Dostluğun Ömrü Yüreğimiz Kadardır

 

[📷 Eski Şakacı dostlukların geleceğe taşındığının kuvvetli bir örneği, hem çocukluk hem de sıkı dostum Siyami Eligül ve eşi Hürriyet’in ev sahipliğinde bir yılbaşı kutlaması, (şimdiki Eligül Ap.), Kazasker Şakacı Sokak, (31 Aralık, 1994).]

Yitik Dostlukların İzinde 

düşmanımın düşmanı dostumdur, dostumun dostu baş tacımdır… 

<<İnsan ancak insanla var oluyordu... Dostluklar yüceliğin, komşuluklar ise kutsallığın sembolüydü... Haberli veya habersiz, eli boş veya dolu, erken ya da geç gelse de, gelip kısa bir süre sonra oturduktan sonra kalkıp gitse de, yatıya kalsa da, başköşeye kurulup gitmek bilmese de, misafir her daim kutsal insan varlığıydı... Dosttan zarar gelmediğine inanılır, konu-komşu, akraba-arkadaş her türlüsünden misafir evin bereketi sayılır asla kapı dışarı edilmezdi... Dostlukları ilerleten motor gücü ev-hanımı hüviyetlerini gururla taşıyan annelerimizdi; zamanla işleri büyüttüler... Çay yanında çörekli, börekli kabul günleri giderek altın günlerine ve dolarlı günlere dönüşüverdi... >> 

Aşk, özgürlük ve yalnızlığı anlatırken Halide Edip Adıvar “Kalp Ağrısı” isimli romanında şu satırlara yer veriyor: “Kalbin bin bir ihtiyacı var, dost, âşık, arkadaş, daha bilmem kaç nevi rabıta insan için aynı zamanda kabildir.” İnsan kalbinin tekil serüveni, gönül kiplerinin inişleri çıkışları, karmaşası fazla önemsenmediğinde insanın yalnızlaştığını ve aidiyet noktasından uzaklaştığını anlatıyor. 

Onları, kimi bulutlu Cumartesi günleri, kimi yağmurlu Pazar günleri Londra’nın en muhteşem parklarından biri olan Hyde Park’ta turlarken görürdüm. Yeşilliklerin sınırını çizen dev meşelerin, ulu çınarların, çamların, servilerin altında bazen kol kola girerek, bazen el ele tutuşarak yürürlerdi. Kabuklarını kırmış, yaşları altmışın üzerinde olan bu “edü ile büdü” tipler zorunluluklar dışında dış dünyayla bağlantılarını koparmışlar, insan ilişkilerini en alt düzeye indirmiş görüntüsü veriyorlardı. Yalnız kalmak güdüsüyle hareket ediyorlardı. Zamanlarını o park içinde bütün gün yürüyüş yaparak, birbirleriyle konuşarak, okuyarak geçiriyorlardı. Birbirlerine yetmeyi, birbirleri için olmayı öğrenmiş sayılırlardı. Kendilerine olan yürekten inançları her halleriyle dışa vuruyordu. Ama bir gerçek sevimsizlik, farklı bir tedirginlik duygusu hâkimdi yüzlerine. Ve tüm “zarafetlerine” karşın son derece antipatiktiler... 

İngilizler genelde soğuk insanlar olarak bilinir. Belki de kuzeyin kendilerine bahşetmiş olduğu serin, yağışlı iklimden dolayıdır. Her neyse... Benim gözlemlediğim kadarıyla; yaşlıları, mesela, yaşlandıkça sanki daha fazla bir “buzdolabı” gibi sosyal bir erke aidiyet tutkusuyla yüksek “kürsülerden” bakmayı sürdürüyorlardı... Bazen karşılarına çıkan bireylerden tuhaf bir rahatsızlık duymalarını anlayamıyordum... Ve bir İngiliz kökenli, Thomas More, zamanımızdan beş yüz yıl evvel, Yunanca “Olmayan Yer” anlamına gelen, “Ütopya” diye bir eser yaratmıştı. More belki de İngiliz asaletinin yalnızlığı içinde hayali bir adayı betimlemeye çalışıyordu bu kitabında. Bu hayali adada her şey güllük gülistanlık hüküm sürerken ne acılar, ne haksızlıklar söz konusu olabilmekteydi. Yoktu böyle şeyler... Ortadan kaldırılmış, tasfiye edilmişlerdi... 

Diğer tarafta insan kitleleri bu “tavhane” adada hem eşit hem özgür yaşıyorlardı. Ne kral kraldan daha kralcıydı, ne de soylu sınıfının aristokratik tutkuları monarşik yapılanmayı badanalıyordu... Devlete çalışan memurlar rüşveti bilmiyor, parayla satın alınmaları mümkün olamıyordu. Rütbeli çılgınlar savaş çığırtkanlığı yapmıyorlardı... Özüyle, sözüyle bu ütopik ada, benzeri görülmemiş bir beklenti ülkesi, bir kıvanç diyarıydı... 

Çok geçmeden bu adalar çoğaldı ve birer birer aramıza katıldı... Biz bunları kimi zaman “Alis Harikalar Diyarında” iken, kimi zaman da “Gulliver Devler Ülkesinde” iken görebiliyorduk. Ama her birinin ortak noktası, başkaldırdıkları kurulu düzeni yıkarak yerine adil bir dünyanın inşasının dillendirildiği, “yeni bir toplum umudu” iddiasını taşımasıydı... Ancak bu adalar bir gün geldi, ağır hakaretlerin altında ezildi ve hayallerimizle suyun dibini boyladı. Oysa herkesin yüreğinin bir köşesinde o ada hep vardı... Kimimiz en ücra yerlerde saklamayı becerebilmiştik; kimimiz kendi adasına sığınmayı tercih ederken… Günün birinde yine gerçeğe döneceğini sabırla beklemekten başka bir şey elden gelmiyordu... O ada kimimiz için o kadar büyüktü ki, birçoğumuz ömürlerini bile tüketmişti o adanın peşinden giderken… Nice yelkenleri şişirip, nice küreklere asılmıştık. Ama bir türlü ulaşamamıştık o ufukta hayal ettiğimiz adaya... Çok güvercin salmıştık bize haber getirsin diye o adadan. Ne var ki yola çıkan beyaz kuş bir daha geri dönmemişti. Hayallerin dibi görünüyordu. Bu düşümüzün tükendiği anlamına geliyordu. Eş deyişle umutlar azalıyordu ve kesilen umutlar gemidekilerin birbirini yemesine sebep olacaktı. Gemisini kurtarmaya çalışan kaptanlar ile gemidekiler arasında saflaşmalar baş gösterdi... “Yenenler, yenilenlerin dikişsiz, ak gömleğinde sildiler kılıçlarının kanını...” Ve adamızı göremeden azgın sulara atıldık... Derin köpüklü sularda can verdik... Umutlarımız ve hayallerimiz sulara gömüldü bizlerle beraber... Suyun dibinde geçirdiğimiz yıllar içinde ütopyasız ve düşsüz yeni kuşakların yetiştiğini üzülerek seyrettik... Bir ada hikâyesi böylece toprağa verilmiş sayıldı... 

Ada belki bir düştü varsayalım. Ama yaşanılan zamanı düş saymak korkunç bir deneyim olurdu... İnsan insandı. Çünkü insan ancak insanla var olabileceğini biliyor ve ona göre hareket ediyordu. Aileler kocamandı. Her yeni doğan çocuk akraba kitlesinin şeceresini çıkartabilecek bir zengin kütüğe sahipti. “Dış kapının dış mandalı” sayılabilecek akrabalar bile bilinir ve ziyaret edilirdi. “Kolektif bir hayatın bütün unsurlarıyla sürdüğü, tek kişinin yaşadığı evlerin garip karşılanmak şöyle dursun, görülmesinin bile yaygın olmadığı o yıllarda, küçük şehirlerde arkadaşlık hem duygusal bir eğitim, hem kolektif hayata ayak uydurmanın, adeta kendiliğinden yürüyen bir parçasıydı.” Arkadaşlıklar samimiyete dayanıyor hemen herkesin bir ordu büyüklüğünde samimi arkadaş çevresi bulunuyordu. Kaldı ki arkadaşlık öyle basite indirgenecek bir konu olarak kabul edilemezdi. Böyle bir ilişki kişiler arasında son derece değerliydi. Hatta bazen bu fazlasıyla abartılır ve bir arkadaşı koruma güdüsüyle kitlesel semt çatışmaları gündeme gelebilirdi. Arkadaşlığa kesinlikle sıradan bir vakit geçirme meselesi olarak bakılamazdı. Ve salt bir takım ortak şeyler paylaşılıyor diye arkadaşlık bir çıkar ekseni etrafında toplanılmazdı. 

Her arkadaş bu ilişkinin bir parçası olarak kendisini sorumlu tutardı. Yani aidiyetin omuzlara yüklediği sorumluluk duygusu öyle yabana atılacak cinsten değildi. Özellikle böyle bir sorumluluk yükü erkek arkadaşlıklarda daha fazla öne çıkıyordu. Gruba ait her birey arkadaşlığın sonsuza kadar savunulması gereken bir dava olduğuna inanır, bu inancı omuzlarında  ölümüne” taşırdı... 

Öyle arkadaşlıklar vardı ki, hayat, kişiler arasında bağları daha da güçlendirici formüller bulmaya zorlardı. Bunlardan bir tanesi iki arkadaşın bir araya gelerek “kan kardeşi” olması idi. Kan kardeş en mükemmel arkadaş demekti. Özellikle erkekler arasında görülen bir uygulamaydı. Bunun için bilhassa o yükü taşıyabilecek kişiler seçilir herkesten kan kardeş olması beklenmezdi. Yani bir tarafta kardeşlik kadar yakın olacaksın, bir tarafta da arkadaşlığın bağlarını bir kardeşten de daha güçlü hissedeceksin. Yöntemi ise “kanlı” sayılırdı. Durup dururken parmak kanatarak bir çözüm bulunurken, genellikle pek samimi iki erkek arkadaştan biri ufak çaplı bir kazaya uğrayıp herhangi bir tarafı kanadığında, o anda kafasında yanan ampul kan kardeşi olmak fikrini doğurur, diğer arkadaşı da bir güzel parmağını keser, birbirlerinin kanını emerler ve böylece “kan kardeşi” olurlardı. Parmak kesmek için her türlü kesici alet işe yarardı. En çok bir cam parçası, bir jilet ya da çakı kullanılırdı. Bu kan kardeşliği destanı yetmişlerden çok daha önce geleneksel olarak ifade edilen bir arkadaşlık türüydü ki azımsanmayacak kadar hikâyelere konu olduğu hep anlatılırdı. Birbirleri için hayatlarından bedel ödemeye hazır kan kardeşler arasında herhangi bir husumet söz konusu yapılmamalıydı. Aralarındaki ilişkiyi ne bir kıskançlık, ne bir çıkar ilişkisi bozabilirdi. Birbirini çekememe gibi davranışlar olamazdı. Açıkçası bu tip arkadaşlığın biraz da şövalye ruhu taşıdığı düşünülür, kişiler birbirlerine ant içerek bağlılıklarını ifade ederlerdi. 

Yetmişli yılların gençliği arasında maddi çıkarlar hiçbir zaman birinci sıraya oturmadı, oturamadı... Para asla değer verilen bir nesne değildi. Oysa onur, haysiyet, gurur, saygınlık, başarı, arkadaşlık, ortak bir dünya görüşü paradan önce gelir, hatta çoğunluk paraya itibar bile etmezdi. 

Arkadaşlığı güçlendirici bir başka formül de “ahret kardeşliği” idi... Aslında bu daha fazla erkekler arasında sözleşmesi taahhüt edilen ‘kan kardeşliği’nin kadın versiyonu denilebilirdi. Anlamı basitçe dünyada olduğu kadar öbür dünya’da da kardeşliğin devam edeceği anlayışıdır. Hatta bu durum genç kızlardan daha fazla annelerinde yaşanırdı. Yani iki samimi yetişkin birey birbirlerine “ahretlik” tanımı yapar, her tür sırlarını birbirlerine aktarmayı doğru bulurlardı. 

Özellikle ergenlik yaşlarının ilk dönemlerinde ortaya çıkan kan kardeşliğine olan bağlılık son derece yüksek değerde, heyecanlı ve coşkulu olur; neredeyse zirve yapar; ancak yıllar geçtikçe hayatın gerçekleri kişileri başka türlü sorumluklara savurmaya başlayınca kan kardeşleri de zorlu bir hayatın karşısında eğilip bükülmeye başlarlar. Bu da kan kardeşliğin asaletli manzarasını siler, tarihin silik yaprakları arasına doğru üflerdi. 

Aynı durum ahret kardeşliğinde de görülürdü. Zaten kadınların aile dışında toplumsal yaşamları sınırlıydı; çoğunluk ev kadınıydı ve çalışma hayatı içinde olanların da tam ekonomik bağımsızlığı söz konusu değildi... Evde her zaman koca evin patronu sayılır, kadın sadece kurmay görevini ifa ederdi. Hal böyleyken ahret kardeşliğinin sorumluluğu da kişilerin birbirlerini teselli etmekten öteye gitmeyen davranışlar olarak kalır, mümkün olduğu kadar iyi günlerde biri diğerine muhakkak destek çıkar ve yanında kalmaya çalışırdı. 

Bir diğer yürek bağlayıcı manevi harekât “süt kardeşliği” yönteminde yaşanırdı. Bu kardeşlik ise hem kan kardeşliğinden hem de ahret kardeşliğinden başkaydı. Farkı da şundandı: İki kardeşlik biçimi iki arkadaşın gönüllü rızasına bağlıyken süt kardeşliği iki kişinin inisiyatifi dışında, zorunluluk muhasebesiyle gelişirdi. Aynı annenin sütünü emmiş çocuklar arasında yaşanırdı. Bazı durumlarda doğum yapan anne hayatını kaybeder, bebeğine yeni doğum yapmış bir başka anne sahip çıkardı. Bir şekilde sütü kesilen annenin imdadına yetişen bir başka anne adayı bebekleri emzirirken, iki bebek arasında süt kardeşliği akdini de beyan etmiş olurdu. Bazı küçük kentlerde veya köylerde birbirine çok içli dışlı arkadaş olan anne adayları, yakın bir tarihte doğum yapmış olurlar, çocuklarının sütkardeş olmalarını isterler ve birbirlerinin bebeklerini de emzirirlerdi... Bu ilişkiden fazla bir samimi bir arkadaşlık beklenmese de kardeşliğe yakın bir bağ beklenirdi. Yani süt kardeşliğine ya anneler karar verir ya da hayat zorlardı... 

Hangi “kardeşlik” yönteminden geçerse geçsin tüm samimi arkadaşlıklar kardeş niteliğindedir ve bir kardeşten farklı düşünülmemektedir. Bu arkadaşları birbirine bağlayan kuvvetli manevi bağlar yetmişli yılların sonuna kadar sürmüştür diyebiliriz. Arkadaşsız evden dışarıya adım atılmaz, maçlar arkadaşlarla yapılır, tüm oyunlar arkadaşlar ile paylaşılır, çarşıya, sinemaya, tiyatroya arkadaş ile gidilir, aşklar birlikte paylaşılır, aşk acıları birlikte yaşanır, arkadaşın omzunda ağlanır, sırların en gizemlisi bile arkadaşa açılır, karşılıklı sevgi ve saygı her fırsatta dile getirilirdi... İçten vefakârlıklar asla bir gecede silinmez en zor şartlarda bile yaşatılması için mücadele edilirdi. Bunun için belki bir mektup, belki bir kartpostal, belki de bir jetonluk telefon işe yarayabilirdi. Mesele kişilerin en güç anlarında arkadaşlarının yanlarında oldukları duygusunu verebilmeleriydi... Ortak yaşanmış anıların, birlikte sevinilen ve birlikte kederlenilen günlerin bir çırpıda silinmesi mümkün değildi... Bu ve benzeri sezgiler arkadaşlık bağlarını her zaman kuvvetli kılmaya yetiyordu... 

İşte böyleymiş bir zamanlar... Miş... Mış... Almancada “Lümpen” sözcüğü “paçavra” ya da “döküntü” anlamına geliyor. Bilimsel sosyalizmin babası, Karl Marx, 19’uncu yüzyılda hızla sanayileşen Avrupa ülkelerindeki sosyal sınıfları tanımlarken işçi sınıfının altındaki düzensiz bir yaşam süren, günü birlik yaşayan, başıbozuk, bilinçsiz kesime, “Lümpen” sözcüğünden yararlanarak “Lumpen proletariat” adını vermiştir... Bu sözcükten yola çıkarak tanık olduğumuz sosyal davranış bozukluklarına “lümpenlik” deniliyor... 

Bir türlü paçavralaşan bir kütleden söz ediliyor... Geldiğimiz noktada, ne var ki, yaşanan paçavralaşma yürekten dostlukların da yozlaştığı bir ruh halidir. Paçavralaşan, döküntüleşen, paçozlaşan sefil kesim büyük bir hızla büyüyüp yaygınlaşıyor ve insan o eski dostlukları ister istemez arıyor... Sığınacak bir dost, sarılacak bir dost gerçekten kalmadı mı?..

Şimdi karşımızda yeni bir “ada” var... Bu yeni ADA’nın bir köşesinde ikamet ederken, niye o eski ütopyanın peşine düşmeyelim ki? Ben şahsen nicedir şu eski mahalleme, doğup büyüdüğüm Kazasker Şakacı Sokak ve çevre semtlerine kadar uzanan hikâyeleri dillendirirken beni mıknatıs gibi çeken o tazyikli düğmeye bastığımı düşünüyor ve Miş-Mış mitosunun yaratıcılığında bir pupa yelkeni şişirdiğimi varsayıyorum... Her satırda unuttuğumuz o düşler ülkesine doğru kürek çekiyorum yeniden... İnsanların birbirlerini yiyecekmiş gibi saldırgan bakışlarını yırtarak, nefreti, kıskançlığı, birbirleriyle ölümüne girdikleri bireysel ama o denli tutarsız “idrar yarışını” çiğneyerek, yüreksiz ve içten olmayan dostluklardan kaçarak eşitliğin, mutluluğun, sevginin kara parçasına doğru yelken açıyorum... Biliyorum ki maziye dönüş yapan bu nostaljik yol meşakkatlidir, zordur... 

Hele bir de oranın adı Şakacı Sokak ise!!! 

Oraya ulaşmak için önce düş kurmak gerekir... Ve okyanusa açılmak gerekir... Açık denizler hangi zaman risk taşımamıştır ki? Her zaman belâ kaynar… Ama unutulmaması gereken: Ütopistler ölümlü de olsalar, “Ütopya”lar her zaman yüreklerdedir... Ölümsüzdürler... Benim dostluğumun ömrü de yüreğim kadardır. Ya sizinki?

Bir kıvılcım düşer önce, büyür yavaş yavaş

Bir bakarsın volkan olmuş, yanmışsın arkadaş

Dolduramaz boşluğunu ne ana ne gardaş

Bu en güzel, bu en sıcak duygudur arkadaş

Ortak olmak her sevince, her derde, kedere

Ve yürümek ömür boyu, beraberce, el ele

Olmasın hiç o ta içten gülen gözlerde yaş

Bir gün gelip, ayrılsak bile seninle arkadaş

(Yollarımız ayrılsa bile seninle arkadaş)

Evet arkadaş; kim olduğumu, ne olduğumu

Nerden gelip, nereye gittiğimi sen öğrettin bana

Elimden tutup, karanlıktan aydınlığa sen çıkardın

Bana yürümeyi öğrettin yeniden

El ele ve daima ileriye

Bir gün.

Bir gün birbirimizden ayrı düşsek bile

Biliyorum, hiçbir zaman ayrı değil yollarımız

Ve aynı yolda yürüdükçe

Gün gelir ellerimiz yine dostça birleşir

Ayrılsak bile kopamayız 

          [Yılmaz Güney,“Arkadaş”.] 

[📷 Pire🚲 ile eski mahalleme doğru pedallarken, Ayşe Kadın, (Temmuz 2017).] 

Seref Sayman

Babaeski, Ekim 2018 -Eylül 2020   

[📷 Aaaa, bugün benim doğum günümmüşşşşş!!! Babaeski, (14 Şubat 2020).] 

(*) Önceki Makale: Ateşle Barutun Ardından Sıcak Külleri Kaldı

(*) Sonraki Makale: Vay Anasını Sayın Seyirciler! 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***