Ateşle Barutun Ardından Sıcak Külleri Kaldı

 

[📷 Eski futbol sahamızın apartmanlara yenik düşmüş şimdiki suratsız hali, arada sıkışıp kalmış bahçeli iki katlı ev ise zamana direnen bir militan gibi, Kazasker Şakacı Sokak, (Aralık, 2018).]

VEDA: Ayrıldığım Kazasker 

ÖMRÜN UCUNDAKİ KÜSKÜN RENKLER GİBİ DARGIN...

BİR SOKAĞIN TENHA  KIYISINDAKİ SESLİ ÇİÇEKLER GİBİ HAYAT DOLU... 

Dostluğu düşünüyorum. Bir sokağın acımasızca değiştiği gibi tükenen eski sevdaları düşünüyorum. Çöküşün bıraktığı kalıntılar altında yaşanır mı yeniden? Yıkıntılar üzerine kurulur mu sevgi yeniden? Kaçak, debelenen örümcekler gibi, yalnızca kendi ağımızı örüyoruz biz. Belli değiller, belkiler üzerine kurulmuş ömrümüz. Hangi taşımız sağlam, hangi dayanağımız yıkılmaz?

1.
bildiğim kendimi bildim bileli âşık olduğum,
bildiğim ancak âşıkken var olduğum...
işte bu yüzden, benim için aşık olmak;
çoktandır hasretine katlandığım yokluğum.
'eğer aşktan söz edildiğini duymamış olsalar
hiçbir zaman sevemeyecek olan insanlar vardır, '
demiş La Rochefoucauld
benimse hep böylelerini severek başladı vurgunum...
 

2.
her durakta ölümsüz bir aşk edineceğim
bir bakıştan, bir duruştan,
çağrışımın sonsuz hızından
unutulmaz bir sevgili daha bırakacağım ardımda.
belki de yaşanabilecek en güzel serüveni
terk edeceğim
daha otobüsün ilk basamağında.
kim bilebilir ki?
sonrayı, sonrasını kim bilebilir?
gizli gizli veda edeceğim ona; görmeyecek
ve bu duyguyla burkulmuş yüreğim
otobüs camına bağrında bir ok ile
bir aşk levhası çizecek, ah min-el!
bu da ötekiler gibi,
kendisini ölesiye sevdiğimi bilmeden
yaşayıp gidecek...
 

3.
şimdi hemen kalksam buradan
hemen çıksam uzun sokaklardan birine
kiminle karşılaşabilirim
kime vurulurum ölesiye, eve dönmeden
geceme kuzguni bir cehennem gibi eklenen
bir ölümcül sevda hangi köşe başında
keser yolumu
bir tenhaya ulak olan
o suret avı bırakır mı yakamı
haracı ödenmeden bırakır mı yakamı
bir suretten, bir şiirden, bir hüzünden
ak kâğıda düşürülmüş imzasını görmeden
bırakmazlar yakamı, bilirim, ben ölmeden
 

4.
hangi aşk mümkündür aşığı öldürmeden
her aşk, her şiir
ardından uzun uzun bakılan adı bilinmedik sevgilerden,
küskün omuzlu terk edilmişliklerden,
perspektifinde hep bir sokak taşıyan
o sessiz
o faili meçhul cinayetlerden
resim altı sözcüklerden
aşk mümkün olsa idi ah, aşığı öldürmeden
 

5.

bırakır mı yakamı kâğıdın ölüm beyazı sureti
elle bilenmiş sözcükler,
yüreğime sokulan serüvenin hançer tadı
nabzımın atışına ayak uyduran vezninde
gece adımları şiirlerimin
bırakır mı yakamı yaşadıklarımı
dökmeden imgelerin giysilerine
hayatın maskelenmiş gerçekliğine
upuzun bir mesafeyle yeniden sokulmak için
yeniden ve yeniden.
 

[Murathan Mungan, “Ayaküstü Yaşanmış Aşk Şiirleri”.]

 

***...***

 

bozgunlarla sağlamlaşır
Ütopya Kalesi
dağılmış parçaları bütünler
yeni zamanlar gümrüğünde
yol ayrımını doğru bilenler
hiçbir aşk ve macera tanrısı
yola çıktığı gibi dönmez geriye
kabuk bağlar yüzümüzdeki gölgeler
unutarak ve vedalaşarak geçilen
durakların birinde inmemiz gerekir
bindiğimiz düşlerden
hayat belki başka biri yapar bizi
bir melodram öğesi olarak
umudun da, umutsuzluğun da aşıldığı
o altın dengede
biliriz içimizdeki avdan yorgun dönen akşamlar
ne kadar bütünlese de… parçalar…

 

[Behçet Necatigil, “Bozgunlar”.]

 

***...*** 

Bundan kır bir yıl öncesiydi... 

Tam tarih vermek yerinde olacaksa: On Bir Eylül, 1979’un bir gün evvelcesiydi... 

Sabahın köründe kalkmış, usulca bahçeye inmiş, arka tarafta Mehmet dedemden yadigâr iki katlı evin yüksek çatısına tırmanmıştım. Binanın hemen dibinde yükselen ceviz ve fıstık çamı ağaçlarına kokan kırmızı kiremitlerin üzerine çömelmiş uzaklara dalmıştım. Buradan hem Adalar, hem Kayışdağı inanılmaz güzel görünürdü. Bu eşsiz manzaraya odaklanmış buğulu gözlerim ilk kez o anda gerçeği hissedebilmiş ve yarının ne getireceğini sorgular olmuştu... Besbelli ki bu bir vedalaşma anıydı... 

Ve o gün arkamda sevda mürekkebine batırılmış iki veda mektubu bırakmaya karar verdim. 

Birinci veda mektubumun adresi canımdan çok sevdiğim ve henüz yere düşmemiş yağmur damlasında bir buğday başağı gibi kokan gönüldeşim idi. 

İkinci veda mektubumun adresi de yine canımı uğrunda feda edebileceğim, köklü bir aile geleneğinden bize miras varlıkların da üzerinde yer aldığı, Kazasker Şakacı Sokak ve çevresiydi... 

İlk veda mektubumu, sevdiğimin o sıralarda uzak diyarlarda olması nedeniyle kendisine elden verememiştim. Ama en azından içimde kalan buruk bir sevda acısının anlayışı çerçevesinde takdir temennisini taşıyan bu mektup, daha sonra emin eller sayesinde, adrese teslim edilmişti. Aradan geçen kadim yıllar sonra bu namenin veciz sorgulaması yapılacak ne var ki ser verilip asla sır verilmeyecekti... 

İkinci veda mektubuma gelince, ilkine benzer ağır hüzün damlaları taşısa da, bu vedia’nın ulaştığı nokta onun kadar kademli olamamıştır. Geride bıraktıklarıma dair salt nominal hatırat vasfı taşıyan ve gelecekte bir gün tahta sandıktan çıkarıldığında manalı izleri bulabilmek maksadıyla kâğıda döktüğüm yazılar maalesef bugüne dek yaşayamadı, yaşatılamadı... Ne kendisi, ne sureti... 12 Eylül’ün katliam dolu günlerinde abanoz sandığın içinde komşu yoldaşı kitaplar ile birlikte evin mükellef sobasına ebediyen gömüldüler... Geride kalan külleri bahçemize savruldu... 

İşte ben o güzel, güneşli sonbahar sabahı, yani 10 Eylül 1979 Pazartesi günü, Kazasker’ime, doğup büyüdüğüm mahallemize, göksel bahçemize, hayat dolu evimize, yoldaşım olan tüm dost arkadaşlarıma ve o tarihte ayrılmış sayılsak da benim yüreğimde her zaman eşsiz bir sevgili olarak kalacak aşkıma, Kazasker ile Hilmi Paşa’nın tam ortasında konuşlanmış Mehmet Sayman Konağın arka bahçesindeki ikinci konutun kiremitli taraçasında son defa veda edecek, Bostancı’dan Kadıköy’e uzanan minibüs caddesini, Marmara paralelinde akıp giden Bağdat Caddesi’ni, Adalar’ı, Kozyatağı’nı, Ankara asfaltını ve Kayışdağı’nı oradan gözlerimle kucaklayabilecekmişim!!!................ 

Manidar olduğu kadar güç bir durumla yüzleşiyordum. Hani ertesi günü arazi olacağından habersiz bir insanın, ailesiyle beraber son defa sofraya oturması, son görüşü olduğunu bilmeden, sevdiklerini, dostlarını ziyaret edip son defa görmesi, ya da o anda göremediklerine hisli bir haber ulaştırmak istemesi, onlara son defa iyi günler ya da iyi geceler demesi, ancak ne var ki bütün bu her zamanki olağan gündelik hareketleri yine her zamanki gibi, aynı ruh alışkanlığıyla yaparken de bilinmez nasıl bir sezgi ile o günün veya gecenin, bütün diğer günlerden, gecelerden farksız geçmesine rağmen, pekâlâ son gün ya da gece olabileceğini düşünmemesi gibi, ben de Türkiye’den kilometrelerce uzak deniz aşırı bir ülkeye apar topar gidileceğinden habersiz, ama böyle bir şeyin de elbette o günün nesnel koşullarında pekâlâ mümkün olabileceğini, Kazasker’imi ve çevresini başka bir nedenle görebilemeyeceğimi o harlı gece nedense aklıma getirmiş, ertesi günü de Kazasker’den ve sevdiklerimden ayrılmak korkusu içime düşmüş olarak bir yüksek dam uzantısında seyretmiştim. 

İki katlı evin çatısından Suadiye’nin, Bostancı’nın ve Küçükyalı’nın hemen önünde Marmara göz alabildiğine uzanıyor; sağ tarafta Çatalçeşme, solda Prens Adaları, özellikle de Kınalı’nın burnu durgun lodosluk sabahlarının gözlere oynadığı o tarifsiz oyunla sanki biraz daha fazla kalkmış gibi duruyor, berisinde Bostancı mendireği denizin üstüne kayalık bir balkon gibi çıkıyordu. Daha yakınlarda, dört bir tarafımda ise asıl Kazasker... Erenköy’e, İntaş’a, Ayşe Kadın’a, Kozyatağı’na, Sigorta Evleri’ne Şenesenevler’e ve Küçükyalı’ya uzanan çeşit çeşit yapılar, koyu kırmızıya çalan damlarla şekilleniyor, gök karartıcı apartmanlarla kabarıyor, tepelerde ağaçlık alanlarla fışkırıyordu. 

Bütün manzarayı tuvale yatırarak hareketsizleştiren o hafif sisli ama hiç rüzgârsız, çok durgun sonbahar sabahlarından biriydi... Tuhaf bir sessizlik çökmüştü etrafa... Belki de eskilerin deyimiyle: fırtına öncesi sessizlikti bu... 

Etrafı saran bazı binaların bacalarından çıkmış, peşi sıra göğe doğru yükselen gri dumanlar sabahın o saatlerinde dakikalardır rüzgârsızlıktan dağılamamış, havada tuhaf bir bohçaya benzemişlerdi. O isli havayuvarın içinde kendi bohçamı da görebiliyordum. İçim ürpermiş çömeldiğim kiremitlerin üzerine çöküvermiştim. Komşu bahçelerin pürüzsüz serili topraklarında sonbahar hüznünü avuçlarıyla yakalamış ağaçlar, korumaya aldıkları yapılara rağmen, sanki hiç sallanmıyor, bir şeyi dağıtmamak adına, sadece gururlu yaprak dökmek için midir nedir, öylece durup bölgesini gözetliyordu... 

Bir taraftan gündüz zamanı gittikçe kıvamını buluyordu... Bir dalın bile kıpırdamadığı, çevresel uyuşukluğun alabildiğine bulaşıcı bir hastalık gibi havaya sinmeye çalışmasına rağmen, o an bir şey değişiyor, bir şey dönüşüyordu... Ve ben uzaklara diktiğim gözlerle şunu gözlemleyebiliyordum: seyrettiğim otantik değil, yağlıboya bir resim... Kim bilir hangi ressamın fırçalı elinden çıkmış emsalsiz bir tablo; olan biten ise normal bir sabah değil de bu tablonun sanki arkasından vuran helezonlu ışıkların etkisiyle erimeye başlaması, hazan renklerinin birbirine karışmasıydı... Yalnız bahçemize yan komşu, İhsan amcamızın toprağı üzerine dikilmiş, Sayman Apartmanı’nın balkonlarına çıkıp girebilenler, nemli iplere asılı birkaç çamaşırı toplayıp içeri alabilenler, bu işleri hararetli elleriyle yapan annelerini seyreden balkon köşelerine çöreklenmiş küçük çocuklar, iki katlı evin çatısına oturmuş ve kiremitler ötesi uzakları seyre dalmış esrarlı kişiyi görebiliyorlardı... 

Şakacı Sokak meydanında hayatın kıvamını bulmaya başladığını hareketlenen esnaf zincirinin uğultusu, minibüs caddesinde yolcu toplamak için duraklarda itiş kakışı arttırıcı gereksiz kornalar, koşar adımların bastığı zeminde tempoyu yükselten çeşitli ayakkabı sesleri haber veriyordu. Birden uzaklardan bir tren düdüğü duyuluyor... 

Bu Suadiye İstasyonu’ndan kalkan banliyö trenidir. Solumda Bostancı hep uzanıyordu dahası ben hem ayrı hem ayrık birer insan olarak, sene sene, ay ay, hafta hafta, ya da gün gün, kimi zaman Bostancı’da birisiyle dolaşıyor ve görünüşe göre yine şu andaki gibi buradan siren çalarak geçmiş olan yolcu treninin üstünden geçen köprüden doğru aşağıya, Âşıklar Caddesi’ne, yine belki kimi vakit, şu trenin herhangi bir kompartımanında herhangi bir pencere kenarına oturmuş, o, Bostancı’da dolaşandan başka ve yine şimdi burada oturandan da farklı bir insan olarak, bir yere göçüyordum... 

Şu işe bakın!.. Kazasker’e son defa Mehmet dedemin bergüzar evinin çatısından veda edecekmişim... Doğup büyüdüğüm şehirden ayrılmak talimatını aldıktan sonra, o bazen ümitli, bazen ümitsiz, sonunda hem isteyerek ama hem de istemeyerek kendimle kapıştığım bulanık düşünceler arasında orada bir sabah, belki de o sabahki kadar şaheser bir sabahı o çatının etrafında bırakarak, her şeyimi, toprağında ölülerimi, henüz yeryüzündeki bütün sevdiklerimi, evimi, mahallemi, sokağımı, çocukluk arkadaşlarımı ve son umutsuz bir sevdadan bana yadigâr kalacak cananımı, her gündüz taze ekmeğimi uzatan taş fırını, köşe başında kardeşi ile bakkaliyesini işleten, onun için bir müşteriden fazla her şey, kendisine yaklaşmam, avucumda uzattığım parayı alırken yanağımı noksansız okşayan kalender Sami amcamı [Sami Ekal ile ilgili bilgi edinmek için “Şakacı Sokağın Meydanında Esnaf Matrisi” bölümüne göz atabilirsiniz], arzuladığım anlarda her birine ziyaretçi girip çıktığım esnaf âlemi, her şeyi, herkesi bırakarak ayrıldım... 

Orada her sabah aynı saatte ekmeğimi uzatan fırıncı, o sabah kendisinden ekmek almadığımı anlayarak beni vefasızlıkla itham etti mi? O sabah binemediğim her zamanki 18 numaralı otobüsümde pasomu sol eliyle kontrol eden biletçi amcam, yokluğumun farkında oldu mu? Bilmem!.. Fakat ben onları düşündüm, onları hatırladım. 

Şaka değil, yeni vardığım yabancı bir memleketin yine o yabancı kentinde ayaklarıma bile yabancı gelen “Upton Park” metro istasyonu caddesinde arşınlarken ben yine, artık binlerce kilometre uzaklardaki o vazgeçemediğim sabahımı yaşamaya devam ettim. Şimdi orada olsaydım bu saate Çiçek Pasajı’nın arasından çıkıp Kadıköy Özel Marmara Koleji’nin arka giriş kapısına ulaşmış bulunurdum. 

O, sabah sabah, ütülü takımımı giymiş, kahvaltımı yeni yapmış, henüz gündüzün kalabalıklarına karışmaya aday hiçbir devrimci türküyü işitmemiş, kem bir faşist yüz bile görmemiş, hiçbir mermi kovanına rastlamamış, bütün ümitlerim taze, kaygısız bir sözcük ile mutluluk içinde Kadıköy Çarşı’sından geçişim yirmi dört saatimin en güzel dakikalarındandı... İskele taraflarından gelen sislerden ve iyot kokusundan henüz tamamıyla kurtulamamış Osmanağa Camisi’ni, Hemdat İsrail Sinagog’unu, Aziziye Hamamı’nı, Beyaz Fırın’ı ve hemen karşısında Kadıköy’ün azizesi olarak tanınan Aya Efimia’nın Rum Ortodoks Kilisesi’ni, Gençlik Kitabevi’ni, Ermeni Surp Takavor Kilisesi’ni, III. Mustafa İskele Camisi’ni, ta karşımdaki Karaköy ve Eminönü istikametine deniz yolculuğu yapacaklar için Kadıköy Vapur İskelesi’ni, iriyarı kayalıkların çevrelediği kıdemli Kadıköy Evlendirme Dairesi ve yine mendireğe yakın dip yerde ayrışık örgütlerden hâki renk parkalı devrimcilerin toplaştığı çay bahçesini, otobüs parkurunu, Kadıköy’ü her sabah bu sokaklardan selamlardım... 

[📷 Pire🚲 ile Kadıköy sokaklarında, (Aralık 2018).] 

Özel görelilik teoremidir. Uzaklık ve zaman gözlemciye bağlı olarak değişebilecektir. Her şeyini yerli yerinde bulduğum büyük şehrimde benim de küçük ömrümün bir gecelik bir aradan sonra yeniden başlamak üzere olduğumu her sabah Kazasker-Kadıköy yolculuğum esnasında duyar, arzuladığım küçük amaçlarımı, bitirmek istediğim kolejimi, gitmek istediğim üniversitemi, sevgilimi düşünür, o doludizgin dakikalarda bana, bütün hayallerim gerçek olacak, bütün umutlarım çıkacakmış gibi gelir, her sabah gün ışıkları içinde gümüştenmiş gibi uzanan Ziverbey yolundan uçarcasına geçerdim... 

O saatte Bostancı’dan hareket edip, Şenesenevler üzerinden Şakacı Sokak’a giren, dolayısıyla Hilmi Paşa ve Mehmet Sayman malikânesinin önünden geçen 18 numaralı otobüsü genellikle benim gibi öğrenciler ve iş güç sahipleri doldururdu. Yolcuları da her sabah bu otobüse bindiğimde selamlardım. Ne çok göz aşinalarım vardı!.. Olasılık dâhilindedir; onlar da beni şahsen tanırlardı. Bir saate sığan yolculuk serüvenlerim sürdükçe onların yaşlarının artmasını, bedensel değişimler geçirmelerini, misal kilo almalarını, kilo kaybetmelerini takip ettiğim gibi, galiba onlar da bendeki anatomik değişiklikleri fark ederlerdi. Flört edenlerin nişanlanmış, hatta evlenmiş olduklarını artık her sabah bu otobüsün içinde yan yana oturmalarından ve parmaklarına gururla takmış oldukları altunî yüzüklerden anlardım. İçlerinden bir gencin hâki parka giydiğini görsem içim kıpır kıpır eder memnun olur, yalnız olmadığım hissine kapılırdım. Her günün bu saatinde biz aynı taraftan insanlar derin kalabalık koridor üzerinde safları sıklaştırırken birbirimize içimizden iyi günler diledikten sonra memnun yolumuza devam eder, bazı zamanlar ki sabahın erken saatlerinin mahmurluğunu üzerimizden atmışsak eğer, hoş geçen sohbet sataşmalarında bulunurduk... 

Okuldan eve geldiğim zamanlar ya da çoğunlukla hafta sonları iki tekerlekli turuncu sadık dostumu alıp pedallarına basacak olsam, Ayşe Kadın’dan Ayşe Çavuş’a, oradan da gözdem Bostancı-Suadiye sokaklarına yol alır, işte o zaman bambaşka gezginlerle karşılaşırdım. Özellikle o saatte öğrenci kitlesinden ve daha fazlasıyla Suadiye Lisesi’nin kırıtkan öğrenci kızları geçerdi. Neden erkek çocuklar değil derseniz, onlar boş arsalarda ya da sokak ortalarında futbol maçı sevdasında olurlardı da ondan derim... Hiçbirinin ismini, nerede oturduklarını, kimin nesi olduklarını bilmediğim o kızlardan çoğu benim Çatalçeşme’den, Kaynarca’dan, Adalar’dan plaj ahbaplarımdı... Özellikle yazın, mahalle ağabeylerimce önceden planlanmış takvim programına paralel olarak, Adalar’a, en fazla da Sedef Adası’na, dökülürdük, hep beraber denize girer serinlerdik. Adlarını bilemediğim halde vücutlarının tekil özelliklerini, mesela göğsünde veya boynunda bir nokta bulunduğunu, öbürünün başına topladığı ıslak saçlar, bikinisinden sızan sularla denizden çıkışını bilirdim. Böyle sonbahar ya da kış günlerinde onları montlu veya mantolu, sıkı sıkı sarmalanmış gördükçe, kendi kendime gülümser, içimden, “Haydin, yine yaz gelecek, yine mevsime uyup soyunacaksınız, yine maaile plajlarda denize gireceğiz...” derdim. 

Burada bir parantez açayım... 

Aslında bu kızlardan birini tavlamak hiç de zor değildi. Elbette kız tavlamanın hoş bir sanat olduğu konusunda hiç kuşku yok. Ama bu hususta erken çocukluk yaşlarımdan beri iyi bir staj gördüğümü söyleyebilirim. Mahallemizden kendilerini çok iyi yetiştirmiş, oldukça kaliteli uzman hocalarım vardı. İlhan ağabey, Mehmet ağabey, Yalçın ağabey ile Hayrettin ağabeyim sağ olsunlardı. Daha çocuk yaşlarımda iken onların sabırlı ve vefalı eğitmenliği sayesinde arzuladığım gönülleri fethetmek pek de zorlanmadığım bir mesele halinde gelişmekteydi. Ancak ömrümün en anlamlı fetihlerini onlu yaşlarımın ortalarından itibaren yaşamaya başlamıştım. Kazasker’den Mecidiyeköy’e, Suadiye’den Bostancıya, Kadıköy’den Hadımköy’e kısa sürmüş – uzun sürmüş – kısa sürmüş ilişkilerdi hepsi... Ah bir de iki sevda vardı ki birbirleriyle rekabet etseler o kadar olurdu yani. Bir tarafta evimizin karşı apartmanının giriş katındaki albenili başak kız, diğeri aynı apartmanın en üst katındaki dairede misafir kalan İzmir güzeli... Üstelik ikincisi dalgalı saçlarımın cazibesine dayamamış asansörde yukarı çıkarken bir –iki dakikalık zaman diliminde kendisine yaptığım teklifi şıppadak kabul etmişti. 

Kim bilir, Londra’ya gitmeyip, Türkiye’de kalsaydım yarım kalan bu aşklarımı daha zevkle yaşar, delikanlılık aşkını birinden biriyle ömür boyu süren bir ilişkiye dönüştürebilirdim. Evet, evet, eminim ikisi de çok farklı gelişebilirdi... 

Şimdi açtığım parantezi kapatıyorum. 

Ah o Kazasker Meydanı ne kadar bizim mahalledir! Ben o karnaval Meydan’ı ne kadar çok severdim! Oturduğumuz evin üst kat odalarından yahut bahçe duvarının üstüne çöreklendiğimizde Kazasker tabak gibi gözükürdü. Çoğu zaman seyretmeye doyamazdım. Yetmişlerin sonlarına doğru trafikte inanılmaz bir artış söz konusuydu. Maltepe, Küçükbakkalköy, Kadıköy istikametinden gelen hem hususi hem de ticari araçlar vızır vızır geçerlerdi üç yol ağzından. Nakliye türünden at arabaları, faytonlar ise Meydan’ın bir kenarına kadar gelir, oraya yanaşıp kalırlardı. Onlara nispet, eski minibüsler Meydan’ın durak belledikleri noktalardan çok sık, alelacele yolcusunu alır yoluna devam etmek üzere ayrılı ayrılıverirdi. Şimdi anımsadıkça çok üzülürüm. Özellikle 1978’den sonra siyasi münasebetlerden dolayı Kazasker’in az ötesine, Erenköy’e gitmek “bizim” gibiler için “göçüş” demekti. O yıldan başlayarak ayrılık anıma kadar, özellikle Mehmet dedemin “sanat atölyesinin” burada vücut bulmasının etkisiyle olacak çocukluğumun Erenköy’ünün hasretiyle yanıyor, kendi kendimize yasakladığımız o “hacir” bölgeye geçemiyordum. Amma, kırk yılda bir, çok nadir de olsa, çıkan bir fırsatla, bir kerede geçtim mi?! Halis muhlis “üç hilalli” Erenköy’ünde bir devrimci!.. Kazasker’in beri yakasındakiler için bu en şaşılacak bir gezinti olurdu. Pek az Şakacı Sokaklı bir devrimcinin Erenköy’ünde bu kadar rahat yürüdüğü görülebilirdi. Böyle bir olayın içinde bulunmakla şimdi bilmem neden adeta iftihar etmek istiyorum. 

[📷 Pire🚲 ile Erenköy turu, (Aralık 2018).] 

Hafta sonlarında beş altı kafa dengi arkadaş toplaşır bisikletlerimizle Şaşkınbakkal’da gezinti yapar ünlü Sini’ye uğramadan edemezdik. Dükkânın hizmetlileri, güler yüzlü, tatlı dilli, hızlı servis yapan kişilerdi. Ellerimizde karışık dondurma külahlarıyla neşe içinde çıkar rotamızı sahile doğru çevirirdik. Burada yamuk yumuk sıralanmış kayaların üzerine oturur o yosun yeşili, o benzersiz denize gözlerimizle dalardık. Bu dalgınlığımızı etrafımızı sarıp da ellerinde kutular, çiklet, şekerleme satan birkaç küçük çocuğun, “Ağabey, ister misin?” seslenişleri bozardı. Onlardan “Tipi Tip”, “Golden” alırdık. Bize “ağabey” diyen küçük kardeşlerimiz, hayret ne kadar uzakta kaldınız! Hayat hepimizi olduğu gibi, kim bilir sizi nerelere savurdu? Şimdi nerelerdesiniz? Şayet girişken mesleğinizi büyüttüyseniz, müşteriniz bol, kazancınız çok olsun! 

Aramızda bir tek İbrahim Çankaya arkadaşımız sigara içerdi. Onun yaktığı sigaradan kimileri başka sigaralarını yakarken, biz de çocukluk işte, içmediğimiz halde dostumuzun havaya üflediği nahoş dumanından faydalanırdık... Bu sevimli tahripkâr haller, bu muzır iştigaller gönlümü alabildiğine sükûnetle kuşatmaya yeterdi... 

Akşam vakti çöktüğünde, güneş, Çadırlı Köşk istikametine doğru, Güneş Koleji’nin bulunduğu koruluğun arkasına doğru batardı. İşte o zaman çevreye serin bir alagün iner, Meydan’ın faaliyetleri azalır, Şakacı Sokak üzerinde işlerinden dönmeye başlayan emekçi katlardan insanlar görünmeye başlardı. Bu Kazasker akşamının da lezzetini bütünüyle çıkarıp evime dönmeden önce, biraz da duvar tepelerinde arkadaşlarımla oyalandığım, biraz şamata, biraz gırgır yapıp, biraz da sokağımızdan geçen güzel vücutlu bir kızın arkasından uzatmalı laflarla söyleştiğim, belki ömrümde bir daha hiç göremeyeceğim çeşit çeşit insanları bana hatırlatan selamlaşmalara karıştığım, Hayrettin ağabeyim ile Hayrünisa ablamın Londra’ya yerleşmelik gidişlerinden sonra iyice küçülmüş aile halkıma katılmadan evvel, buğulu gözlerimle kocaman bir an daldığım olurdu. Ne var ki başımı biraz çevirince bu hüzünlü dalgınlığım İhsan amcamızın Sayman Apartmanı’ndaki “komşu kızın penceresinde”, ince tülün arkasında görmeye çalıştığım herhangi bir siluetin heyecanına karışırdı. Loş odanın içinde elektrikleri yanmış görür, koridorda hareket halinde olan ufak tefek ayakların çıkardığı sesi dinler, havayı iyice ciğerlerime çeker, daha demin beni kandırmaya çalışan o kendi halinde oynayan perdeleri, o tülün gizlemeye çalıştığı hayali varlığı unutur, hemen ertesi sabah yine kahvaltımı zengin yapmış, demli çayımı yudumlamış, yüzümü tulumbadan akıttığım serin kuyu suyuna çarpmış, o hülyalı pencerenin önünden geçebileceğimi, akşam oldu mu yine oyalana oyalana evime dönebileceğimi düşünür, böylece tam bir ömür boyunca her gün o silueti yakalayabileceğim düşüncesiyle sevinir, bu mini minnacık şeyden bahtiyar olduğumu kimseye söz etmemek ister, söylersem bu büyünün bozulacağını ve beni ondan, şakadan, inat olsun diye ayıracaklarını sanarak onu bir sır gibi içimde saklamak ister, şimdi karanlık iyice yerleştiğinde, hep çalkantılı yüreğimin her alçalışında nefessizlikten irademe sıkı sıkı yapışmış, kalbimi adeta içeriden söküp koparmak isteyeceklerin parmaklarını kanatacak, tırnaklarını kıracak gibi duran ellere dalar, ben de o pencerenin perdelerinden biri gibi olmayı delifişekçesine dilerdim...

Ve olağanüstü her şeye karşın, İstanbul’dan ayrılarak geldiğim bu yeni kentte ilk günlerimi, kültürel değerlerimiz değişirken düştüğümüz o şaşkınlık etkisi altında, böyle saat saat Kazasker’de olsaydım diyerek, yapacaklarımı düşünerek, böyle yine mahallemde yaşayarak, içim sızlayarak geçirdim...

İlk günler böyle sürdükten sonra, ilerleyen zamanla Kazasker’in belki de yerinde olmadığı, ben içinde bulunmadığıma, açıkçası onu beş duyu organımla hissedemeyeceğime göre, onun da var olmamasının muhtemel olabileceği sık sık beynimin içine yerleşmeye başlamıştı. Fakat ya bu metro... ya bu trenler!.. Ya kendi çizgilerinde ilerleyen çift katlı otobüsler!.. Her sabah ve her akşam böyle dolu, böyle kalabalık pencerelerinde hep kafaları eğik bir şeyler okuyan yolcularla her sabah ve her akşam kalkan bu taşıtlar nereye gidiyorlar?.. Ya sonra, Kadıköy tarafından gelen yolcular... Kartal, Maltepe tarafından dönen müşteriler... Üzerlerindeki maksi palto veyahut da ihtişamlı pardösüden, ellerindeki şemsiyeden, kalın giyindikleri elbiselerden, Kazasker’den ayrıldığım günün havasını sezinlediğim yolcular... İşte gördünüz mü, ya? Kazasker yerli yerinde duruyor... Bildiğim, duyduğum gibi yaşıyor... 

[Gerçekten de yaşıyor diyebilir miyim; işte yıllar sonra Kazasker & çevresinin, Şakacı Sokak’ın hali pür melali.] 

Bu satırların başlangıcında sevda mürekkebine batırılmış iki veda mektubundan söz etmiştim. 

Bu mektupların üzerinden otuz yıldan fazla zaman, altından ise nice coşkun akarsular aktı geçti... Mahalle köşküme dair tiryaki notlarımdan bu yana Kazasker alabildiğine değişti... Yolları, kaldırımları, dükkânları, esnafları, konutları, sokak lambaları değişti... Ama her şeyin ötesinde, mahalle sakinleri değişti... Değişen semtimiz gerçekten de değişim fırsatlarını yakalayabildi mi? Bunu içten sormak istiyorum. Ama yanıtını yaşayan kişilere bırakıyorum. Herhalde en iyi onlar bilecektir!.. 

[Kara kara yazılar, karanlığa batmış beton kutucuklar...] 

[Uzun yıllar yükselmeye direnip hayatta kalmış şu 3-4 katlı yapılardan da eser kalmadı, her biri yeni beton kutulara dönüştü...]

Diğer veda mektubuma gelince... 


Aradan onca yıl geçti... Evet, geçti geçmesine... Ama hayat o mektubun yapıcı özelliğinin izini asla silmedi, silemedi. Ve o gün mavi mürekkepli ne söylendiyse, bugüne değin hiçbir satırı değişmeden yerini himaye etti; ebediyete dek öyle kalacağına da hiç kuşku yok. Belki de lâkırdısı işlenen konuyla ilgili efekti Deniz Seki’nin yazdığı, Gülben Ergen’in söylediği beğenilen bir şarkının sözleriyle dillendirip bu bölümün faslını kapatabiliriz...

 

Yılmadım tükenmedim

Yorulmadan hep bekledim

Ha şimdi bugün, ha şimdi yarın

Gece gündüz çav ettim

Bu ceza, bu hükmün sonu nereye

Dayanmaz yüreğim belki seneye

Bu ceza, bu hükmün sonu nereye

Dayanmaz yüreğim belki seneye

O zaman ya benimsin ya elin

Nolur söyle, nolur söyle: Offfff….

O zaman ya ölümsün ya düğün

ya ateşsin ya külüm

Ya yüzüm ol ya hüznüm

Yılmadım tükenmedim

Yorulmadan hep bekledim

Ha şimdi bugün, ha şimdi yarın

Gece gündüz çav ettim

Bu ceza, bu hükmün sonu nereye

Dayanmaz yüreğim belki seneye

Bu ceza, bu hükmün sonu nereye

Dayanmaz yüreğim belki seneye

O zaman nolur dinle, nolur dinle

O zaman ya ateşsin ya külüm

Ya ölümsün ya düğün

Ya yüzümsün ya güzüm

Ama ne olur dinle

O zaman ya benimsin ya elin

Nolur söyle, nolur söyle: Offfff…

O zaman ya ölümsün ya düğün

Ya ateşsin ya külüm

Ya yüzüm ol ya hüznüm 

[Gülben Ergen: “Ya Ölümsün Ya Düğün”. [Çav (haber) kelimesini ben kullandım.] 

[📷 Pire🚲 ile eski mahalleme doğru pedallama, (Ağustos 2017).] 

Seref Sayman

Babaeski, Ekim 2018 -Eylül 2020   

[📷 Yılın ilk karı düştü; Babaeski, (Şubat 2020).] 

(*) Önceki Makale: Story of Previous Asylum ~ Evvel Barınaklar Masalı

(*) Sonraki Makale: Dostluğun Ömrü Yüreğimiz Kadardır 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***