Story of Previous Asylum ~ Evvel Barınaklar Masalı

 

[📷 Komşu bahçeden çocukluk arkadaşım Siyami Eligül eski evlerinin (şimdiki Eligül Ap.) bahçesinde köpeği Kurt ile birlikte, Kazasker Şakacı Sokak, (1973).]

Hep O Hayat Dekorasyonları

evlerin iç dünyasında değişim için anneler iç mimar, babalar yaratıcı proleterlerdi… 

<<Altmışlar, yetmişler küçük semtlerde apartman kültürünün henüz saltanatını ilan etmediği, bu nedenle genellikle bahçe içlerinde tek veya iki katlı evlerle dolu bir yığın mahallelinin bulunduğu yıllar olduğu için, evlerin iç görünüşleri de, yaşama düzenleri de bugünkünden çok farklıydı... Evin belirli köşelerine, genellikle oturma odalarına divanlar veya somyalar kurulurdu... Büyük anne ve büyük babalara ait sedirlere de rastlanırdı... Mütevazı evlerin tümü sobalıydı.. Değişim hızla ilerlerken içinde sadece bir baca deliği bulunan davlumbazlı mutfakların yerini, pencerelere takılan aspiratörlü mutfaklar aldı... Salonlarda çiçekli dünyalar baş tacıydı... Banyolarda küvet, termosifon, şofben yoktu, bakır kazanlarda sular saatlerce kaynatılır aile bireyleri yıkanmak için kuyruğa girerlerdi... Sular su küplerinde muhafaza edilir, yemek masalarına maşrapalarla servis yapılırdı...>> 

Nedendir bilmem ama uzun zamandır kendimi hep hazır asker gibi hissediyorum. Bu bende özellikle son on yılda daha sık duyguyla yaşadığım bir olgu haline geldi. Hazır kıta! Evet, kulağa hoş geliyor ama merkezinde sanki tuhaf bir bilinmezliği de barındırıyor. Bavulum hep hazır, bekliyor... Ama neyi? Sanırım bir şeylere aniden yakayı ele vermek korkusu gibi bir durum arz ediyor... Oysa korku filan değil egemen olan. Otoriteden kaçış filan da değil... Ama salt beni mi rahatsız ediyor, ya da beni mi rahatsız etmeli? Yoo, hayır... Bavulları hep toplu durmalı insanın... Yani herkesin... Kim bilir? Bir gün telefonların hiç çalmayabileceği hesaplanmalı... Tül perde arkasından misafir yolu gözlemekten vazgeçmeli... İhanetlere, terk edilmelere, bir başına bırakılmalara hazırlıklı olmalı… Yalnızlığa alışılmalı... Bir bavul çok ağır geliyorsa, en azından bir sırt çantası her daim hazır olmalı... Yollar ile barışık olmalı... Demir alma zamanı gelince apışıp kalmamalı... 

Katılırsınız veya katılmazsınız... O sizin bileceğiniz iş... Ben “omuz omuza” geçirilen günlerin artık vaktinin geçtiğini düşünenlerdenim. Dayanışma, işbirliği, yardımlaşma gibi kavramlar günümüz borsasının değer kaybeden hisse senetlerinden sayılıyor artık... Bireycilik tutkunluğu “evlere şenlik” gidiyor. Bireyin irdeleme çağı, arkada kırık dökük yalnızlıklar bıraktı... Altmışların doğurduğu ve yetmişlerin yetiştirdiği “birlikten kuvvet doğar” salt ansiklopedik bilgiler olarak hafızalarda kaldı. Zaman, neredeyse, tek başına dimdik ayakta kalabilmeyi becerme sanatı olarak karşımıza dikildi. Eh, öyleyse, ayakta kalabilmenin hazırlığı da bavulunuzu toparlamaktan geçiyor, öyle değil mi? Açıkçası, bu yüzden alışmalısınız yalnızlığa... 

Hani ne derler, sokaklar dolusu sade bir sessizlikte ıssız bir gemi gibi yaşamayı göze almalı insan... 

Bir zamanlar enikonu güvendiği dağlardaki karlara hüzünle bakıp hisse çıkarmalı... Dokunaklı bir şarkıyla paylaşılan gecelerde başını dayayacak bir omuz alışkanlığından vazgeçmeli... Daha da ileri gideyim: sofrada tek tabağa, tabakta ise kıt kanaat aşa alışılmalı... Belki de yalnızlığı parselleyecek, roman aralarından kesilmiş, yalnızlığı anıtlaştıran en özlü deyişleri asmalı odanın hepten görünür köşe başlarına... Kendi sesinizle kayıt ettiğiniz telesekreterinizden sizi arayanlara şu seda kısa ömürlü cevap vermeli: “şu anda size cevap verebilecek kimse yok”... Sonra dalga geçer gibi eklemelisiniz: “belki de hiçbir zaman olmayacak.” Yanıtsızlığa, sessizliğe ısınmalı... 

Oysa sessizlik haksızlığa uğranmış hale alkış tutmaktır... Haklılığın onuru yaşatır insanı... Susmanın utancı ise öldürür... O yüzden olmalı bundan “çok” değil otuz-otuz beş yıl öncesinde insanlar ölmeyi kabullenmediler... En kimsesiz ve en sütliman gecelerde bile dayanışma içinde hareket ettiler, birbirlerine sırt çevirme yerine arka çıktılar... Gece yattıklarında asla yastıklarıyla dertleşmeye gönülleri el vermezdi... Sabah aynaya baktıklarında bir tek kendilerini görmediler... Umutluydular ve mücadeleciydiler... Gönülleri ise acılarla yoğrulurken bile hep keyifliydi demek istiyorum. Çünkü sessizliği sese dönüştürmüşlerdi! Yola çıktıklarında yalnız değildiler; önlerinde arkalarında, yanlarında mutlaka birileri hep vardı...

Çok sevdiğim bir İngiliz tekerlemesi var... Onu şuracıkta ilan ederek devam edeyim: 

Önümden yürüme

Arkandan gelmeyebilirim

Arkamdan yürüme

Sana öncülük etmeyebilirim

Sadece yanımda yürü ve;

Arkadaşım ol yeter... 

Ve siz de neme lazım, [sırf kulağınıza küpe olsun diye söylüyorum], sanki o an gelecekmiş gibi 68 ve 78 ruhunun duygusuyla hep başınızı alıp gidebilecek kadar cesur, ama hep kalıp savaşacakmış kadar gözü pek olabilmelisiniz... 

Yetmişli yıllar apartman kültürünün büyük şehirlerde alabildiğine yaygınlaştığı, ama küçük şehirlerde henüz saltanatını kuramadığı yıllardır. Hatta çocukluğumu ve delikanlılığımı yaşadığım Kazasker ve çevresinde de parmakla gösterilecek kadar az sayıda apartman vardı. Yapılan apartmanlar ise genellikle 4-5 katı pek geçmezdi. Ve daha çok tek ya da iki katlı evlerle dolu bir yığın mahalle göze çarpıyordu. Bu mahallelerin egemenliğinde olan “yerleşke” kültürü de dolayısıyla bugünkünden farklı bir yaşama biçimi ve bu evlere hâkim iç yerleşim tasarımları sunuyordu. Kadınlar evin iç dekorasyonu kısmında özel seçilmiş tasarımcılardı. Kocalarına gelince, onlar da tahmin edileceği gibi dizayn prosesinin imalat, tadilat, tesis ve montaj hususlarında iş tamamlayıcılar olarak ortaya çıkıyorlardı.

Ortak iş birliği çerçevesinde evler yeni bir dekorasyona kavuşur ama ne hikmetse tümü kullanılan malzemeler, donanımlar, satın alınan mobilyalar bakımından birbirine benzerdi. Bir nevi klonlama diye de düşünebilirsiniz. Aslında bunda rol oynayan etken, konukseverliklerin gazladığı bir tür hayatı paylaşma ile bu dayanışmanın üzerinde kurulan ve gelişen yaşam tarzına hükümran anlayıştı.

Her evin mutlaka olmazsa olmazları arasında olan bir misafir odası vardı. Kaldı ki ölçüsü ne olursa olsun, bu küçük veya büyük cafcaflı odanın, diğer ev bölümlerine göre nüfuzlu olması boşuna sayılmazdı. Çünkü aile fertlerine kapısı her zaman kapalı olur, içindeki koltuk takımının üstleri beyaz çarşaflarla örtülürdü. Bu yasaklı zihniyetin arkasında kimine göre tutumluluk kimine göre de misafirlerin baş tacı edilmesi söz konusuydu.

Diğer tarafta aile bireylerinin ortak kullanım alanı sayılan oturma odaları familya hayatının canlı yaşandığı en köprübaşı mekânlardı. 

Bazı eski evlerde ise mutfaklar çok büyük inşa edildiğinden evin hem mutfağı hem de oturma odası olarak kullanılıyordu. Muhakkak bir divan bulunması önemliydi. Bazı evlerde oturma odalarına yaz kış havası sürekli solunduğu için olsa gerek “yaşam odaları” da dendiği olurdu. Yemekler bu odada yenir, radyo burada dinlenir, varsa televizyon burada izlenir, ödevler bu odada yapılır, anneler bu odada örgü örer, nineler ve dedeler burada dinlenirler, eski Türkçe kitaplarını hatim ederler, sohbetler bu odada zenginleşirdi... 

Ancak modern varsıllık beklentisinin doğurduğu apartmanlaşma özentisi insan yaşantısına sızmaya başladığı tarihten itibaren hayatın akışında nasıl sarsılmalar gerçekleşiyorsa insan barınaklarının mimari düzeneğindeki anlayış da “yeniliğe” doğru değişime uğruyordu. İlk önce eski misafir odaları havlu attı, yerine kocaman salonlar inşa edildi. Derken mutfaklar küçüldükçe küçüldü, mutfağa kombine uyum sağlayan oturma grupları bu mekânların dışına atıldı.

Oturma odalarının baş konaklama eşyası divanlardı. Odanın büyüklüğüne göre sayısı artardı. Henüz ikiz yatakların kapsamlı ve seri üretilmediği o yıllarda yaylı somyaya bir ya da iki kat kalın şilte serilir, üzerine de çoğunlukla çiçek desenli pek dekoratif divan örtüsü örtülür, bu sayede divan “edebiyatı” kurulmuş olurdu... 

Sonraki dönemde bu divan meselesi yerini çek-yat’a bıraktı. Ama divanların bir çek-yat ya da açılınca yatağa dönüşen kanepelerin benzeri multi-fonksiyona sahip olmaları nedeniyle kullanıldığı süre içinde ev sahiplerine oldukça rahat zaman yaşatmışlardı. Ve işin ilginci divan muhakkak her evin oturma odasında pencerenin önüne kurulurdu. Bazen bu karşılıklı iki divan şeklinde de olabilirdi. Ya da bir kanepe yoldaşı olabilirdi. Özellikle sabit gelirli ve çok çocuklu ailelerin has demirbaşı sayılan divanları gündüz vakitlerinde evde kalan aile bireyleri, ziyarete gelen yakın konu komşular kullanır, gece vakitlerinde de toplu dinlenme seansı bitince, özellikle ayrı çocuk odaları mevcut olamadığından, oturma odası çocukların yatakhanesine dönüştürülür ve divanlar da “karyola” görevini görürlerdi. Bir divanda bazen iki kişi, yan yana yatabilme olasılığı yüksekti. Haliyle akşamdan üzerine serilen yatak çarşafı, yastık, yorgan ve varsa battaniye sayesinde “yatak kurulur”, sabahları belirli bir düzen üslubuyla da toplanırdı. 

Benim çocukluğumun evi de böyle seyirlik bir mekândı diyebilirim. Kaba hatlarıyla bahsedeyim. Evimizin her bölümü adeta bizim iç dünyamızı yansıtırdı. Çiçeklerinin hayranlığıyla ün yapmış ev halkım, yaşamımızı sürdürdüğümüz oturma odasında olsun, misafir odasında veya mutfakta olsun saksıda yetişen bitkiler ile pek haşır neşir olurdu. Geceleri biyolojik sakıncaları olduğundan söz etmemize karşın yattığımız “oturma odası”nda bile saksıların yer değiştirilmesine izin verilmezdi. Yerini öylesine sevmiş tozpembe, mor renginde çiçek vermiş menekşeler… insan kıyamazdı geceleri dışarı atmaya!.. Misafir odasında kuş konmaz, devetabanı, hatta bir zamanlar holden içeri alınan mum çiçeği, holde bırakılan sarmaşık, eş dalları bulundukları sehpadan aşağı sarkan diğerleri sanki kendinizi botanik bir bahçede hissederdiniz… Kimi saksılar içinde papirüs, ama öyle cılız filan da değil, bayağı köklü gelişmiş yapraklar yemyeşil... kocaman bir açelya, kollarınızı açsanız bile kavuşmaz, rengi de lodos akşamlarının karmeni... masanın üzerine dizilmiş küçük saksılarda kaktüsler, menekşeler... 

Balkona tırmanan merdivenin her bir basamağının kenarında değişik aranjmanlar çok güzeldi gerçekten... balkondan aşağı bahçeye baktığınızda da ilkbahardan itibaren cümbüşleşen harika bir sergi malzemesi... Sakız sardunyalar, kasımpatılar, kırmızı beyaz sarı seçme güller, aslanağızları, camgüzelleri ve daha neler...

Mutfak bir hayli büyük sayılsa da bünyesinde hiç oturma grubu yoktu. Yemeğimizi oturma odasında yerdik. Misafir odası ise iki odanın birleştirilmesinden mütevellitti. Aradaki buzlu camları olan kapılar kaldırılmış ve ortalık tamamen açılmıştı. 

Yetmişli yılların sonlarına doğru devrimci iki kardeşin öncülüğünde evde “devrim” yapmış “salon”u yani misafir odasını ele geçirmiştik. Artık orası aynı zamanda bizim de yaşam mekânımız sayılırdı. Bir tabuyu daha kırmanın heyecanıyla misafir koltuklarının üzerinde maç seyretmenin keyfini yaşamıştık. Her ne kadar bazen aşırı heyecanlar bu koltuk ayaklarına zarar verdiyse de güç bizdeydi... 

Önceleri iki adet divan evin arka oturma odasındaydı. Daha sonra onları da misafir odasına dâhil etmiş ve misafir odasını kalabalıklaştırmıştık. Validemiz biz çocuklarını çok severdi ve bizim ergenlik taleplerimize hiç karşı gelmezdi. Biz de elbette yine onun fikirlerini alarak misafir odası-oturma odası komününün tasarımını kendisine bırakmıştık. Divanlar aile yaşantımızda özel bir parçamızdı diyebilirim. Bu divanların gece mesaisi bitince, gündüzleri ortadan kalkan “dağınıklık” sonrası, önceki satırlar içinde sözünü ettiğim gibi çalımlı bir dünyası oluverirdi. Annemin becerikli elleri sayesinde dayanıklı kumaşlardan dikilmiş, etekleri kırmalı divan örtüsü ile üstleri örtülür günlük veya özel misafirlere hazır hale getirilirdi. Her iki divan da duvara dayalı olduğu için açıkta kalan üç yüzü bu örtülerin etekleriyle örtülmüş olur, altına çaktırmadan çamaşır sepeti, dikiş kutusu, kullanılmayan kitapların yer aldığı karton kutu gibi bilumum ıvır zıvırlar tıkıştırılırdı. Örtünün etekleri öyle kolay kirlenmez, kir pas tutmazdı.  Ama gel gelelim oturulan yüzey bazen insanüstü muzırlığımızdan, bazen de dikkatsizliğimizden çok sık kirlenir ve sevgili validemizi adeta çıldırtırdı. 

Bu nedenle olsa gerek validemiz o dekoratif örtülerin üstüne de bir başka kaba kumaştan örtüler dikerek zararın giderilmesi yönünde olayı çözümleyici formüle etmişti. Her defasında örtünün tümünü yıkayıp çabuk eskimesin diye, üzerine bazen kilim ya da halı serdiği de olurdu... 

Şimdi mümkünse rahat bir oturuş konumundayken başınızı olabildiğince arkaya yaslayın ve gözlerinizi şöyle kapatın... Ve bir düşünün... Gecedir... Yağmurun camlardaki ince şelaleleri odanızdan yansıyan ışıkla aydınlanıyor. Hırçın rüzgârın yol boyunca sıralanan kestaneleri sarstığı duyuluyor, sarı turuncu yapraklar dökülüyor... Baharda yeniden gelin olacaklar, o eşsiz kandil kandil çiçekleriyle... Evin dışında ise muazzam bir öfke var... sanki doğa bir şeylere çok kızmış, sinirlenmiş bu taşkınlığıyla dile getiriyor... dışa vuruyor kızgınlığını... Bir evin içinde bir oda... hadi diyelim otuz, otuz beş metre kare... Koltuklar, divanlar, büfe, radyo, televizyon, orta masaları, şatafatsız ama gereken şeyler... ama duvarlarda çeşitli sanatçılardan yağlı boya tablolar, gravürler, burada yaşayan sizin ya da bir yakınınızın duvar tabakları, belki de çocuğunuzun ödüllü gravürleri... ve piyasadan çok hesaplı yeni aldığınız bir Rus piyanosu... İşte bu yağmurlu gecede piyanonuzda eski notalarından pasajları yeniden çalmaya başlıyorsunuz; Chopin’den noktürnler, valsler, mazurkalar... Beethoven’in “Ayışığı” sonatının birinci bölümü... Schubert’in Serenadı...

Her şey yerli yerinde; havuz başında servi
Bir dolap gıcırdıyor uzaklarda durmadan,
Eşya aksetmiş gibi tılsımlı bir uykudan,
Sarmaşıklar ve böcek sesleri sarmış evi

Her şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak,
Serpilen aydınlıkta dalların arasından
Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman
Sessizlik dokunuyor bir yerde yaprak yaprak…

Biliyorum gölgede senin uyuduğunu
Bir deniz mağarası kadar kuytu ve serin
Hazların aleminde yumulmuş kirpiklerin
Yüzünde bir tebessüm bu ağır öğle sonu.
 

Belki rüyalarındır bu taze açmış güller,
Bu yumuşak aydınlık dalların tepesinde,
Bitmeyen aşk türküsü kumruların sesinde,
Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner.

Her şey yerli yerinde; bir dolap uzaklarda
Azapta bir ruh gibi gıcırdıyor durmadan,
Bir şeyler hatırlıyor belki maceramızdan
Kuru güz yaprakları uçuşuyor rüzgârda.
 

[Ahmet Hamdi Tanpınar, “Her Şey Yerli Yerinde”.] 


Evet, eski notalar değişmiyor ne yazık ki... Onlar hep aynı kompozisyonda duruyor... Ama bir genç insanın düşlerinde, umutlarından yoksun, bu düşler, umutlar onları yorumlarken başka değerler, yoğun duygular... Yitik zaman ve yitik yaşamlar... Aynen “evlere şenlik” gibi... Kim bilir yine de yaşamı seven birisi olarak siz, o seslere kavuştukça yeniden, mutluluk duyuyorsunuz, varlığınızdan hiç yitmeyecek sevgi kaynağını bu ezgilerde anlam bulduğunu düşünüyorsunuz... 

O  “evlere şenlik” ezgiler benliğinizde hoş yankılar uyandırıyor... 

[📷 Taç Sokak Çıkmazı, Yapıtaş, Şakacı Sokak, (Aralık 2018).] 

[📷 Mehmet Sayman Apartmanı girişi, Şakacı Sokak, (Aralık 2018).] 

[📷 Pire🚲 Fenerbahçe Parkı yakınlarında, (Ağustos 2017).] 

Seref Sayman

Babaeski, Ekim 2018 -Eylül 2020  

[📷 Pire🚲 yan gelip yatmaya fena sardı; Babaeski, (Ocak 2020).] 

(*) Önceki Makale: Sokaklarından Bahçeli Evler Geçen Semt

(*) Sonraki Makale: Ateşle Barutun Ardından Sıcak Külleri Kaldı 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***