Take Your Love Give I to Me ~ Al Aşkını Ver Beni


Şakacı Sokak (Hilmi Paşa ~ Oral Sokak kavşağı)

Şakacı Sokak’ta Aşkışığı

tarihten önce aşk vardı, sevda meşkleri ise geçmişte kaldı… 

<<Aynı cinsler arasındaki arkadaşlıklar desteklenirken, karşı cinsler arasındaki arkadaşlıklara hüsnüniyet gösterilmezdi... Bu “masum” yârenliklerin nasılsa bir vakit şirazesinden çıkabileceği endişesi ebeveynlerin uykularını kaçırmaya yeterdi... Ne yapılırsa yapılsın, hangi engel konmaya çalışılırsa çalışılsın, mahalle arkadaşları arasında aşkların filiz vermesine mani olamazdı... Okullar ise ilk aşk hikâyelerinin yaşandığı yerler olarak namını koruyacaktı... Nerede olursa olsun, nasıl olursa olsun, o yıllarda yaşanan sevdalar hüzünlü olduğu kadar eğlenceli sayılırdı...>> 

İlkokul sıralarındayken bir yaz tatilinde, Mecidiyeköy’de, Cemile babaannemin yanında kaldığım günlerden biriydi. Dört katlı apartmanın ön bahçesine indiğimde koltuğumun altına sıkıştırdığım yumuşak minderi malta eriği ağacının altına sermiş üzerinde sırt üstü yatıyordum. Elimde kocaman bir üzüm salkımı, taneleri dişlerimle ısırıyor, koparıyor, eziyor ve yutuyordum. Binanın köşesinden bir ses gelmeye başladı. Balkona çamaşır asmaya çıkan kızın sesiydi. İlk kez tanıklık ediyordum, Türk Sanat musikisine benzer bir şarkıyı dillendiriyordu. İlk defa onu şarkı söylerken duyduğum için ayrıca şaşırmıştım. Sesi hem çok güzeldi hem de büyüleyici. [a] 

[a] Kızın söylediği şarkının sözleri aklımda kalmadığı için Aydın Boysan’ın “Hınzır Sevda” isimli şiirini kurgusal çerçevede alıntılayacağım… 

<<Hep ama hep, az bir şey de olsa / Sevda değişmendir, ama delilikte / Hep az bir şey, sevgi var / Az gelişmiş yaklaşması, ten keyfi amaçlamıştır / Sevda üstün insanlara, sunar yaşamın zevkini / Bağlayıcı ruhsal doruğunu...>> 

Birden yerimden doğruldum. Bedeni ipe serdiği çamaşırların arkasında kaldığı için onu tam olarak göremiyordum. Heyecanla ayağa dikildim. Gerçekten de oydu. Komşu kızdı. Ama o da nesi öyle?.. Sokağa cephe uzun bahçe duvarının alçak babasına sırtını dayamış mavi gömlekli, esmer, kendi yaşlarında bir oğlana bakarak gülümsüyordu, şarkısına aynı ses tonunda devam ederken: <<Sevdiğinden çok sevildiğine sevinme / Deli gibi sevmek hoş / Sakın aptalca sevme! / Üstün sanat hanımlara yaklaşmak / Kollarına nasıl alacaksın? / Ellerine düşmeden...>> 

İkinci şaşkınlığım da delikanlıdan oldu... Kısık ama yanık sesiyle kıza gönderme yapmaya başladı: <<Seveceksen bir hanım sev, melek arama! / İki bin yıl önce Seneca söylemişti: / “Sevilmek istiyorsan sev!” diye...>> 

Kızın şarkıyı söylerken yanaklarının pembe pembe kızardığını, gözlerinin parıldadığını, daha da güzelleştiğini gördüm. Daha önce hiç dikkatimi çekmezken birden büyümüştü sanki! Ve ben o anda mavi gömlekli çocuğun yerinde olmayı nasıl da istedim. 

Gülmeye başladım, ne söyleyeceğimi bilmiyordum... Delikanlı devam etti: <<Kutsal sevda gençleri olgunlaştırır, inceltir / Aptalları bile kımıldatır, oynatır / Bazı basamakları aşırtır / Sevda, zaman ölçüsü nedir, bilmez / Ciddiye almak boynumuzun borcu / Trajediye dönüştürmeden elbet / Sevda tükenmez, ömür boyu sürse de / Acı çektirir mutlaka / Birisi ötekinden önce ölmüştür...>> 

Hemen o anda, oracıkta karar verdim. Biraz daha büyüyeceğim, ben de şu komşu kızla karşılıklı, hem de şuracıktaki balkonda çamaşırlarını asarken, bense sokak duvarının alçak babasına yaslanırken şarkı söyleyeceğim... Ancak onların bu söyledikleri şarkı, her gün duyup dinlediğimiz türden değildi? Acaba neydi?.. Ben ağacın altında ayakta durmuş onlara gözlerimi kırpmadan bakarken, kendimizi, yani kız ile beni, birden Aslı ile Kerem’in yerine koyuvermiştim. Birbirine bir türlü kavuşamayan Kerem’in bir “Ah!” çekerek ağzından alev fışkırması ve sonunda yanarak kül olması... 

Aslı bu arada Kerem’in savrulan küllerini toplarken saçını tutuşturması ve onun da yanarak kül olması... Yıllar yılı belleğimden gitmeyen o günkü olay bana her yeni sevdamda, “çamaşırcı” kız ile “mavi gömlekli”nin yeri kendimce doldurulmuş, “Aslı ile Kerem” aşkına benzer, “elim önümde, bir çözülüp, bir iliklenen düğmelerin” var olduğunu hep hatırlatmıştır. 

Yetmişli yıllarda gönül işleri aslında Aslı ile Kerem ilişkisine benzer nitelikte sevdalara fazlasıyla tanık olurdu. Birbirine bir türlü kavuşamayan âşıklar bir tarafta, kavuşsalar da bin bir türlü kaçamak “Ali-Cengiz oyunlarını” sergilemek zorunda kaldıkları romanesk bir durumdu. Her nedense, aileler aynı cinsler arasındaki arkadaşlıkları takdirle karşılayıp hem överler, hem desteklerler iken karşı cinsler arasındaki münasebetlere bir türlü hoşgörü göstermezlerdi. Nitekim özellikle kız evladı olan aileler “masum” kız-erkek arkadaşlığının bir an gelip şirazesinden çıkabileceği endişesini güderlerdi. Uykular kaçar, kızlara tatlı-sert tembih üzerine tembihler sıralanırdı... Oysa okulların büyük çoğunluğu kız-erkek karışık öğrenci kütlelerinden oluşmaktaydı. Ve genellikle bu tür arkadaşların da ilk basamakları bu kurumsal yapıların çevresinde gelişiyordu. Hatta öyle durumlar bile söz konusuydu ki bir kız ile bir erkek öğrencinin yan yana oturması hatta gerektiğinde kızların bir tarafta, erkeklerin diğer bir tarafta oturtulması akla hayale sığmayacak bir durumdu. 

[📷 Kozyatağı İlkokulu birinci sınıf hatırası; Şakacı Sokak, (Aralık 2018).] 

Benim de buna benzer yaşadığım bir hikâyem vardır.  İlkokul birinci sınıfa kaydım yapıldığı o yıl dersliğe ilk defa girdiğimde gözüme kestirdiğim kıvırcık saçlı kızın yanına oturmuş, ama daha o saatte sınıfa teşrif eden ve aynı okulda yine bir öğretmen olan annesinin sayesinde, [hatta o yıl beşinci sınıfa giden Hayrünisa ablamın sınıf öğretmenidir], tam yerleşmişken oturduğum yerden kaldırılmış, kıvırcık saçlı kızın hemen arka sırasındaki boş yere “kondurulmuştum”. Aradan geçen bir kaç hafta sonrasında da kendi sınıf öğretmenimiz, Muğla güzeli Özgül Şencan hanımefendi, daha farklı bir anlayışla beni arka sıraya, öğrenciliklerini “zayıf” gördüğü bazı arkadaşlarımın yanına kendilerine okuma-yazmada yardımcı olmam için göndermiş, bu arada hayalimdeki kıvırcık saçlı arkadaşımdan mesafelerce uzaklaştırmayı başarmıştı... 

[📷 Kozyatağı İlkokulu; şimdiki adıyla “Kozyatağı Şükran Karabelli İlkokulu”, Şakacı Sokak, (Ağustos 2010).] 

İşte böylesi ateşle barut meselesi olarak bakılırdı kız erkek yakınlığına. Temel felsefe bu birbirine iki zıt maddeyi asla yan yana getirmemekti. Kocamanlar böyle istiyordu istemesine. Ancak bir çözüm yolu bulunur, ateş ile barut birbirini mıknatıs çeker gibi yakınlaşır, patlamaya hazır vazgeçilmez olarak yaşanırdı. 

Ailelerin en büyük derdi bu ilişkilerin her iki tarafa da verebileceği zararlardı. Ve erken çocukluk yaşlarda yaşanmasına asla tasdikli bir onay verilmesi mümkün değildi. Bu tür ailelerin evlatlarından hep suçsuz, hilesiz bir edim beklentisi vardı. Ne demek oluyorsa, beklentileri, sanki çocuklarını toplumsal hayatın içerisinde herhangi bir cinsi temsil etmiyorlarmış gibi davranmalarıydı. 

Tabii bununla da yetinmiyorlar, eğer çocuklarının saadetli bir aşkı yaşaması gerektiği bir yaşa geldiği düşünülüyorsa, böyle bir tutkuya ailenin allı pullu, tahsilli onayından geçirdikten sonra, izin verilebiliyordu. İstemenin sınırı yok ya! Üstüne üstlük bu gönül işleri bir şekilde sonuçlandırılmalıydı. Bunun bir adı, bir sıfatı olmalıydı... Aşka giden yolda aşkın kurallarını bir güzel çizen gönülsüz aileler evlatlarının “mürüvvetini” görmek gibi bir koşulla kafayı bozmuşlardı. Onlara göre her mutlu arkadaşlığın sonu erinçli bir yüzük takma operasyonun eşlik ettiği evlilik ile noktalanmalıydı. O halde herkesin bahtiyar ve huzurlu olacağı düşünülür ailelerin büyütüleceği düşlerin hesapları yapılmaya başlanırdı... 

Gelgelelim okul arkadaşlıkları belki sınıf içerisinde “kontrol” altına alınabiliyordu; ama ya dışarıda... hatta mahallelerde?.. Ailelerin en büyük yanılgısı mahallede herkesin herkesi tanıdığı ve evlatlarının her daim gözleri önünde olduğu düşüncesiydi. Ama düşünülenin tam tersine, mahalle içinde yerleşik kızlarla erkeklerin arkadaş olmaları daha kolaydı. Bazıları açık seçik ilişkilere yolculuk ederken bazıları yine oturdukları mahallenin birkaç sokak ötesinde buluşulduğu kaçamak tutkuları omuzluyordu. Hangi tür olursa olsun, aslında mahallelerde yaşanan sevdalar büyükleri fazla derinden rahatsız etmezdi. Çünkü grup arkadaşlıklarına da yön veren ilişkilerin ağından çıktığı konusunda hiç kuşku duyulmayan bu aşklar büyüklerin de gizli destek verdiği bir durumdu. Özellikle evlatlarının grup arkadaşlık psikolojisiyle korunduğu duygusu buna temel oluşturan hâkim görüştü. 

Zira “geleneksel hayatın hüküm sürdüğü mahallelerde, mahallenin namusundan kendilerini sorumlu tutan ve kimse kendilerine bu görevi vermediği halde üstlerine alan gözü pek delikanlılar bulunur, sanki toplumsal bir göreve getirilmişler gibi, arkadaşlıkların biçimine, yakınlığına karışırlar, bu fahri görevin kendilerine verdiği güçle <seni bir daha o oğlanla görürsem bacaklarını kırarım> uyarısını yapmayı ihmal etmezlerdi...” Ah bir de oğlan eğer başka bir mahalledense ve kız arkadaşını görebilmek için ziyaretlerini sıklaştırıyorsa o çocuğun sonu pek hayırlı olmazdı. Bir köşede mahallenin namus koruyucularınca sıkıştırılır ve “Allah ne verdiyse” kendisine armağan edilirdi. 

Tabi tüm bu namus adına yapılan koruyucu meleklerin göremediği ya da yakalayamadığı aşk filizleri her zaman bir anda, bir yerde bitebilirdi. Gözlerden “ırak” yapılmaya çalışılan bu sevdalar belki daha masumane daha özenli yaşansa da günün birinde sessiz sedasız biter, ya arkasından çok konuşulan bir mesele olarak yayılır ya da yüreklere dağlanır ve hiçbir şey yaşanmamış gibi unutulur giderdi... Öte yanda namus koruyucularının asgari görüldüğü veya hemen hiç varlık göstermediği mahallelerde daha medeni ilişkiler, daha ateşli sevdalar yaşanırdı. Ne var ki, böyle mahallelerde bile oturan eski kafalı, muhafazakâr görüşlü ebeveynler bulunurdu. Bunlar genellikle ya eğitimsizlikten ya da dinsel yaşamlarının etkisi altında kalan eski kafa babalardı ki gerektiğinde kendi kızlarının bacaklarını, “namus bekçileri”ne bırakmadan, kendileri kırmayı tercih ederlerdi... 

Görüldüğü gibi aşk hikâyelerinin ne zamanı ne mekânı vardı... Belki bir okulda, hatta aynı sınıfta, belki bir mahallede aynı sokakta, belki oturulan aynı binada, belki de yaz tatillerinde gidilen deniz kenarlarında, kamp alanlarında, bir yakınının yanında kalındığı yerleşik topraklarda... 

Okuldakiler aslında en kolay ve en hızlı ilerleyen aşklar olarak düşünülebilir... Kimi zaman gizlice defter yaprakları aralarına yerleştirilen, küçük boyutlu ama beyaz zarf içinde anlamlı mesajları ileten mektuplar, kimi zaman yakın bir ortak arkadaşa yapılan fısıldamalar ve destek istemeler, kimi zaman yakalamaca oynarken bedensel dokunuşlar, kimi zaman kopya vermeler, birlikte okulu kırmalar okulda yaşanan heyecanlı aşk sahneleridir... Yazın aileler ile birlikte gidilen tatil kamplarında tanışmalar ise olağanüstü hızla gelişen aşklardır... Bir kıvılcım, elektriklenme ve “şıpsevdi” bir sevda... Devamında, kumsalda birlikte yürümeler, gece ateş yakılarak yapılan müzikli eğlencelerde birlikte dans etmeler, zifiri karanlıkta buluşmalar, gündüz veya gece denize birlikte girip suyun akışına bırakılan yüzmeler... Ama okuldakilerden farklı olarak bu aşklara değişik taşkın bir cinsellik bulaşır, hatta fazla ileriye gidildiğinde de istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilirdi. Böyle zamansız kahırlı olaylar patladığında aşk sevda olmaktan çıkar, olay birdenbire edep, iffet meselesi haline dönüşüverir, ya kız ile oğlan evlenmek zorunda kalır, ya da feci bir intihar, cinnetin tanıklık ettiği bir katliam, ya da dönüşü olmayan ayrılıklar, evden kaçmalar manşete taşınırdı. Ama nereden bakılırsa bakılsın “basit bir gençlik helecanı ile başlayan olay, sonunda kötü ve problemli bir evlilik halini alırdı.” Mutsuz evlilikler inşa edilir ve aradan kısa bir zaman geçtikten sonra ayrılıklar su üstünde derbeder dans ederdi... Diğer yanda, cinsel ilişkilerin karıştırılmadığı, karıştırılsa bile ufak çaplı öpüşmelerden ileri gidilmediği aşklar genelde etrafa sezdirilmeden akıllıca yürütülen aşklardır ama bunların da ömrü fazla kalıcı değildir, çabuk biter ve küllenmeye bırakılır... 

[📷 Mendirekten İskele, Bostancı, (Şubat 2009).] 

Yurdum sınırlarında asi kadınlar ve isyankâr delikanlılar... Lacivert gecelerde, önlerinde alabildiğine uzanan vahşet kokan havaya bakıp sessizliği dinlerler. Yıllar boyu cesurca kuşandıkları bu dekorda şimdi iki cinsin yeleli ak saçları dalgalanmaktadır. 

Günlük yaşamın, ateşli siyasi tartışmaları, çekilmez dostluk baskıları, tatsız iş mesaileri çok geride kalmıştır artık... Sıradanlığı, kirli bir çamaşır sepeti gibi sepete atıp yaşamı ve kendilerini yeniden keşfe çıkmışlardır... Ülkemin sınırları, onlar için bir anlamda eskiyle yeninin, korkuyla tutkunun, sadakatle ihanetin sınırıdır. 

Bir de gözlerden hiçbir zaman kaçıramayacağımız yaşanmış bu gerçeklik vardır. Yetmişli yılların gençliğinin büyük ama büyük çoğunluğu aşklarını gönüllerince yaşayamamıştır... Onlar hakkında “kendisi için bir şey yaşamayan kuşak” diyecektir tarihi yazanlar... “Özveri” koyacaklardır adlarını... Yetmişlerde, gençliğin lacivert dalgalarına, uçuk pembe ilk adım attıklarında, kan, şiddet ve ölümün siyahı çıktı karşılarına. Kanıksadılar, soludukları havanın her molekülüne sinen kanla barut kokusunu. Kanlarının kaynadığı çağda kendi istekleriyle vazgeçtiler aşktan. “Bacı” ya da “Kardaş” koydular aşkın adını... “Maviliklere süreceklerdi motorları” ki 12 Eylül zebanisi çıktı karşılarına... Zebaninin yüreği yoktu, duygusu yoktu... Yenilmişlerdi... Fırtınaya yakalanmış gibi savruldular dört bir yana. Yeni bir dünyada açtılar gözlerini... Paylaşım, yardım, özveri, aşk, sevda, umut gibi değerler yoktu bu dumanı üstünde dünyada... Kimi aşk mangırdır dedi, paranın yükselen değerine kırdı direksiyonunu... Kimi günah çıkartmayı yeğledi, tanrı yoluna kanat çırptı... Kimi küfretti geçmişine, isyan etti... Ama büyük çoğunluğu işyerlerinde, fabrikalarda, sivil toplum kuruluşlarında abartısız bir sıra neferi olarak çalışıyor şimdi... Kaybettikleri ya da hiçbir zaman tanışmaya zamanı olmadıkları aşka ulaşmayı deniyorlar... Hüzünleri ve sevinçleri birlikte yaşamak... Ölümleri görmek. Kalleşlikleri de... Sevgiyi tatmak kısa ömürlü de olsa... Umudu ve umutsuzluğu yaşarken de... Şimdi beni anlayanlar anlıyor... Onlar beni görüyor ve duyuyor... 

Ah bir de hak verebilseler ben ciğerlerimi yırtarak şöyle çığlık atarken: <<ALIN AŞKINIZI VERİN BENİ!!!>> 

[📷 Zihnipaşa İlkokulu, Erenköy, (Aralık 2018).] 

Aysel git başımdan ben sana göre değilim
Ölümüm birden olacak seziyorum.
Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Aysel git başımdan istemiyorum.
Benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün
Dağıtır gecelerim sarışınlığını
Uykularımı uyusan nasıl korkarsın,
hiçbir dakikamı yaşayamazsın.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Benim için kirletme aydınlığını,
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Islığımı denesen hemen düşürürsün,
gözlerim hızlandırır tenhalığını
Yanlış şehirlere götürür trenlerim.
Ya ölmek ustalığını kazanırsın,
ya korku biriktirmek yetisini.
Acılarım iyice bol gelir sana,
sevincim bir türlü tutmaz sevincini.
 

Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Ümitsizliğimi olsun anlasana
hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.
Sevindiğim anda sen üzülürsün.
Sonbahar uğultusu duymamışsın ki
içinden bir gemi kalkıp gitmemiş,
uzak yalnızlık limanlarına.
Aykırı bir yolcuyum dünya geniş,
Büyük bir kulak çınlıyor içimdeki.
Çetrefil yolculuğum kesinleşmiş.
Sakın başka bir şey getirme aklına.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim,
ölümüm birden olacak seziyorum,
hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.
Aysel git başımdan seni seviyorum...
 

[Atilla İlhan, “Aysel Git Başımdan”.] 

[📷 Pire🚲 ile “Kadıköy Pendik Gittik Geldik” Turu; Suadiye, (Ağustos 2017).] 

Seref Sayman

Babaeski, Ekim 2018 -Eylül 2020  

[📷 Kadıköy sadece Körler Ülkesi’nin malı değil; Kadıköy köyü yolundaBabaeski, (Ocak 2020).] 

(*) Önceki Makale: Hayatın Renkleriyle Sevdalı Sokak

(*) Sonraki Makale: Sokaklarından Bahçeli Evler Geçen Semt 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***