Bu Sokaktan Bir de Gazi Mustafa Geçti Sessiz Sedasız


Babamın dedesi Şakacı Sokaklı Gazi Mustafa Dede

En Son Yürekler Ölür 

Yırtarak geçiyor kalbimizden.. Hayatı da törpüleyen zaman.. Şuramızda bir şey var.. Acıya benzer.. Umuda benzer.. Böyle günlerde her şey.. Hem acıya, hem umuda benzer.. Gün ölümle başlatıyor hayatı.. Her şafak taze bir ölünün üstünde doğuyor...[1] 

Benzerlerine pek yakında rastlanacağına göre, demek daha virüsüne antibiyotikler tesir etmiyor. O halde bu korkunç hastalık insan nesillerinden binde birine çaresiz yapışacak. Korkunç sıfatıyla sıfatladığıma bakmayın! Bu hastalık yalnız tutulmayanlar için öyledir. Tutulanlar için tadına varılamaz, korkunç surette zevkli bir hastalıktır. Evet, pek zevklidir. O kadar zevklidir ki, bir dakika bu hastalığa tutulduğunuzu düşünseniz artık tramvaylara, otobüslere, trenlere bedava binersiniz. Halkın içine karışıp söylev üstüne söylev verirsiniz, gündem müzakere edersiniz, mahalle kahvehanelerine başın dik girer çıkar, müdavimlerine geçmiş hatıralarınızı ballandıra ballandıra anlatırsınız, tanıdık olsun olmasın semt sakinleriyle merhabalaşır, başınızla ve kalbinizle kartvizitler gönderir, aynı baş ve kalbi hislerle milletten kartvizitler alırsınız. Hülasa bir dakika bir büyüğünüzün yerine kendinizi koyar, misal bu rahmetli büyük dedeniz de olabilir, rahat edersiniz. 

Artık bu hastalığın ismi anlaşıldı: ŞAKACI SOKAK hastalığı. 

Ruhi bir hastalıktır. Bütün ruhi hastalıkların günümüzde son tedavisi şok tedavisidir. Ama doğup büyüdüğün bir sokaktan kırk bir kere geçtikten sonra bile hâlâ orada yaşamayı göze alamamak şokuna dayanıklılık gösterenler olmuştur. Benim bugün otuz, kırk sene ötesine ait bir ‘sokak’ hastasını dostlukla hatırlamam yeni tutulacak hastaların durumu ile bir değildir. 

Silik mehtaba kafa tutan it ulumaları boyunca geçen karlı soğuk bir gecenin ardından... 

Takvim yapraklarının yirmi beş ocak bin dokuz yüz elli biri gösterdiği bir Perşembe sabahıdır. Kozyatağı Kaya Sultan Sokak ile Can Sokağın kesiştiği köşede uzun geniş bahçenin içinde yer alan iki katlı ahşap konağın üst katında derin bir sessizlik önceki geceden beri hâkimiyetini korumaktadır. Sadece odalardan birinde espaslı iniltiler ve haykırışa dönüşen hıçkırıklar dışarı avluya taşmaktadır... Evin tüm doğasına yayılmış aynı sessizlik evin alt katını paylaşan menşei muhtemelen ecnebi olan sarıkız ineklere de sirayet etmiştir. Hayvanlar bütün gece boyunca sanki olan biteni anlamışlar gibi boyunları bükük sabahı beklemişler ve nihayet sabah duyulan acılı seslerin peşinden oldukları yere çöküp kalmışlardır... 

Sözcükler sessiz, renksiz ve kokusuzdur. Ama olmayanı düşüncede yaratmayı başarırlar. Resmin, fotoğrafın yaptığı gibi tıpkı. 

Mustafa Nurettin uzaktan onlara bakınca soğuğu hissetmez, ama devasa insan kitlesinin tıkıştığı büyük konuk odasının tam orta yerinde, tahta döşemenin üstünde beyaz kefenine sarılıp sarmalanmış yatan dedesinin cansız bedenine üzüntüyle baktıkça ölümün soğukluğunu hissetmiştir. Dışarıda lapa lapa yağan kara rağmen kışın sıcaklığı düşmüştür dizlerine. Önceki geceden beri başucunda bağdaş kurmuş beklemektedir. Bilir ki artık dedesinin silueti bir parça da olsa sonbaharın sarı sıcağı, kırmızı ateşi kalmış sık bir koruluğun fotoğrafı gibi konuşacaktır onunla... 

Her şey hafta sonunun insan duyularını ikiye ayırmasıyla başlamıştır. Dış duyuları biliriz: görme, işitme, koku alma diye sıralarız... Ama ya iç duyular? Bunların nasıl sıralandığı pek bilinmez... Hayal, düşünce, vehmediş yani olanı olmayanı anlamak, zihinde hıfz ediş ve ortak duygu... 

Cumartesi günü bayağı bir fenalaşır Gazi Mustafa Dede. Yanına gelenleri görür, onların kendisine mırıldanarak söylediklerini işitir, hatta konuştukları zaman her ağızlarını açıp kapatırken dışarı saldıkları nefes kokularını bile alır. Bazen sıcak eller dokunur soğuktan pütür pütür olmuş buruşuk ellerine. O an doğrulmaya çalışır ve kimsenin moralini bozmak istemediği için midir, sevincinden midir bilinmez, yatağının yanı başına hep yaslı duran bastonuna uzanır, bir gayret ayağa dikilir. Gayet neşeli gözükmeye çalışır. Eskilerden anlatır; hatta bir keyif tütünü bile içmeye kalkışır, refikası Münevver Hatun’un eşkâlsiz engelleyici gür sesine rağmen. Kendisini ziyarete gelenlerin hepsi mutlu olurlar onunla daha fazla zaman geçirecekleri için. 

Ne var ki aradan çok geçmeden, yani Pazar günü tekrar fenalaşır Gazi. Yakınlarda bulunan bir sağlık kuruluşuna ya da tam teşekküllü bir hastaneye götürmek isterler. Ancak bedeni neredeyse iflas etmiştir ve o denli zayıftır ki değil merdivenleri inmek, yatağından bile kalkamaz. “Yapılacak her şeyi yapacağız,” der doktorlar. Lâkin zaten hem kendisi, hem de doktorlar ölümü çoktan kabul etmişlerdir. Karısı Münevver Hatun, oğulları Mehmet, Ali ve İhsan, kızı İsmet, gelinleri ve damadı, torunları, hepsi başında durur: Sana bir şeycikler olmaz, asker adamsın sen; sen ve senin gibiler olmasaydı bizler bu vatanda olabilir miydik?” diye seslenirler bir koro halinde. Hafiften gözlerini aralar Gazi. Gülümser. Gözlerine Irak cephesinde yaşadıkları dolar. Şarapnel parçalarıyla nasıl yaralandığını, ardından gelen esaret yıllarını hatırlar. Gülümser. 

Ve o gülümseyiştir ki yanı başına üşüşmüş kişileri de tebessüm etmeye zorlar. 

Günler sonra ise Gazi Mustafa’nın bu gülümsemesini hiçbiri unutamayacaktır. Hatırladıkça gözleri dolacak ve ağlayacaktır. 

Perşembe gecesi ortak duygu yoluyla iç ve dış duyguların birbiriyle ilişkilendirildiği saatler koşmaya başlar. Karanlık kol gezer, yumuşak aklığın içinde. Dışarıda bahçeyi sınırlayan meşeler ve ladin ağaçları aralık ayından beri bastıran kar yağışının ardından beyazlara bürünmüş hem o iç hem de dış duyguları coşturmaktadır. İçeride ise gergin bir bekleyiş sürmektedir. Onun öleceğini bile bile... Ama ne vakit olacağını bilmeden... Yani vaktin ne zaman dolacağını bilemeden... Ölümü beklemeye başlarlar... Konu komşu yalnız bırakmazlar; ara ara ziyarete gelip giderler. Belki son bir kez daha görebilmek için kendisini. Onunla geçirilen mehabetli zamanlar anlatılır. 

Şeydasıyız, delisiyiz saflığın, aklığın. Ne tuhaf! Ölümün rengi kara olduğu halde, doğaya ak renkli karla, saflığın rengiyle gelir ölüm mevsimi. Ölüm yaşatmak için, yeniden başlatmak için ak renkli geliyor olmalıdır... 

[📷 Şakacı Sokak’ta gece, (Aralık 2018).] 

Şayet Şakacı Sokak muhitinde Gazi Mustafa yoksa Münevver Hatun da yoktur. Mehmet, İsmet, Ali ve İhsan da...  Dolayısıyla Cemile, Hakkı, Saime ve Necla da yoktur... Velhasıl Mustafa Nurettin, Ahmet Muhittin, Fahrettin, Fahrünisa, Asuman, Meral, Ümit, Metin, Berrin, Nedim de olmadığı gibi Nevin, Semra, Mediha, Akif ve diğer torunların eşleri de yoktur... Eğer Gazi Mustafa yoksa torun çocukları olan bizler: Sefer Hayrettin, Hayrünisa, bendeniz Mehmet Şeref, Münevver Aslı, Zeynep Arzu, Mehmet Ayhan, Sadun, Sema, Ruhi, Sudi ve diğer torun çocukları da yoktur... 

Nasıl ki beyazlara sarınmış örtünün altında, ölüm sessizliği, yası vardır... Gazi Mustafa’nın beyazımtırak örtüsü altında yatan bedeni de öyle sessiz ve yaslıdır... Ama doğa bilir ki her yas içinde sevinci taşır. Her şey doğarken ölümün tohumunu taşır. Dolayısıyla yaşam karşıtıyla birliktir. Tersi de böyledir. Kozyatağı Kaya Sultan Sokağı kırlıklarına yağmış kar örtüsünün kapladığı kış manzaralı ahşap evin üst katında yaşlı cansız bir beden, dallarıyla adeta felsefe dersi vermektedir Perşembe sabahının ayazında... 

Tohum ölür, kar üstünü örter, baharda ölü tohumdan can fışkırır gökyüzüne. Süt beyazı battaniyesi toprağın doğacak ölüyü, sessiz ve sakin bırakın demektir. Bahar gelince çorak yerler yeşerecek, doğanın mezarlığında çiçekler açacak, canlar tomurcuklanacak, başak verecek, koruklar üzüm olacak, gül gülüne kavuşacak, papatya papatyasına... 

Ama ölüm dediğin, herkese söz verdiği saatte mi gelecek? 

Mahallenin ileri gelenleri, Gazi Mustafa’nın tüm sevenleri koşa koşa gelirler konağa. Yaşlı gözlerle sadece, “Dağ gibi Gazi öldü mü yani?” diye sorarlar. Herkes birbirine sarılır ve teselli sözcükler dökülür her bir ağızdan. Gözü yaşlı Münevver Hatun avuncu en fazla hak eden kişi olarak görülür. Yüz hatlarına oturmuş buruşuk çizgilerden onun o günden sonra içine düşeceği eşsizlik sarmalının beynini nasıl kurcaladığı çok iyi görülmektedir. Bir tuhaf fırtına sesi kulaklarında uğuldar Münevver ninenin. Yoldaşını kaybetmenin sancısıyla içine düşeceği bu yılankaviden nasıl kurtulacaktır? Üzerine doğru sert bir şekilde üfleyen bu güçlü ersizlik esintisine karşı nasıl karşı koyacaktır? Çıkardığı ürpertici sesin yanı sıra sürekli yönü değişen çalkantı bir önden bir arkadan ısırıyor, o ise nereye döneceğini şaşırıyor. Yere çömelip başını bacaklarının arasına alarak dayanmaya çalışıyor. Ağlamamaya çalışıyor. Gazi Mustafa’nın en son yattığı döşeğe gözü takılıyor. Ondan geriye kalan eğri bir baston, bir adet kol saati ve son kez tuvalete gitmeden önce giydiği deri mestlerine bakıyor. İşte o anda bir daha bir daha kopuyor. Sendeleyerek de olsa ayağa kalkmaya çalışırken, içinden kopan parçacıklar tekrar tüm şiddetiyle onu boşluğa sürüklüyor. Ağaçların dallarını kıran, okyanuslarda devasa dalgalar, çöllerde kum fırtınaları yaratan rüzgârdır bu. Kendisi hiçbir şekilde görünmeyen ama Münevver Hatun’un kulaklarında uğuldayarak çıkardığı etkilerle hafızasında unutulmaz hükümler bırakan rüzgâr. 

Acaba direnmeyip kendisini bıraksa nereye kadar götürebilir bu çalkantı onu? Dirense ters yöne doğru gitme şansı var mıdır? Ölüm döşeğinde yatan kocasının yüzü aklına düştükçe ona düşüncelerinin kontrolünü kaybettiren bir olguya karşı daha fazla nasıl direnebilir ki? İçine düştüğü bu Gazi’siz dolambaçtan nasıl çıkacaktır? Ya çocukları onu tamamen terk edip yalnızlığa iterlerse? Böyle bir yalnız hayata ne kadar dayanabilir ki? 

***...*** 

Mehmet Efendi ile Fatma Hatun’dan doğma bir Erzincan göçeri, İstanbullu olmayan geniş bir kütlenin içinde kendine yer buluyor. Belki de sonradan gelip yerleşeceklere önderlik yapıyor. Bu İstanbulluluk hadisesi süreç içinde iyice ayrışıyor. Önce düşünce olarak, sonra genetik olarak. Gen coğrafyasında Anadoluluk, Rumelilik gibi kavramlar ağır basıyor. Gazi Mustafa ise babasına ve annesine benzer bir şekilde başkaldırmayan olarak kök tarihimize kayıt ediliyor. Çözgün ruh önce başkaldırmayan bir çocukluk ruhunda yatıyor ancak nesnel koşulların zorlamasıyla delikanlı Mustafa yolunu seçiyor. 

1873 doğumlu Mustafa, Erzincan’ın Eğin kazasına bağlı Sergevil köyünde vuku bulan zulme ve işsizliğe çare olarak babası Mehmet Efendi ve anacığı Fatma Hatun ile birlikte 1887 yılında İstanbul’a geliyor. Sevdiklerini arkada bırakmak ona çok acı verse de, İstanbul’a çabuk uyum sağlıyor. Takvimler 1902’yi gösterdiğinde tanıştığı Merdivenköy’lü Münevver ile hayatını birleştiriyor. Yıllar sonra babası Mehmet Efendi ile annesi Fatma Hanım Sergevil köyüne döndüklerinde o ısrarla İstanbul’da kalacağını belirtiyor. Ve öyle de yapıyor... 

Kurduğu aile yapısında ve refikasının familya bağlarından beslendiği kadarıyla epey islamik yaşayan Mustafa, gün geçtikçe, padişaha bağlı, daha “Müslüman” bir dünya görüşünün savunucusu oluyor. 

Mustafa Dede asi ya da düzene başkaldırmayandır. İsyankâr değildir ve aidiyeti genellikle saraylı Sultan’ın etrafında olmuştur. Ancak çok çalışkan bir kimliğe sahiptir. Hayvancılık yapmayı sürdürürken, eş, dost, akrabanın övgüsünü haklı olarak almayı bilmiştir. Gücünden dolayı herkes ona takılmaktadır: “Maşallah Gazi, beygirler bile senin gücüne yetişemez! 

Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet döneminde ise oğlu Mehmet’in vasıtasıyla cumhuriyetçiliğe, halkçılığa, laikliğe, milliyetçiliğe, devletçiliğe ve inkılapçılığa  sempati duyar. Aslında genlerinde halka açılmak zaten mevcuttur. Zaten bilir ki, her halkçı illa bir isyankâr değildir. Daha fazla lokal düşünmeyi ilke edindiğinden bulunduğu yerleşimde yaşayan halkı için süt ve süt ürünlerini imal etmektedir. Cumhuriyet öncesinde, uzun yıllar sürecek askerlik hizmetine katıldığında savaşlar art arda patlamaktadır. Gittiği cephede yaralanıp da esir düştüğünde bile başkaldıran olmamıştır. Gününü beklemiş, kurtuluşu düşlemiştir. Eve döndüğünde, yaşamak için ve geniş ailesine bakabilmek için sürekli çalışmıştır. Büyük baş ve küçükbaş hayvanlarının sayısını büyütmüş, eldeki toprakları işlemiştir. 

***...*** 

İnsan mutluluğu yarattığı işlerde ve mekânda bulduğunu düşünür. Ama mutluluk esasında insanın içindedir... Babamın dedesi, Gazi Mustafa dede, İstanbul’a geldiğinde ve Kozyatağı çevresine yerleştiğinde on dört yaşında bir delikanlıdır. Burada geçirdiği altmış dört yıl boyunca kendisini, doğayı ve insanoğlunu keşfetmeye çalışmıştır. Çünkü İstanbul’a geldiği gün ile ölüm tarihi arasında uzanan devirde, bu topraklar üzerinde inanılması zor olaylar ve dönüşümler cereyan etmiştir. Her birine tanıklık etmiştir. Bir kentin nasıl bir değişim geçirdiğini bizzat kendi gözleriyle izlemiştir. 

Elbette, herkes hayatını, beklentileri doğrultusunda, kendisini en mutlu edecek şekilde yaşamalı. Çünkü mutluluk bir tutkudur. Onu bulmak ve ona kavuşmak için insan önce kendini tanımalıdır... Gazi Mustafa dede de mutluluğu burada, Şakacı dünyanın eşiğinde bulmuştur. Yakaladığı mutluluğu asla bırakmamış ve eşiyle, çocuklarıyla, torunlarıyla kök saldığı topraklarda kalmıştır. 

[📷 Şakacı Sokak, (Eylül 2010).] 

Beklentiler ve mutluluk?.. 

Aslında öldüğü güne kadar beklentiler ona umumiyetle hayal kırıklığı getirmiştir. Beklentileri hayatından çıkarabilseydi, hayal kırıklıkları da doğal olarak ortadan kalkabilirdi. Ve tabii, yaşadığı her şey ona sürpriz olurdu... 

***...*** 

Rüzgârlar eser bembeyaz olur, rüzgârlar eser yeşerir, lal rengine dönüşür; rüzgâr eser tüm renkler beyazda buluşur. Bir mutasavvıf geçseydi yakından, Rumi veyahut da Ömer Hayyam, eminim ki şöyle sorardı: “Ey dağ, nasıl bir şaraptı içtiğin şarap?” Sorar ve herkesi çağırırdı, “gelin dostlar gelin Arhavi’ye gelin, biz sarhoş olduk, siz de katılın. 

Gazi Mustafa zinhar içmezmiş. ‘Zıkkımın peki’ dediği sıvıyı ağzına koymazmış. Ama kocaman gönül bahçesinde son hasadın ardından sebze bahçelerini bekleyen sakin aylarda kar örtüsü nasıl bitkileri dondurucu rüzgârlardan korur, tekrar bahara kavuşmasını sağlar, Mustafa dede de elinde tütünü karları kürer, soğuk derenin içine kadar ayaklarını batırırmış... Sonra ceviz ağacının altındaki kütükten oturağına gömülürmüş... Ağzında o meşhur Erzincan türküsünü çığırarak: 

Büyük cevizin dibi (Nanay gülüm nana yar)

Ne gezersin el gibi (Nanay kibarım nanay)

Sallan da gel yanıma (Nanay gülüm nana yar)

Helalce malım gibi (Nanay kibarım nanay)

Büyük ceviz yarıldı (Nanay gülüm nana yar)

Annen bana darıldı (Nanay kibarım nanay)

Darılırsa darılsın (Nanay gülüm nana yar)

Eloğludur sarıldı (Nanay kibarım nanay)

Ceviz meyvasın güzel (Nanay gülüm nana yar)

Güz gelir döker gazel (Nanay kibarım nanay)

Beni sevmez demişler (Nanay gülüm nana yar)

Seni severim ezel (Nanay kibarım nanay) [2] 

İşte öylesine soğuk bir ocak ayının perşembesine rastlayan cansız gününde Gazi Mustafa’nın türküleyen yanık sesi renksiz ve donuktur. Ama aynı zamanda ilklerin ilkidir Mustafa Dede. 

Uzun servi ağaçlarının gölgelediği İçerenköy Kabristanı’nda yer alan lahit makamı Sayman familyasının ilk hudutsuz eseridir. O dilsiz manzaradır ki bizi çekip götürür, bir saçakkök şeffaf yaşlı eliyle benliğimizi tutar ve götürür, yalnız nereye götürür orasını bize söylemez. Bazen Munzur Dağı’nı parçalar, bazen Kayışdağı’nın koruluklarına ışık olur aydınlık yağdırır. Bazen de Kozyatağı çimenlerinde sere serpe uzanır, güneye Bostancı bostanlıklarına, Suadiye domuz çiftliklerine veya batıya bakan Kazasker üzerindeki bağlıklarda renkleri avuçlar aşağılara doğru üfler. 

Gazi Mustafa dedemin teması hem bu sözünü ettiğim sürekliliği, köklere sahip olmayı, hem kuşak çatışmalarını, köklerden kopmayı, hem de çatışan tarafların birbirlerinin konumlarına geçebilmelerini içeriyor. Dedeler dedelikten çekilirken, sıra babalar ile evlatlara geliyor... 

Şimdi kaç yıl desem?.. Ben doğmadan on iki yıl önce vefat etmiş Gazi Mustafa Dede. O günden bugüne de köprünün altından nice sular akıp gidivermiş. Çocukları çocuk sahibi olmuş, torunlar doğmuş, büyümüş, evlenmişler ve çoluk çocuğa karışmışlar. Zaman su gibi akmış. Bu gün itibariyle (5 Ocak 2020) tam yüz kırk yedi yılı devirmiş Gazi. Bir kahve fincanının içindeki kahve lekeleri gibi belli belirsiz hayal yamaları halinde hafızaların çeperlerine saçılmış zaman gibi. 

Babama isim verilirken atlanmamış ve ön adına kaynak olmuş Mustafa Dedemin doğduğu Sergevil köyü az önce bahsini ettiğim gibi bir dağ köyüdür. Erzincan’ın İliç kazasındadır. [1] 

Beyazlaşmış saçları kasketinden dışarı taşan Mustafa Dede bize kahve falı bakar mıydı, bilemeyeceğim, ama eminim porselen bardağın içinde katılaşmış şekiller için ne öyküler anlatırdı. Benim hayalimdeki fincanın sapı şimdiki zamanı gösteriyor. Kim bilir belki içindeki dairesel çeperlerin her birini birer yıl diye hesaplarsak yüz kırk yedi olarak kabul gerekir. Telve dipte iyice kalmışsa da bunu olumsuzluklara yorumlamamak en doğrusu. Sanırım kahve çekirdeğinin tortusu fincanın içine hangi mesafede yapışmışsa, bu yapışmalar, olacak şeyleri ve zamanı anlatıyor. Eh, olacak ama ne olacak?.. Ne zaman olacak?.. Mutluluk mu?.. Aşk ve evlilik mi?.. İhanet, küskünlük, başarısızlık mı?.. Uzun bir yolculuk mu?.. Sadık dostlar, ya da sahte ilişkiler mi?.. Kazma, tabut, çaput mu?.. İnsanın bir hayli keyifle içtiği şey o insanın yazgısını belirleyebilir mi?.. Fincanın içinde ölümü de görmek mümkün mü?...... 

[📷 Kaya Sultan Sokak, (Eylül 2010).] 

Şimdi o Kozyatağı... Kaya Sultan Sokak ile Can Sokağa paralel köşe arazinin içindeki abanoz viraneliğe gitmek lazım... Gidelim. Onun oturduğu döşeğe oturalım ve açalım ajansı. O hiç gitmemiş gibi. Ve ajans bitene kadar sessizliğimizi koruyalım. Kıpırtısız vaziyetlerde tüneyelim yerimizde. Onun nezdinde tüm eski yaşantılara, eski hatıralara, eski hısım ve akrabalara, dostlara, konu komşuya, arkadaşlara değinelim. Bir kat daha saygı duyalım o zamanın insanlarına, yaşanmış tüm anılara. Hiç de acı tatlı, olumlu olumsuz demeden; herhangi bir ayrım yapmadan. Kendimizi eleştirelim. Anlatılanlardan öğretici, eğitici dersler çıkartalım. 

(Mustafa Dede üstte sağda, eşi Münevver Nine ile birlikte... Altta: Mehmet dedem...) Ben çok iyi biliyorum ki dedelerin hatıraları ile avunmak son derece doğaldır. Onun eski şusu, busu, yok radyosu, yok terliği, yok, eski çakısı, eski tespihi, eski yüzüğü... O eşyalardır ki hepsi apar topar paylaştırılmıştır hayatta olan yakınları arasında. Böyle de olmuştur nitekim. Gazi Mustafa’dan bana kalan ise topu topu bir “parça”dır. O parçayı hayatım boyu saklamaya söz veririm. O parça onun mini minnacık bir vesikalığıdır. Çerçeveletmeye bile gelemez. Boyutları küçüktür ama manası epey derindir: Tümden gelim, tüme varım tarzındaki kişisel sorgulamaların tepesine büyüklerimden ona dair dinlediklerimi ve yazdıklarımı koyar ve her şeye oradan başlarım ve her şeye baştan başlarım. 

Ölümün sırası olur mu? Olmaz ama eğer sıralı ölüm geçerliliğini koruduğunu var sayarsak ve genelde kadınların erkeklerden daha uzun yaşadığını göz önüne alırsak, köklü Sayman familyanın hiyerarşisinde ilk kaybedilendir Gazi Mustafa; o nedenle onun ölümü en vurucu etkileri olan olaydır. İlk kaybedilen, ilk yüzleşmeleri yaşatan, gerçekleri ilk yüze vuran, ilk büyük şoku yaşatan... Yakınlarının ilk kez hayatın hiç yaşanmayacağını sandıkları tarafı yaşamalarına sebep olan olaydır. 

Ölümü ani de olsa, yavaş yavaş da olsa gittiğinde torununun çocuğuna (bendenize –Ş.S.) çok fazla şey miras bırakır. Maddi olarak hiçbir şey bırakmasa dahi çok önemli bir öğreti bırakmıştır: zaman gelecek o tüm sevdiklerin teker teker gidecektir, yok olacaktır ve ama senin işte bu yüzden fazla zamanın yoktur. 

Her yok oluş gibi o kadar koyar ki onun gidişi, her gitmediğin çağrılar, her yapmadığın istekler, her istem dışı yaptığın saygısızlıklar aklına geldikçe kafanda daha derine kazınır; hatta o kadar koyar ki hayat felsefeni değiştirir. Fark etmeden ne kadar sevdiğini anlamana vesile olan ilk vaka olduğu için onun yeri ayrıdır. Ders niteliğindedir gidişi... Sözler verdirir “bir daha hiçbir şeyi ertelemeyeceğim” diye... 

Neler gizli o sandukanın içinde, ardında?.. Ey Gazi Mustafa dedem, nasıl bir kapı açacaksın bana, nereye ve... Yaşadıklarım da ardımdan gelebilecek mi?.. Yoksa kandırmaca mıdır hepsi “yazıktır, boşa gitmiş çabadır” motivasyonları içinde. Kendimi mi kandırıyorum, yoksa yalandan ihtiyaçlar mı yaratıyorum ardından bana miras verdiğin o çok değerli ödüle sahip olabilmek için. Soruyorum kendime: “Ölüm nasıl bir hediye verebilir ki gözyaşından başka?” Usul usul yaklaşınca yakınıma, uzağıma bile, hatta bozarak dengemi ne anlatmaya çalışıyorsun?.. Ben buralarda birilerinden kaçmaya çalışırken aslında, kurtarıyor musun beni, yoksa sevdiklerime koca bir parça hüzün mü hediye ediyorsun?.. Kaç tane soru sorabilirim sana bu meraklılığımla bilmiyorum... 

***...*** 

Açılan ela gözler. Yeni bir gün. 

Bu bergüzar denemeye göre bir adım daha yaklaştım sana. Ve senin istediğin gibi yaşamam gerekiyorsa, inan bana her şey bu yazı gibi olur sonunda... Ve bu sefer kaçmıyorum, baştan açıyorum melodiyi... Hatta sımsıkı içimde tutuyorum seni. Kim bilir, düşünmedim belki yine, sadece içime vurduklarını kelimelere yansıtmaya çalıştım. Ve yine sonu gelmiş oldu kendiliğinden, hayatın da öyle olacağı gibi... 

“Acının miladıyla başlayan bir hikâyedir bu

yaşayıp gelmişiz ormanlar bir yanarak

her dönemeçte uğultulu uçurumlar

her şafakta uzun uzun kurt ulumaları

Ey masalcı

otur şu geyik postuna

ve anlat şimdi bütün bunları

Önce yaşadıklarımızı koy ortaya

hatamızı ve sevabımızı anlat

görelim nelere kahretmişiz bunca zaman

nelere göğüs germişiz görelim bir bir

bedeli ödenmiş midir şafağın, bilelim

yaşamak;

yeni acılara sürgün etse de bizi

Hayatımız göründüğü kadar basit değil

ama anlaşılmaz gibi de değil öyle

çoğunu unuttuk belki şimdiden

belki bitti birtakım bekleyişler

umutlar da bitti bir zaman, sevgiler de

ama unutmayalım

Gazi Mustafa Dede’m de biter hayatımızda [1] 

***...***  

Seref Sayman

Saros Körfezi, Ekim 2018 -Eylül 2020 

DİPNOTLAR & KAYNAKLAR 

[a]  2011’in Ağustos’unda ailece yaptığımız kocaman Karadeniz turundan Antalya’ya dönerken merakımızı aşmak için yola çıktığımızda uğramaya çabalamıştık o yüksek köye. Ancak hava karardığı için bu coğrafyaya egemen olası risklerle karşılaşmamak adına son yirmi beş kilometreden geri dönmüştük. Olası riskler gerçekleşir miydi, gerçekleşmez miydi, tartışılabilir tabii, ama merakımızı başka bir tarihe erteleyerek o an en doğru kararı verdiğimizi düşünmüştük.


[1] A. Zekai Özger,“Günler Perişan”.

[2] Erzincan Türküsü, “Büyük Cevizin Dibi (Nanay)”.

[3] Ahmet Telli, “Acının Miladıyla”. (Son satırda dedemin ismini ben uyarladım.) 

***...*** 

[📷 Saros’a Veda, Koruköy, (Aralık 2019).] 

(*) Önceki Makale: We had Grown up With These ~ Bunlarla Büyümüştük

(*) Sonraki Makale: Verbal Notes About Life ~ Hayata Dair Sözlü Notalar 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***