Verbal Notes About Life ~ Hayata Dair Sözlü Notalar


Tanınmış Zaman

Şakacı Sokak’ın Güzide Yaprakları 

günden güne yaş-lanmak, yaş merdivenine çıkarken yuvarlanmak… 

Takvim yaprakları birer birer koptuğu zaman sevinirdik. Oysa her takvim yaprağının ömrümüzden bir günü daha götürdüğünü bilmezdik... Saman kâğıdına basılı saatli maarif’in hafta içine düşen günlerine göre insanlar meşguliyet alanlarında görevlerini bir arıdan farksız icra ederdi... Cumartesi yaprakları, en sevdiğimiz yapraklardı; tatil kokardı, özlem kokardı, aile kokardı, özgürlük kokardı... Miskinlik reyonu sayılan Pazarları ise hiç kopmasını istemediğimiz yapraktılar... Çünkü, ertesi günü okul vardı, iş vardı, güç vardı... 

Uzun ama upuzun bir tüneldeyim ve yüreğim yerimden çıkarcasına koşturuyorum. Hem de feyezan içinde. İşin doğrusu koşmuyorum. Buna ancak “kaçmak” derler. Peki, kimden kaçıyorum? Bunu bilmiyorum. Ama öyle. Kaçmam gerekiyor. Birileri veya bir şeyler kovalıyor arkamdan... Tünelin içi zifiri karanlık ve alabildiğine soğuk. Tavandan şıp şıp su damlıyor. Ortalık resmen küf kokuyor. Göremiyorum ama belki duvarları da yeşil ot ile kaplıdır. Yoksa yosunlaşmış mı demem gerekir? O kadar karanlık ki gözlerim bir metre önümü bile göremiyor. Aaa... O da nesi? Uzakta, çoook uzakta bir nokta ışık var... Herhalde bu berbat tünelin çıkış kapısı oradadır diye düşünüyorum. Ve başlıyorum deliler gibi koşmaya o aydınlık noktaya doğru. Ama ben yaklaştıkça o yakamoz sızıntısı benden uzaklaşıyor sanki. Arada bir de kaybolmuyor mu?.. Aklım uçacak gibi hissediyorum. Ödüm bir şeylere karışıyor. Derken başka bir tarafta tekrar ortaya çıkıyor. Benimle oyun mu oynuyor ne? Belki de tünel kıvrımlı bir yol gibi ilerliyor diyorum... Arkamdan acayip sesler duyuyorum... Üstelik gittikçe yaklaşmakta olan bir ses bu... Yüreğimi dördüncü vitese atıyorum, ayaklarıma gaz veriyorum… Daha hızlı koşmalıyım... Çüş, diyorum kendi kendime! Nefes mi kalır insanda? Hakikaten de nefesim yetmiyor bundan böyle... Oysa beni kovalayan uğultu yaklaştıkça yaklaşıyor, yaklaşıyooor... 

Bir rüya gibi... İnsanın altına kaçırmaması için onlarca neden olabilir. Ama kaza yapmadan sıyırmak diye buna denir... Oysa anneannem yaşasaydı bu durumu, her zamanki alçakgönüllülüğünle, hemen yorumlayabilirdi: “İnsanın rüyada tünel görmesi uğurdur!” Belki bunun üzerine o ayki piyango biletini bile bana çektirtebilirdi. Kim bilir tünelin ucundaki parıltılı ışık da belki bir çuval akçenin geleceğine dair bir yoruma açık konudur. 

Ama mevzu bahsimiz bir rüyayı yorumlamak değil elbet. Yukarıda anlatmak istediğim insan yaşamının bir koşuşturmadan ibaret olduğunu anlatmak içindi... Bir takvim hızında akabilirdi yıllar. 

Sevdiğim her şeyi not altına almak gibi farklı bir alışkanlığım vardı. Hayata dair konulardı bunların çoğu. 

Ve ben bu notlar için ayrı defterler tutardım. Zaman zaman onları yerinden çıkartır, tekrar okur ve içimin sonbahar yağmurlarında çıtır çıtır kuruyup kalmış yaprakların ıslanışı gibi burkulduğunu hissederdim. Hayat derdim bazen bir yaprak dökümü gibi akıp gidiyor, bazen de bir sokağa boşanan yağmur suları gibi... Aslında her iki doğal olayı da çok severim. Yaprakların salına salına dalları terk ederken çıkardığı hışırtı... ve kendine bir yol bulmaya çalışan yağmur sularının ağlamaklı sesi... 

Ve yaşantımızın gidişatını ölçümleyerek gösteren o takvimler ise ne kadar önemliydi. Her evde duvara asılı muhakkak bir duvar takvimi bulunurdu. Her aile ferdinin bu takvimden faydalandığı özel bir konum muhakkak söz konusuydu. Biz gençler olarak gözlerimiz o takvimin üzerinde daha fazla olurdu; tatiller ne zaman, sömestre ne zaman, bayramlar hafta sonu ile birleşiyor, okulun bitmesine, sömestre tatilinin gelmesine kaç gün kaldı, yaz tatili yaklaştı mı... soluksuz, nefes almadan, izlerdik... İnanmazsınız, takvim yaprakları birer, birer koparıldığı zaman öylesine sevinirdik ki!!! İçimizde tatlı bir coşku seli oluşurdu adeta... 

Oysa girişte kurguladığım olayın tersi duyarlılığında, her takvim yaprağının ömrümüzden bir günü daha götürdüğünü bilmezdik. Cumartesi yaprakları, öğrencilik yaşantımızın tamamına dominant en sevdiğimiz yapraklardı; “uzun hava” ritminde misler gibi tatil kokardı... özlem kokardı... ahbaplık - omuzdaşlık kokardı... sevgili – yarenlik ilişkileri kokardı... aile kokardı... her yönden özgürlük kokardı... Ah hele aylardan ilkbahar renginde bir Mayıs ayı ise, belki Adalar’da ya da Eskihisar’da gezi kokardı... 

[📷 Şakacı Sokak gençlik, Eskihisar Kalesi, Gebze, (Mayıs 1978).] 

[📷 Adalar gezisi, İstanbul, (Nisan 2017).] 

[📷 Adalarda bisiklet sevdası, İstanbul, (Nisan 2017).] 

Bizim evde, tıpkı akrabalarımızın ve komşularımızın evlerinde olduğu gibi, en fazla saatli maarif takvimi düşkünlüğü vardı. Bu takvim modeli o kadar etkiliydi ki, insanlar doğacak çocuklarına isimlerini bile bu “karton-sayaç” içinden bulurlardı... 

Ev kadınları bugün ne yemek yapsam diye kararsız kaldıklarında hemen saatli maarif takvimi imdada yetişirdi... Bunların yanında daha neler neler vardı o takvim yaprağında... günün özlü sözü... tarihte bugün... görgü kuralları... tarihte yaşanmış olayların yorumları... önemli günler ve haftalar... Kimileri ise yapraktan aldıkları alıntıları kaynak olarak kullanmayı alışkanlık haline getirmişti... 

Bazı evlerde bir başka model: “Ülkü Takvimi” göze çarpardı. Arada bir babam ambulans şoförü olarak çalıştığı hastaneden kendisine yeni yıl armağanı olarak sunulan bu takvimden de getirirdi. Ancak bizler ufaklığımızda pek meraklı ve zaman kavramına tutkun çocuklardık.  Bu takvim eve girer girmez en büyük hevesimiz benden kocaman kardeşlerim, ağabeyim ve ablam ile birlikte almanak benzeri takvimi açıp, kitap okur gibi okumaktı. Valide sultan her ne kadar bu duruma sinirlenip, yepyeni cildi katlamadan okumamızı istemese de! 

[Çünkü daha kullanıl(a)madan tutkallı cildi hafiften ayrılır, takvimin yaprakları süpürge gibi açılarak, abuk sabuk bir şekil alırdı.

Ama bendeniz yine de kimseye çaktırmadan Arsen Lupen misali yaprak yaprak okurdum... 

Ne yalan söyleyeyim, takvimin en çok beğendiğim kısmı da, ön yapraklarında yer alan renkli küçük dikdörtgen fotoğraflardı. Bayılırdım o resimlere... 365 günlük takvimin yaklaşık üçte biri, İstanbul resimleri ile dolu olurdu çünkü. O senelerin takvimleri, ya 12’lik geniş yüzey duvar takvimleri, ya da siyah-beyaz baskılı ve fotoğrafsız yapraklı takvimler olurdu. Ama “Ülkü Takvimi” alanında bir yeniliğe imza atarak, renkli baskı tekniğini kullanmaktaydı. Belki de çocukluk dönemimizde doyasıya dokunma fırsatını bulamadığım Avrupa Yakasındaki İstanbul sevdam, biraz da bu takvimin sayesinde yüceldi: Galata Köprüsü, Taksim, Eminönü, Beşiktaş, Rumeli Hisarı, Sarıyer, Aksaray, Kumkapı, Bakırköy... İstanbul'un hangi semtini ararsanız bulmak ihtimal dâhilindeydi. Bunun dışında başka şehirlerin de renkli resimleri aralara serpiştirilmiş olurdu: Bursa, İzmir, Ankara, Antalya, Edirne, Konya, Samsun... Resimler mikroskobik ve çözünürlükleri boğunuk da olsa, konu hakkında kabaca bir fikir verebilecek yeterlilikteydiler. 

İçlerinden beğendiğim resimlerin olduğu sayfaların kenarını hafifçe kıvırırdım. Vakti zamanı gelince bunları unutmadan arşivleyebileyim diye. Daha kullanımı henüz “kısmet” olmayan takvimin içindeki çok yönlü yapraklarının kenarlarının kıvrılması ise, bir köşesinin, diğerlerine nazaran daha şişkin görünmesine yol açar ve yaptığım dalavere daha ilk bakışta anlaşılır, bu “özgün” çalışmayı anneciğimin zılgıtı takip ederdi. Çok geçmeden hummalı biçimde tekrar köşeler açılarak düzleştirilir, takvimin, ilk alındığı desen yakalanmaya çalışılırdı. Her ne kadar o form yakalanmasa da zahmete değerdi... Hayranlığın sonu yok... Sabahları okula çıkmadan evvel, ertesi ve daha ertesi günün yapraklarını kontrol eder ve bir fotoğrafın dahi gözden kaçmamasına çalışırdım. Sonra da, zamanı gelip de kopartılan yaprağı alır, resim kısmını keser ve bir kâğıda yapıştırırdım. Yıllar içinde manzara arşivinden oluşan havalı bir katalog sahibi olmuştum. Bu resimlerin orijinalleri ise bayram arifelerinde caddelere kurulan kartpostal sergilerinde bulunur ve cebimdeki harçlıkların tükenmesini sağlayıcı işlevi görürlerdi. 

Takvimde bilerek baktığım bir başka yer ise, arka tarafındaki “günün fıkrası” köşesi olurdu. O senelerde internet nerede... yok tabii... aklınıza estiğinde bir web sitesi/blog açıp da, yüzlerce fıkrayı peş peşe okuma şansına sahip değilsiniz, kitapçıdan aldığınız fıkra kitapları ise üçer dörder defa okunmaktan, neredeyse muhteviyatındaki tüm fıkralar ezberinize alınmış... O zaman tek çıkar yol, takvimlerin fıkralarından faydalanmak... Ama takvimi baskıya hazırlayanların katakulli yapması kaçınılmazdır... Bazen takvim içinde aynı fıkra iki ya da üç yerde tekrar ederdi ki gerçekten sinir bozucu bir durum demekti... 

Annem, ön sayfadaki “günün mönüsü”ne mutlaka göz atar, kimi zaman da arka sayfasındaki bir yemek tarifini keser saklardı. Ve bu kestiği tarif, mutlaka ama mutlaka ön taraftaki güzel bir resmin üzerine veya kenarına denk gelir, fotoğrafın bütün güzelliğine limon sıkacak şekilde resimde bir gedik açardı!! 

İşin bir başka tuhaflığı takvimin ön cephesindeki “Vasati” ve “Ezani” sütunlarını bir türlü anlamaz ya da kasten anlamazlıktan gelirdim. Pek ilgi alanım içinde sayılmazlardı. 

Takvim, evimizin oturma odasında kapı girişinde en fazla görünen yere asılı olurdu. Kış günlerinde odun-kömür sobamıza kuşbakışı bakar, kâğıtları oda sıcaklığında ısınırdı. Yeri, yıllar yılı hiç değişmedi. Yaprak öbeğinin üzerine ilişik olduğu bir de kalın kartonları olurdu ve üst kısmında da genellikle ya Boğaziçi Köprüsü'nün, ya Kızkulesi'nin, ya da Rumelihisarı'nın net ve büyük ebatta bir gündüz veya gece görüntüsü basılı olurdu. Yüklü kartonun asılı olduğu çivi, sene yarılandıktan sonra, taşıdığı ağırlıktan ve her akıp giden takvim günü üzerinden yaprak kopartıla kopartıla meydana gelen deformasyondan ötürü aşağıya doğru hafiften bir “C” harfi şeklini alır, bu eğreti çivi bazen yuvasından çıkar, takvimimizin ara ara “yüksek uçuş” sergileyip intihar teşebbüsünde bulunmasına sebep olurdu. Düşen takvim yerden alınarak, çivisi değiştirilir, düşerken beraberinde çıkarttığı sıvalı kısım, takvimin kartonunun arkasına denk düşecek ve görünmeyecek şekilde, biraz daha yukarıdan yeni bir çivi çakılarak, buraya tekrardan asılırdı. “Ülkü Takvimi” bizim eve en son olarak ne vakit girdi, onu bilmiyorum... Belki bizler İngiltere’ye havalandıktan sonra özendirme amaçlı diğer takvimlerin duvara asılması, ya da Ülkü Takvimi’nin yayınına son vermesi nedeniyle ailemizin onunla herhangi bir gönül bağı mesaisi kalmamış olabilir... 

[📷 Takvimli günler İngiltere’de de devam ediyor, Londra, (Eylül 1979).] 

Boşuna söylemiyorum takvimli günler güzeldi diye... 

En azından birkaç dakikanızı sevimli geçirmenizi sağlardı o yılların şartlarında... 

Şimdilerde bir panik haliyle o ışığı aradığımız karanlık tünelin içinden geçmekte olan herhangi bir yeniyetmenin ne takvim yaprağı okuyacağını, ne de buna zaman ayırmak maksadıyla herhangi bir efor tüketeceğini zannetmiyorum. 

Kimi yalan yanlış da olsa, binlerce kat daha yoğun bilgi, ellerinin altındaki “Net”te mevcut...


Ama ertesi günü hangi manzara fotoğrafının takvim yaprağında çıkacağının heyecanını duymak zevkinden de yoksunlar... 

Günler gelip geçerken insan yaşlılık paranoyasına kapılıyor. Ama gündelik yaşam dediğimiz akarsuyu durdurmanın yolu yok ki... Freni patlamış akıp duruyor...

[📷 Yakın semtler üçgeninde, Şenesenevler, (Eylül 2010).] 

Ve hem çocukluğumun hem delikanlılığımın İstanbul’u, Kazasker’i, Şakacı Sokağı ve çevresi o gündelik yaşam kalitesi içinde oldukça yeşillikliydi. Bahçeler, tarlalar, bostanlar,  çayırlar, kırlar boldu. 

Şimdi belki inanmayacaksınız ama o dönemde mevcut olan apartmanların bile bahçeleri vardı... 

[📷 Sağ tarafta Fatma halamızın üzüm bağlarıyla, asma yapraklarıyla donatılmış yeri, solda ise bir zamanlar sütçülük yapan ailenin oturduğu uzun bahçe, Şakacı Sokak, (Eylül 2010).] 

Önde süs bitkileri yer alırken, arkada envai çeşit meyve ağaçları. Tünelden çıkmayı başaramayan bu bahçeler ne yazık ki kurudu gitti... Yenisi de ekilmeyince yerlerini betonarme arabalıklara bıraktılar... Kaldı ki ben 1979 yılında yurt dışına çıkana kadar eski yöntem yaşama büsbütün kaybolmamıştı. Merasimlik bir saygı duyulurdu büyüklere... Ama sakın o yıllarda kuşak farkı çatışması yok filan diye algılamayın! Hası vardı, elbette... Gerçi büyük aile çatısı çökmüştü ama anneanneler, babaanneler, dedeler kuşağına ziyaretler ihmal edilmez, hizmetlerden kaçınılmazdı... Bazı zamanlar geniş aile birlikleri yaşanır, kocaman sofralar kurulurdu… Ve ben yaşlıların biz çocuklar üzerindeki etkisini bugün daha iyi anlayabiliyorum. 

Masallar anlatılırdı, tanıklık ettikleri tarihi “belgeseller” dokümantasyon ciddiyetinde sunulurdu... Bütün bu lezzetli anlatışlarında adabımuaşeret ve duyarlılık bizi yavaş yavaş kuşatıyordu... Onların anlattıklarıyla büyüyor, “gerçek” hayata hazırlanıyorduk... 

Yaşam bir saatin akrebi gibi usul usul ilerleyen otoportre’ye benziyor. Efes’li Heraklit’in naklettiği gibi: “kişi akıyor, her an değişiyor, bir an ötekini kovalarken hiçbiri ötekine eş değil”. Çocukluk halim ile delikanlılığımı, delikanlılık ile öğrencilik yıllarımla iş güç sahibi olduğum, çoluk çocuğa karıştığım dönemlerimi karşılaştırınca en büyük zıtlığı yaşadığım ortaya çıkıyor. Zira çok çalışkan bir öğrenciydim, sekizin altında not alsam üzülür ağlardım, [bu tabii ki her dersten 8-9-10 alıyordum anlamına gelmez ama ben notlarıma gerçekten çok duyarlıydım]... Hayatımda hiç bütünlemeye kalmadım. Sınıfta kalmak gibi bir tecrübeyi asla düşünemezdim. Aklıma bile gelmezdi böyle bir şey. Hocalarım, sınıf arkadaşlarım sever sayarlardı. Çok fazla eleştiri almazdım. Eleştiri aldığım konular ise ya keskin muhalif sosyalist görüşlerim idi ya da onlara göre fazla “möö” (!) olmamdı... 

Sarmaşıkların koyu yeşil, gür yeşil yaprakları arasından arı vızıltıları duyuluyordu. Yeni bir günün doğuşunun ilk habercisiydi onlar. Gökyüzünün açık pembe kızıl rengi mavileşiyor, evlerin kırmızı kiremitli damlarında gölgeler oluşuyordu. Gece akşamsefalarına, güllere, boru çiçeklerine, söğüt yapraklarına düşmüş çiy damlacıkları güneşi görür görmez pırıl pırıl parlamaya başlamışlardı. Evin balkonundan, karşımda yeşilliklerin arasından sadece hayallerde kalan denizi seyrediyordum. İstavrit çaparisine çıkmış, bir o yana bir bu yana dolanan kıçtan takma motorlu kayıkların üzerinde martılar uçuşuyordu. Ne kadar duru, ne kadar yalın, ne kadar temizdi doğa bu haliyle... 

Babam beni hiç ev, bakım onarım, bahçe işleriyle ilgili işlere alıştırmamıştı. Ailenin sonuncu çocuğuydum. Belki de biraz rahat büyümem ailemin artık çocuk büyütmekten yorulmuş olmasıydı. Çünkü bana gelene kadar en fazla da ağabeyime çektirmedikleri kalmamıştı. O belki de ilk evlat olmanın ağır yükünü taşımaktaydı. Bana gösterilen toleransın ise kısmen zorlukları oluyordu. Eğitimde gösterdiğim saltanatlı başarım onları fazlasıyla mutlu ediyordu ama ben yine de onların bir parçası olduğumu düşünür ve bir takım katkılarda bulunmaya kendimi zorlardım. Gerçekten çok çalışkandım ve saat gibi işleyen bir kalbim vardı. Günü geldiğinde tempolu hayatın içine girdiğimde hayat çarkına kendimi fena kaptırmıştım. Bulaştığım her şeyde vardım ama “ben” yoktu... İşte o zaman bir hüzün kaplardı içimi, “Tam istediğim yerde miydim?” “Tam beklediğim gibi mi hareket ediyordum?” gibi soruları yöneltirdim kendime... 

Dirseklerimi dayadığım balkon demirlerin üzerinde karıncalar dolaşıyordu. Onlar da uyanmışlar, akşam karanlığı çökene kadar sürecek, o bir türlü bitip tükenmek bilmeyen koşuşturmalarına başlamışlardı. Birbirlerini izleyerek, birbirlerinin peşi sıra bir çizgi halinde gidip geliyorlardı balkon demirleri üzerinde. İçlerinden biri duraksayınca, arkasındakiler de duraksıyor, o yeniden yürüyünce, öbürleri de yürümeye başlıyorlardı. 

Benim anlayamadığım acayip yaşam düzenleri vardı bu karıncaların. Çalışkan, disiplinli, dayanışmacı hayvanlardı karıncalar. Ayakta kalabilmek, kendilerinin dışındaki dünyayla başa çıkabilmek için hep bir arada, koloni halinde yaşıyorlardı.

[📷 Pire🚲 ile “Beylerbeyi'nde Midye Tava Yiyip Göksu'da Çay İçmeye” Turu, Nakkaş Tepe, Beylerbeyi, (Ağustos 2017).] 

Ve tünelin sonundaki ışığa baktım. Takvim ne kadar da hızlı dökmüştü yapraklarını. Varsın olsun... Kırk, elli yıl kadar önce gündelik hayatımıza giren her bir şey ne kadar temiz, her bir şey ne kadar saf, her bir şey ne kadar beyazdı gönlümüzde... 

[📷 Pire🚲 ile iki yakada, Beylerbeyi, (Ağustos 2017).] 

Oysa benim aşkım her zaman maviydi, beyazın şaşkınlığına inat... 

zaman seni şimdi tanıdım
her şeyi kaybettikten sonra
zaman seni kullanamadım
kendime tanıyamadım seni
zaman suçumu biliyorum
senin işini yapmaya kalktım
zaman ayrıldım ayrıldım ayrılamadım
zaman ne yaptım ben
ben ne yaptım 

             [Murathan Mungan, “Tanınmış Zaman”.] 

Seref Sayman

Saros Körfezi, Ekim 2018 -Eylül 2020 

[📷 İlkbaharı toprağa düşerek karşılayan cemre; Koruköy, Saros Körfezi, (Mart 2019).] 

(*) Önceki Makale: Bu Sokaktan Bir de Gazi Mustafa Geçti Sessiz Sedasız

(*) Sonraki Makale: Uzaklara Giden Saltanatlı Yol 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***