, kimi zorunlu gidiyor. Kimse sanmasın ki basit bir acemi eğitimi, ya da peşi sıra usta birliği hatıraları. Hayır, basbayağı dinamitin ortasına, sıcak harbin ateşli merkezine. Bombaların patladığı, kurşunların havada vızıldadığı, mayınların kol bacak ayırdığı, topların pare pare ramazan orucu değil herhangi bir şafak vakti taarruzunu başlattığı savaşın göbeğine. Balkan Savaşları ile başlayıp ve Birinci Emperyalist Savaş ile her cepheye yayılan, kitlesel ölümlere, katliamlara sebep olan korkunç harp sahnelerinden söz ediyorum. 

Neyse ki kıymetli tohumlar bu savaşların öncesinde tarlaya atılmış. Muharebe için cepheye gitmeden önce üç tane nur gibi çocukları oluyor: Sırasıyla en büyüğü Mehmet (dedem), 1906 doğumlu yuvanın tek kızı İsmet (hala) ve en son numara 1915 doğumlu Ali (amca). 

Veee; dedemizin Birinci Emperyalist Savaşı’nda gideceği yer aşağı yukarı belli oluyor: Irak cephesi... 

Güney cephesine gönderilen Mustafa Efendi, Irak’ın kanlı Kut’ül Ammare kuşatmasında çetin muharebelere katılıyor. İngilizler Süveyş kanalından imparatorluğa ait yerleşim alanlarına yükleniyor da yükleniyor. Amaçları imparatorluğu dört bir yandan parçalamak. 

Yılların eskitemediği Mustafa (dede), yanına düşen kafa, kol, bacak kopartan bombalardan hayatını kaybetmeden sıyrılabiliyor. Lâkin her savaşın mutlaka acı bir hatırası olacaktır. O da 1916 yılında bacağında şarapnel parçaları iz bırakarak ağır yaralanıyor ve İngilizlere esir düşerek Hindistan’a götürülüyor. Ancak aradan geçen çok uzun yıllar sonrasında serbest bırakılacaktır; hem de “GAZİ” unvanını ömür boyu taşıyarak. 

Savaş bitmiş, ülke işgal edilmiş, kurtuluş savaşı verilmiş, 1’inci İnönü, 2’nci İnönü cephelerinde bağımsızlık fitili ateşlenmiş, Sakarya ve Dumlupınar muharebeleri ile düşman ülkeden dışarıya kovalanmaya başlamıştır. Kimileri denize dökülürken, kimileri deniz aşırı ülkelerde barış antlaşmaları imzalamaktadır. 

Derken Lozan’da atılan tarihi adım, saltanatın kaldırılışı ve Cumhuriyet sonrasında gelen mübadeleler... Artık Osmanlı tarihe karışmıştır. Yeni rejimin adı Türkiye Cumhuriyeti’dir. 

Kayıp Hindistan’dan ülkesine dönme hazırlığında olan Gazi Mustafa tüm bunları yaşarken tanrısına yakarıyor: “Ey yüce Rabbim, şayet evime sağ salim dönebilirsem ve bana bir evlat ihsan edersen, adını erkek olursa İhsan, kız olursa İhsaniye koyacağım. 

Gazi Mustafa’nın bu dileği tanrısı tarafından kabul edilir. Esaretten eve sağ salim dönen Mustafa Efendi’nin Münevver Hatun’dan son bir erkek çocuğu daha oluyor. Adını İhsan koyuyorlar. Yıl 1925’dir. 

Zaman zamanı kovalıyor. Çocuklar büyüyor. Oğul Mehmet, mobilya-doğramacılık dalında sanat okulu mezunu oluyor ve kendisine Erenköy’de bir marangoz imalâthanesi açıyor. Yanında sayılı çıraklar yetişiyor. Gün gelip de evlendirmek için kendisine orta şekerli bir kız bulduklarında ilk imalat başarısız sonuçlanıyor ve kısa bir süre sonra boşanma vuku buluyor. 

[📷 Bir zamanlar Mehmet dedemin marangoz atölyesinin bulunduğu Ethem Efendi Caddesi, Erenköy, (Aralık 2018).] 

Ama Mehmet’in başı illa bağlanacak diyor annesi Münevver Hatun. Bu kez ona daha küçük yaşta civan gibi birini buluyorlar ki tepe tepe kullansın diye. 

Cemile Şalvarlıoğlu, mahalle imamının hutbesi ve iki yıllık medeni kanunun gerektirdiği usul icabı nikâhı kıyılıp dedemin koynuna girdiğinde henüz on üç yaşındadır; (1928 yılı). 

Daha önce dört koca eskitmiş Şerife Hatun (büyük nine), edalı kızı Cemile’yi Mehmet Bey’e vererek Cemile’nin diğer üç küçük erkek kardeşinin, Necdet, Hikmet ve Hüseyin’in, önünü açtığını tahayyül etmektedir. Zira yedi kocalı Hürmüz ile yarışan bedii Şerife Hatun yeni evliliğinde, ki dördüncü kocası olmaktadır, peş peşe doğurmak onu bir hayli yıpratmıştır. Üstelik tasavvuf düşkünü bu dindar kadın, genç bıldırcın kızının gelin yaşa geldiğini iddia etmektedir. 

Mehmet ile Cemile’nin bir yıl sonra ilk çocukları doğuyor. Ama şu tanrının gazabına bakın ki, bir deri bir kemik, çelimsiz ikizler geçirdikleri sarılık sonrası fazla yaşayamıyorlar. Cemile Hanım evlat acısıyla bunalım geçiriyor. Ancak bir yıl sonra makbul tohumu kabul ediyor; ve sabırla geçen dokuz ay on gün sonrasında kusursuz bir erkek evlat doğuruyor; (1931). Bu evlat eve ışık getiriyor. Aydınlık, izzetinefis getiriyor. Gergin geçen zamanları unutturan bir neşe kaynağı oluveriyor birden. Adını ona yakışır şekilde isimlendirmek istiyorlar: Nurettin... 

Mehmet Efendi, babasına olan hürmetinden dolayı “Mustafa” adını da yerleştiriyor önüne oluyor size Mustafa Nurettin... 

Aradan altı yıl geçtikten sonra prensesler kadar güzel, lâtif Cemile mükemmel bir erkek evlat daha doğuruyor. (1937) Onun da adını Ahmet Muhittin koyuyorlar... 

Gel zaman, git zaman bir masal gibi geçiyor devran... [Tarihte yine bir ileri, bir geri aparatı.] 

[📷 Bir zamanlar babamın küçük amcası İhsan amcamızın marangozhanesinin bulunduğu sokak, Şenesenevler, (Eylül 2010).] 

Sonraları, çıraklık yaşlara ulaştıklarında, (babam) Mustafa Nurettin ile (amcam) Ahmet Muhittin kardeşler babalarının atölyesinde çalışıyorlar. Münevver Hatun’un dört numarası, İhsan da doğramacı Mehmet ağabeyinin kendisinden ustalık sanatını öğreniyor ve ileride vakti gelince kendisine Şenesenevler’de başka bir marangoz dükkânı açıyor. 

[📷 İsmet halamız ile Hakkı eniştemizin mesken tuttuğu o güzelim yadigâr bahçeden eser yok, Tüccarbaşı, (1970’ler).] 

Kız kardeş, İsmet ise Tüccarbaşı’na gelin gidiyor ve suculuk yapan Hakkı Bey ile hayatını birleştiriyor. 

[📷 İsmet halamız ile Hakkı eniştemizin torunları: Sadun ağabey & Sema abla o eski canlı bahçede, Tüccarbaşı, (1970’ler).] 

[📷 Mustafa dede ile Münevver ninenin mesken tuttuğu Can Sokak’a çıkan Kaya Sultan Sokak, Kozyatağı, (Eylül 2010).] 

Öyle bir geçer zamanki Şakacı Sokak erbabı, Gazi Mustafa vefat ettiğinde (1951) ise Münevver Hatun, Kozyatağı’ndaki yemyeşil sanatın kıskançlık duyabileceği kadar hoş, tablomsu bağlık bahçelik evinde tek başına yaşamaktadır. Kızı İsmet onun bu yalnızlığına dayanamıyor ve diyor ki kendisine: “Anne, yahu, sen gel ağbimin yanında kalMehmet dedemi kastedereksatalım şu hayvanları… Onlardan elde edilecek gelirle güller gibi geçinip gidilir…” O sıralarda beş ya da altı sarıkızı kalmıştır Münevver ninemin. Haliyle böyle bir teşebbüse gönlü hiç razı gelmiyor. 

İsmet,” diyor, “beni yerimden yurdumdan etmeyin. Beni kendi yatağımdan, döşeğimden etmeyin. 

Söylendiğine göre, son dönemlerde, alt katı ineklere köşk olan evin üst katına dışarıdan ahşap bir merdivenle çıkılıyor ve girişteki odanın Kaya Sultan Sokağı’na bakan bir penceresi var. 

Neredeyse altmış küsur yıllık ahşap ağırlıklı eski püskü bir taş ev. Penceresinin yanı başında yer yatağı bulunuyor. Açıyor penceresini, püfür püfür rüzgâr esiyor. Tabii buzdolabı yok o geçinmesi hayli zor yıllarda. Teknoloji henüz konuk olmamış memlekete. Gaz lambasıyla aydınlanıyor evin içi. Kalorifer hak getire. Kış günlerinde odun sobasıyla ısınılıyor. Ya da mangalda yakılan kömürle. Tel dolaplardan var, pencere önlerinde. Testisi var, koyuyor pencerenin dibine, içindeki su oluyor buz gibi. Ninemiz tüm bunları yabana bırakmak istemez. “Herkes yerinde mutlu,” der ve on beş, yirmi, bilemedin otuz gün sebatla direnir. Gerçekten de hak vermemek elde değildir ona; ama sonunda dayanamaz evlatlarının arsız inadına. Razı olur ve yerleşir oğlu Mehmet’in yanına. Bir anlamda kendisine ait diğer topraklara. 

Tabi tüm bunlar olmadan önce Kazaskerdeki kâgir ‘konak’lar inşa edilmektedir; Mehmet dedemin babası Mustafa dede henüz sağ iken. Aşağı yukarı 1926–1928 yılları civarında. Öncelikle ön bahçedeki iki katlı betonarme bina yapılıyor. 

İşte sert mizaçlı Mehmet dedem, doğuştan havalı, bedii babaannem Cemile Şalvarlıoğlu ile evlenince ilkin baba ocağı, Kozyatağı’na sonra da Şakacı Sokak’taki bu yeni yapılan binaya yerleşiyorlar. 

Burada yetişiyor biricik evlatları: Nurettin ile Muhittin... Bu evde yaşanıyor dırdırlar, zırzırlar ve ayrılıklar... Cemile, softa anası Şerife Hatun’un da lâyenkati baskısıyla, (ki büyük ninem, nam-ı diğer kocakarı, o tarihte kızına örnek olacak nitelikte dördüncüsünü de eskitmiş, beşinci kocası ile oturmaktadır), Kazasker’i terk-i diyar eyledikten sonra hem bu binada, hem arka bahçedeki binada hareketlilik de başlıyor: Kiracılar, vefalılar, müdavimler, münasebetler... 

Ve işte böyle başlıyor bizim serüvenimiz... 

[📷 Mavi renkli Sayman Apartmanı’nın çam fıstıklı yan bahçesi çocukluğumun ve gençliğimin mezosferi, Kazasker Şakacı Sokak, (Aralık 2018).] 

Sayman familyası köklü ailelerin bileşiminden meydana geliyor. Soyadımızın seçimiyle ilintili hususa ileride değineceğimden bu konuyu şimdilik es geçiyorum. 

Aile bireylerinde vaktiyle egemen Osmanlı’nın derin kültürel izlerini bulmak son derece doğaldır. Erkekler son derece sert ve otoriter, kadınlar da evlerine bağlı ve çok çalışkandır. Geçimleri genel olarak zirai sanatlar, toprak bolluğu, bağcılık ve hayvan zenginliğinden dolayı fena değildir ama Münevver Hatun’un ablalarına ait yerler kocalarının savaşa gitmemek hırsıyla bölüşülüp de satıldığında ucuza gittiği dedikodusu yapılıyor. Arnavutlar, Erzincanlılar, Malatyalılar, Karadenizliler filan satın alıyorlar bu yerleri... 

Şakacı Sokak’ın çehresi de böylece değişmeye başlıyor... 

***...*** 

[📷 Pire🚲 ile “Doğduğum Yere Turu”, Yoğurtçu Parkı, Kadıköy, (Temmuz 2017).] 

Kaybolan Şakacı Sokak’ta Kayıp Gençler 

2012’nin Aralık günlerinde, Yaşamımdan Damıtılmış Anılar serisinin 4’üncü Cildi: “Kaldırım Taşları Arasında Yükselen Değerler”in İngiltere yılları öncesine dair son yazılarını yazarken oldukça duygusal anlar yaşadığımı itiraf etmeliyim. İnsan geçmişini yazarken bile geçmişi canlı kanlı yaşıyor. Bu anı-yaşam hikâyelerini sürekli bir roman tadında döşerken kalemimi sarsan, Yıllar Sonra Sevdalardan Sevda Beğendireceksem, Açık Perdede Üryan Tezgâhlar yer alırken, bir de, Çengelimde Asılı Teheyyüçler ile Hüzünler ve Elveda Aşkım, Kim Bilir Belki Bir Gün Yine bölümlerini düşünmüştüm. Amacım bu yazılarda kendi yaşadıklarım yanında mahalleme, Kazasker Şakacı Sokak’ın içinden geçtiği değişime de hakkıyla bütün detaylarıyla değinmekti. O günleri yeniden taptaze yaşamıştım sanki. 

Yıllar çarçabuk geçti. Geçen gün, o “Kaybolan Kazasker” teması için tuttuğum notlar, bir kez daha okumam gereken kaynakları işlediğim sayfalar karşıma çıktı, defalarca evirip çevirmekten, sayısız kere göz atmaktan yıpranmış, ve fakat renk değiştirmiş yaprakları sonuna kadar kullanıldığından, özgün bir süsleme edasıyla sayfa kenarlarının da yanlamasına, dikey veya yatay ilavelerle doldurulmuş bir defterde. 

Bir sayfada “Boş Çerçeve” diğer bir sayfada “Oyun Bitti” diye yazmışım; “Bugün bana Şakacı Sokaklı bir sevgilimden, adı gibi kendisi de ıslak ıslak giden kız arkadaşımdan bana yadigâr alelusul sözcük oyunları, şimdi adını bilemediğim, işitmediğim ya da bilmek istemediğim, işitmek istemediğim... Bir garip rüya rengiyle... 

Ahmet Hamdi Tanpınar anmış o dizeyi: 

Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında; / Yekpare geniş bir anın / Parçalanmış akışında, / Bir garip rüya rengiyle / Uyumuş gibi her şekil, Rüzgârda uçan tüy bile / Benim kadar hafif değil. 

Saros’un verandasında çıldırmış köpüklerin altındaki mavi patiskaya veda ederken o sözcükler birdenbire çıkagelmiş. Sonraki gecelerimi adeta Kazasker Şakacı Sokak’la haşır neşir geçirmiş olmanın zevk-ü sefası. 

[📷 Mahallemde kalan son tek tük bahçeli konutlar (her ne kadar şimdilerde bazısı kimi işletmelerin eline geçtiyse de), Hilmi Paşa Sokak, (Aralık 2018).] 

Tastamam altı yıl sonra gittiği Kazasker’de hülyalarının en küçük bir izine rastlayamayacaktır Yaşamımdan Damıtılmış Anılar hikâyecisi. Herhalde yıkık yıprak birkaç bahçe, göçen bahçeli evler, kimi ahşap, kimi taş kimi her neyse, Ayşe Kadın’dan aşağıya Suadiye’ye inen yolun sonunda, sahilde bir iki yalı, üç beş kayıkçı Şakacı Sokak ve çevresinin mekânları ve insanlarıdır. Şakacı meydanındaki esnaf ruhu bile kırılmış bir piyanoyu andırır. 

Şaşarım, bir zamanlar o kadar şakacı şöhret edinmiş, pek sevilmiş Şakacı Sokak medeniyetinin çökkünlüğüne şaşarım... 

Bir sorular külçesi canlanır zihnimde... Bu mahalle neden tarihi çehresini, o kendine has mahalle kültürünü koruyamadı? Geçmişin silinip gidişi gerçekten zorunluluk muydu? Zamanı, “bir iç uygarlık âleminden” değerlendirmek olanaksız mı? Çözmesi hayli uğraştırıcı büyük düğüm... 

Ancak şunu fark edebiliyorum artık. Artık aradığım bahçelerde yetişmiş olan kokulu çiçekler, ağaçlarından topladığım mevsimlik meyveler değil. Mehmet dedemden bizlere miras kalmış iki katlı evin üst katındaki balkonun üstüne konmuş yaldızlı geceler, anamın her sabah itinayla kırlentlerini çekip çevirdiği dört bacaklı sert ve sağlam divanlar, şeffaf badanalı duvarlarına iliştirilmiş, dokunmatik olmayıp çevirmeli elektrik düğmeleri de değil. O geçmiş varlıklarla fazla oyalanamayacağımı biliyor ve söylüyorum. Bütün o ‘eski’ şeylerde bir maziyi değil, mazide var olanın yerine koyamadığımız şeyleri arıyorum daha ziyade ve boşlukta hissediyorum kendimi. Hatta aslına bakarsan bu düşünce bile bir sorudur. Öyle bir soru ki, boyuna tedirgin eder, durur... 

Notlarıma göz attım ama, işin içinden çıkamadım.

Belki biraz daha duyarlı, biraz daha iyicil olmayı denemeliyim. Kim bilir? Belki o zaman, Şakacı Sokak’ta çocukluğuma ve gençliğime ilişkin gelgeç bir iki görüntüyü anabilirim. Zamanın geçişini yazıda çizide dondurarak. 

Nasılsa anlatacak çok hikâye var saklı sandığımda hür bırakılmayı bekleyen... 

Seref Sayman

Saros Körfezi, Ekim 2018 -Eylül 2020  

[📷 Sonbaharın son günlerinde kıyıda havaya, suya ve ateşe uyum sağlama; Saros Körfezi, (Kasım 2019).] 

(*) Önceki Makale: Tell Me You Love Me ~ Bana Sevdiğini Söyle

(*) Sonraki Makale: We had Grown up With These ~ Bunlarla Büyümüştük 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***