Tren Gelir Çuf Çuf, Vapur Gelir Dumanı Tüte Tüte


Kadıköy iskelesine yanaşan eski vapurlar...

VEDA PARODİSİ 

Yetmişlerin sonlarına doğru, genelde Şakacı Sokak’ı ama özelde Kazasker’i evimizin çatısına çıkıp, kiremitlerin ucundan seyrettiğim zaman, bu düşünce sık sık zihnime takılıyordu. (...) Bu sokak, bu mahalle, bu semt bir on yıl veya bir yirmi beş – otuz yıl içinde ne olacak? Ne yazık! Güzellik medeniyete kurban gitmiş olacak. Gelecekteki sokağım, mahallem, doğup büyüdüğüm ve gençliğimi yaşadığım bu semtim, korkunç ve gamlı haşmetiyle dünyanın en güler yüzlü Körler Şehri’nin harabeleri üzerinde yükselecek İstanbul’un varoşlardan merkeze büyüyen çarpık kentleşmesini görür gibi oluyorum. Artık kuşkum yok. Çok değişecek buralar. Erenköy, Erenköy gibi kalmayacak. Kozyatağı, Kozyatağı gibi kalmayacak. Bağdat Caddesi de bizlere ömür olacak. Ne Kadıköy’ü Kadıköy, Göztepe’si Göztepe, Suadiye’si Suadiye, ne de Bostancı’sı Bostancı gibi kalacak. Küçükyalı’yı, Maltepe’yi, Kartal’ı düşünmek bile istemiyorum.

Tepeler düzleştirilecek, korular yerle bir edilecek, rengârenk küçük evler, köşkler, yıkılacak... ufuk, koynundan binlerce kocaman gökdelenlerin,  suratsız apartmanların kalorifer bacasının ve mezar şeklindeki kule çatısının yükseldiği, ağaçların yerine otoparklar, işyeri, ofis, rezidans dizileriyle her taraftan kesilecek... uzun, dümdüz, birbirine benzer sokaklar Şakacı Sokak’ımı, Kazasker’imi ve diğer bütün sevdiğim yakın mahalleleri birbirine paralel kocaman (belki de gereksiz daracık) yollara ayıracak... elektrik ve telefon telleri gürültülü sokağın damlarının üzerine büyük bir örümcek ağı gibi iç içe geçecek... Şakacı Sokak’ın üstünde kaldırımlara çıkmış otolar, Bağdat Caddesi’nin üstünde siyah bir silindir şapka ve bere şeklinden başka bir şey görülmeyecek... esrarlı Kozyatağı tıpkı İçerenköy mezarlığını andıran bir apartmanlar yığışımı, Erenköy, Suadiye ve Bostancı birer hapishane olarak görülecek... her şey sağlam, geometrik, faydalı, gümüşi ve kasvet verici olacak... 

[📷 Londra Günlüklerim, Piccadily Circus, Londra, (Eylül 1979).] 

Evet; uzun bir ara oldu... “Şakacı Sokak” dizisi yazılarıma biraz ara verdim. Ama bunun açıklayıcı bir nedeni var elbet. Yazdan beri süren hummalı bir aktivite programı: Muğla Dalyan’da buluşmalar, İngiltere yolculuğu, sonra yine Dalyan’da zeytin toplama mevsimi, hasat faaliyetlerine katılım, derken kışa hazırlık amacıyla Saros’daki ev & bahçe düzenlemeleri, Babaeski’ye geçiş ve elbette bisikletim Pire🚲 ile görülmedik turlamalar. 

[📷 ‘New Year’, Babaeski, (Ocak 2020).] 

Şimdi geldik 2020’e... Yeni yılın gündüzündeyiz...

Sanki değişim rüzgârlarıyla uyandım bu sabah ben... 

Bu yıldan itibaren, siz Şakacı Sokak okurlarını, izleyicilerini uzun bir yolculuğa çıkarıyorum... Zira bu yepisyeni yıla hem “gEZENTİ bİSİKLET”in hem de eski ŞAKACI SOKAK’ın yayım politikalarında bazı değişiklikler yaparak girmek istiyorum. 

Her ne olursa olsun, yayın alışkanlıklarını da arada sırada değiştirmekte yarar var. Zira görüyorum ki edindiğim alışkanlıklar bir yandan çalışkanlığımı garantilerken yaratıcılığımı da ufak ufak kemiriyor. Farklı bir yaklaşımın bunun için elzem olduğunu fark ediyorum... 

Değişim, büyülü sözcük. 

[📷 Saros Körfezi, (Kasım 2019).] 

Hayatımı değiştiren olaylar, insanlar, durumlar gerçekte beni ne kadar değiştiriyor? En temelden bakınca, bedenimin değişimini düşününce soru daha da ilginç hale geliyor. Kemiklerim haricindeki dokuları oluşturan hücrelerimin ömrü bedenimin ömründen çok daha kısa. Yaklaşık on yılda bir hücrelerin öldüğünü, yerlerini yenilerine bıraktıklarını varsayarsak: Yirmi yaşımdaki halim ile otuz, kırk ya da elli yaşımdaki halim arasında çok dramatik bir fark var. Bir değişim paradoksudur bu... 

Tıpkı Murat Gülsoy’un başkalaşım antimonisine verdiği örnekteki gibi: “Atina’nın kurucu krallarından efsanevi kişilik Theseus’un Girit’ten eve döndüğü gemisi bir kaç yüz yıl boyunca limanda saygıyla korunur. Bu otuz kürekli gemi elbette zaman içinde eskir; ama bir yandan da onarımı ve bakımı yapılır. Eskiyen tahtalar yenileriyle değiştirilir. Aradan o kadar uzun zaman geçer ki geminin ilk halinde kullanılmış olan tüm parçalar değiştirilmiş olur. Şimdi soru şudur: Bu gemi halen Theseus’u Girit’ten getiren gemi midir? Yüzyıllardır bağlı olduğu limandan bir yere ayrılmamış olan bu geminin hiçbir parçası o yolculuğa katılmamıştır. Ama bir yandan da gemi bir bütün halinde orada durmaktadır. Eğer artık bu geminin Theseus’un gemisi olmadığını kabul edeceksek, dönüşümün başlangıcını nasıl belirleyeceğiz? Yüzde elli biri değiştiği zaman mı Theseus’un gemisi olmaktan çıkmıştır? Yüzde yetmiş? Seksen? Yoksa bazı temel parçalardan söz etmek mümkün müdür: geminin omurgası ya da kaptan köşkü gibi, onlar değiştiğinde mi gemi başka bir gemiye dönüşmüş olur? Yoksa hiç değişmediğini söylemek mümkün mü: Theseus’un gemisi bir düşüncedir, tek tek onu oluşturan malzemelerin toplamından ibaret değildir; bu cümleyi hiç zorlanmadan kurabilir miyiz? Kurarsak idealizmin yumuşak âleminde yolumuzu kaybeder miyiz? 

[📷 Karaağaç, Edirne, (Ocak 2020).] 

Bugün yeni yılın ilk günü. Ve bu yeni dönemde yine mazinin düşleri ile açılışı yapıyorum. 

Ancak bir önceki yazımda ithafta bulunduğum gibi yine bir itirafta bulunmadan edemeyeceğim. 

Bu yeni yıla girdiğimiz şu saatlerde bile eskiden olduğu gibi, sıcak dostlukların müstakbel manalarla zengin ve taşkın halini ben artık göremiyorum. Zira geleceğin gönençli vaatleri benim için artık parıldamıyor. Kim bilir belki bunda benim de çok hatalarım vardır. Ama hatıratlar yalnızlığı seviyor. Yalnızlığı istiyor, onu teşvik ediyor. Ve fakat günümüzün yapmacıklı dostlukları yerine eskiden gördüğüm kalpten muhatapları hatırlasam... Bir füsun dünyasında güya ben de “Açıl Susam!” desem ve sözüm tesirini göstermiş gibi bütün bir ihtişam ortamının tılsımlı kapılarını açsam ve altın hatıralar, geçmişte olduğu gibi, tekrar yarınların dolgun, taşkın manalarıyla manevileşerek yeniden harikulade kıymetlerle parıldamaya başlasa... 

Bugün gördüklerime değil, hatırımda kalan o sihirli hatıralara baksam, onların yine iri güller gibi açılmış, yerli yerinde, müşfik ve ah! o kadar muhabbetli o eski yüzleriyle parıldadıklarını görsem... 

Mazinin bir mucizesiyle, yazdıklarım bugün gördüklerim değil, ama kimi zaman yakınlarıma danışıp onlardan duyduğum (ki benden öncesine ait dönemi aktarabilmek için geçirdiğim süreçtir), kimi zaman benim hatırladığım anılar oluyor. Onlar, işte hâlâ bugüne kadar yazdıklarım gibidir! 

[📷 Eniştem İbrahim Özgen ile vapurda, İstanbul, Aralık 2018).] 

Peki, bu paradoksu kendime uyguladığım zaman nasıl bir sonuca varıyorum? 

Bedenimin zamana göre değiştiği çok açık, ama bu olguya bir de toplumsal yönden bakalım: Çevremdeki insanların benliğim üzerinde belirleyici etkilere sahip olduğunu yadsıyamam (onlardan feyz aldığım sürece), bu şahsiyetlerin ne kadarı değiştiğinde ben ben olmaktan çıkıyor başka birine dönüşüyorum? 

[📷 Şehir Hatları Vapuru, İstanbul, (Aralık 2018).] 

Ben de Theseus’un gemisini gemi olarak tutan o “gemi düşüncesi” gibi bir ilkeye göre mi seçiyorum çevremi? Kim bilir, belki… Belki de o yüzden hep benzer hataları yapıyorum, kendimce belirlediğim şu biteviye yazgımdan kaçamıyorum. Olabilir. Ama bir de belleğim var; hem benliğimin şahane garantisi hem de kimi zaman en güvenilmez dilbazı. İşler git gide ilginç bir hal alıyor: Her hatırlayışta değişen dinamik bir süreç bellek dediğim şey. Bu yüzden de unuttukça yok olduğum hissine kapılıyorum, nefesim tıkanıyor, astımlıya benzer halde yavaş yavaş soluyorum, kendim olmaktan çıkıyorum. En sonunda tane tane çocukluk, gençlik anıları kalıyor geride. Enteresan hüzünlü bir son. Yine de can alıcı soru yanıtını bekliyor: Ben ne zaman ben olmaktan çıkıyorum, başka birine dönüşüyorum? 

Şimdi, yeni dönemde izleyeceğim yayın politikasına ilişkin birtakım ipuçlarını vereyim. 

ŞAKACI SOKAK eskileri bugüne taşıyor 

[📷 Şakacı Sokak, (Aralık 2018).] 

Şu vaziyette tasarımını yapmaktan sakındığım ve uzak kaldığım iki dönem var: 2000 ile başlayan seneler abidesi. Hiç dokunmayı düşünmediğim zaman dilimi ise 2020’li yıllar. Sebebini sormayın. Henüz söylemeyeceğim! Eğer bu dizi uzun ömürlülüğünü korur ve devam ederse... Vakti gelince... 

Ayrıca tasarım deyip de geçmeyin. Acayip ömürlük bir mesai... İştigal, etüt, inceleme, araştırma faaliyetleri... Yoğun emek... 

Bir günde ya da on saatte herhangi bir makalenin ilk taslağını yazmak kulağa ilginç bir yazı deneyi gibi gelebilir. Farklı yazma süreçlerinden, çeşitli deneyselliklerden geçerek bu sonuca ulaştığıma inanıyorum. Elbette herkesin faklı bir biçimi olabilir. Benim bu diziyi (Şakacı Sokak) yazma sürecim ise çok uzun bir ön çalışmayla başlıyor. En fazla zevk aldığım kısım da budur aslında. Yazacağım anı-yaşam makaleleriyle ilgili veri, fotoğraf, türlü kupür toplamak, sonra hayal kurmak, planlar yapmak, farklı olay örgüleri düşünmek, ana/yardımcı karakterler hakkında bolca notlar almak...

Ardından tüm bu hazırlıkların tamamlandığına kani olup yola çıkarım. Bu da duruma göre bazen birkaç haftayı, bazen birkaç ayı ve hatta bazen yılı bulan bir süreç. 

Yukarıda sözünü ettiğim dört ayrı tarihsel dönemin tüm ön hazırlıkları ve materyalleri hemen hemen tamamlanmış durumda. Şu an’a kadar olan bu! 1963 öncesi (ki yaklaşık bir 90 yılı anlatıyor), 1963-1969, 1970-1979 ve 1980-1989. 

Yani anlayacağınız, 1990’lar duvar panomda sırasını sabırsızlıkla bekliyor. 

Hele iş şu yazma sürecine gelince; işte o hem en kolay, hem en zor olanı.  Kolay, çünkü tüm materyaller hazır bekliyor. Zor, çünkü yazmak için en iyi en elverişli ortamın sağlanması gerekiyor. Bu ikincisi nedense hep türlü engellerle karşılaşıyor. 

[📷 Yapıtaş Sitesi, Şakacı Sokak, (Ağustos 2010).] 

Kendi zevkime uyarak, bir eski zaman nakkaşı gibi, bu sahifeler üstüne eğilmiş, hafızamda yaşayan renkleri ve şekilleri bu kâğıtlara hak etmeye, sesleri ve sözleri bu yazılardan duyurmaya çalışmakla ne kadar iyi ettiğimi anlıyorum. Zira, onların bende hâlâ süren bir varlıklarına, tabii ve maddi şeylerde görülen kati bir samimiyetle, delalet etmekle bir nevi hayatın devamına yardım gibi kutsi bir vazife ifa ettiğimi duyuyorum. (*) 

(*) Abdülhak Şinasi Hisar, “Boğaziçi Mehtapları”, YKY Yayınları, 9. Baskı, Mart 2013, s.184-185 

Sonuç olarak, Şakacı Sokak anı-yaşam makalesinin her biri yaklaşık bir hafta içinde tamamlanıyor ama birbirinin içinde eriyen durumlar olduğu için sınır çizgisi çizmek zor. Kimi zaman da o güçlü yolculuktan eli boş dönebiliyorum. 

Yani yazdıklarımı beğenmediğimde, bilgisayar belleğinin en dibine fırlatıp atıyorum. Sonra gel-git kavgası başlıyor. Bu oyunun kazananı her zaman “haybeye geçen zaman” oluyor. (Eskiden mürekkeple kâğıt üzerinde karaladığım zamanları hatırlıyorum da odamın bir köşesi kıvırıp yuvarladığım ve çöp haline getirdiğim kâğıt yığınından geçilmez olurdu. Şimdi iyi ki şu yeni icat alet var da bas sil tuşuna, yok olmadı al geri, kopyala-yapıştır, oh ne güzel dünya be!) 

Durakladıysan, silkin ve yoluna devam et!

Yerdeysen ayağa kalk!

Her neredeysen ortaya çık ve buradayım de.

Hayat varlığının kanıtını istiyorken her nefes alışında,

“beni bu el de pas geçin” serzenişlerin eninde sonunda sana patlıyor!

Sana patlıyor be adam… Ne olursa sana oluyor işte… 

19. Yüzyılda Boğaziçi, İstanbul.

ANADOLU YAKASI’nın VAPURLARI, TRENLERİ 

Şimdi; bir önceki makalede kaldığım yerden devam edebilirim...

1850’li ve 1870’li yıllar İstanbul ile Anadolu yakasını birbirine yakınlaştıran, bir diğer ifadeyle “Kıtaların” birbirini tanıma, anlama ve kaynaşma yıllarıdır. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına denk düşen bu farklı zaman diliminde iki temel ulaşım networkü, yani denizyolu ve demiryolu taşımacılığı sanki felsefede aydınlanma çağının ışık kaynağı gibi. Bu ışıltı İstanbul halkı üzerine göz kamaştırıcı şuasıyla birlikte konar. İlk flaş denizden gelir. Ama önce bir işletme kurulmalıdır. Tanzimat hareketinin önde gelen kişisi ve beş kez sadrazamlık yapmış olan Mustafa Reşit Paşa’yı iki Osmanlı aydını ziyaret eder. Biri Sadaret müsteşarı ve sonra sadrazam olan Keçecizade Fuat Paşa, diğeri ise Cevdet Paşa’dır. Marmara’nın ve Boğaz’ın mavi sularında seyredecek bir ulaşım hizmeti için şirket kurulmasını “akıllı uslu” bir biçimde anlatan bu iki kafadar Mustafa Reşit Paşa’yı ikna ederler. 

[📷 Galata, Galata Köprüsü, Vapurlar & Tarihi Yarımada, (Nostalji Arşivimden).] 

Dönemin padişahı Abdülmecit emriyle Mustafa Reşit Paşa, “Şirket-i Hayriye”nin kurulmasına dair 15 Ocak 1851 tarihinde bir ferman çıkarır. Kuruluşu tamamlanan şirketin vasıtasıyla Boğaziçi’nde iskeleler inşa edilir ve hizmete açılır. İnsanlar kıyılarda, çayhanelerde, konaklardadır artık. İstanbul halkı Üsküdar ve Boğaziçi’ne taşınır. Yaz kış oturmalar başlar. İstanbul’un merkezi ile yaşanan toplumsal ve iktisadi bağlar gitgide sıklaşınca, Anadolu Yakası da göç almalara kucağını açar, nüfus peyderpey artar, elbet mahalle ve konut sayısı da çoğalır. 

[📷 Moda İskelesi, bir zamanlar, (Nostalji Arşivimden).] 

Sermet Muhtar Alus, bu gelişmeye dair duyduğu heyecanını şu satırlarla paylaşır: 

Kendimi bildim bileli bu Anadolu sahilindeki iskelelere vapur işler. Köprü’den, alaturka galiba on buçukta kalkan 17 numaralı Şahin vapuru, tıpkı şimdikiler gibi, Moda’dan başlayarak, Kalamış’a, Caddebostanı’na, Bostancı’ya, uğrayıp Adalar’a giderdi... Köşkleri sahile civar olanlar, hatta olmayıp da deniz keyfi sürmek isteyen beyler, paşalar, bu vapura rağbet ederler, Kalamış’la Fenerbahçe arasına, yazlığa çıkan ecnebilerle tatlı su Frenkleri de, gemiyi hıncahınç doldururlardı... Amanın efendim, o ne madamlar, ne matmazellerdi! Arkalarda, tiril tiril markizetten ince krepdöşinden renk renk ketenden elbiseler. Kollar açık, göğüsler dekolte, bacaklar meydanda. Saçlar alaca alaca dağılmış, yüzleri pençe pençe kızarmış, tenleri dalga dalga pembelenmiş. O günlerde, bunları rüyada görene ne mutlu... Püfür püfür esen güvertede, ayağı ayağın üzerine attılar mı etrafındakilerde ne bet kalır ne beniz; ne derman kalır ne iman. Atalar sözünün unutmayalım. En koyu mutaassıplar bile ‘güzele bakmak sevaptır’ rey-i rezininde (sağlam düşünce) bulunmuşlar. Eminim ki dünya yüzünde, çeşmiçerezin (gözle bakmanın) haram olduğunu iddia edecek ne bir kimse gelmiştir, ne de gelecektir. Bu işe o zaman da cevaz (izin) verilir ve boyuna sevaba girilirdi. 

[📷 Suadiye’den geçen demiryolu, 1936, (Nostalji Arşivimden).] 

Vapur seferlerinin ardından 1870’li yıllara gelindiğinde deniz ulaşımına kardeş yeni bir ulaşım yani trenle seyahat gündemdedir artık. Osmanlı hükümeti daha önce Almanların sorumluluğunda Rumeli’de bir demiryolu hattı kurmuştur. Şimdi de Bağdat’a kadar uzanacak rayların döşenmesi için çalışmaları başlatır. Ancak bu kez adımları biraz daha dikkatli atacaktır. Çünkü Sultan Abdülaziz, Rumeli hattını yapan Almanlardan memnun kalmamıştır. İstanbul-Bağdat hattını bu defa devlet eliyle yapmaya karar verir. Keşif çalışmaları hemen başlar. Taslaklar, projeler, planlar, haritalar, anlaşmalar derken işler “rayına” oturur. Yapılan ilk keşif güzergâhı 75 km olarak belirlenir fakat yapılan bazı teknik hatalar, eksik hesaplar derken hattın uzunluğu 90 km’ye çıkartılır. 

[📷 Haydarpaşa-Pendik hattında çalışan Banliyö Trenleri, (Nostalji Arşivimden).] 

Banliyö trenleri Haydarpaşa’dan start alacak, son durak ise Pendik olacaktır. 

Ancak bu hat arasına yapılacak tren istasyonları arasında ne Erenköy ne de Suadiye istasyonları vardır. Haydarpaşa ile İzmit arasındaki demiryolu güzergâhı Pendik’e kadar tek hat olarak inşa edilmeye başlanır. Haydarpaşa tarafından 4 Ağustos 1871’de, İzmit’ten de 7 Ağustos 1871’de kazma sesleri gelir. 1873 yılına gelindiğinde de kazmalar yerini kırmızı kurdeleye bırakır. Böylelikle tren seferleri başlar. Bu arada Haydarpaşa Garı’nın atası da diyebileceğimiz bir istasyon binası da Haydarpaşa Çayırı’nda inşa edilir. 

[📷 Göztepe Tren İstasyonu, (Nostalji Arşivimden).] 

Mevcut demiryolu hattı geçtiği yerlere canlılık getirmekte gecikmez. Haydarpaşa’dan hareketle tren yolu üzerinde kurulan istasyon ve durakların çevresinde Kızıltoprak, Kalamış, Fenerbahçe, Feneryolu olmak üzere Göztepe, Erenköy, Bostancı ve Pendik’te de göreceli bir kıpırdanma başlar. Oysaki bu kıpırtılar Şakacı Sokak’ın gözdelerinden Suadiye’ye yarar getirmez. Suadiye de Suadiye olmayınca, Şakacı Sokak aynada Kozyatağı’nı, Erenköy’ü ve hatta İçerenköy’ü görür bir şerit halinde... 

[📷 Erenköy Tren İstasyonu, (Aralık 2018).] 

Açılan Haydarpaşa-İzmit tren yolu hattı Erenköy’e vardığında Telli Kavak kesiminden geniş bir yay çizerek Bostancı’ya uzanır. 

[📷 Bostancı Tren İstasyonu, (Aralık 2018).] 

Sonraki Cumhuriyet yıllar içinde Bostancı’ya ruh katan en önemli yapı hiç şüphe yok ki tren istasyonudur. Tren, Bostancı için büyük anlamlar taşır. Haydarpaşa’dan sonra, İstanbul’a veda edilirken uğranan en önemli istasyondur. Şehirlerarası trenler her istasyonda durmazlar. Fakat Bostancı’da muhakkak dururlar. Bu özellik Bostancı’nın önemli bir merkez ve kavşak olmasında büyük rol oynamıştır. 

Açılan yeni hattın on beş yıl sonrası... İzmit’e kadar gelen ve devamı getirilemeyen demiryolu hattının uzatılması çalışmalarına başlanır. 1880 yılında İngilizlerle yirmi yıllık bir kira sözleşmesi yapılır ama uzun sürmez. Devreye kurnaz Almanlar girecektir. Osmanlı Devleti, dönemin siyasi ve ekonomik koşullarına bağlı olarak 4 Ekim 1888 tarihinde Prusyalı Banker Alfred Kaulla ile bir anlaşma yapar ve imtiyaz hakkını Alman sermayesine verir. Böylelikle demiryolu inşaatlarında İngilizler, Osmanlı İmparatorluğu için bir alternatif olmaktan çıkar 99 yıllığına İzmit demiryolunun işletmesini alan Almanlarla anlaşma yapılır. 

[📷 Suadiye Tren İstasyonu, (Aralık 2018).] 

Anlaşma metninde yer alan “Mevcut hakların elden geçirilmesi” maddesi ise bizim Suadiye’nin karanlık civarını aydınlatacaktır. Bu ‘emendation’ yani tadil maddesi Suadiye’nin “makûs” talihine son verecek bir kurtarıcı gibidir adeta. 24 Mart 1889 tarihinde kurulan Anadolu-Osmanlı Demiryolu Şirketi Haydarpaşa-Ankara hattının inşaat ve işletme hakkını alarak 1892 yılında demiryolunu Ankara’ya kadar uzatır... 

[📷 Saros Körfezi, Koruköy, (Kasım 2019).] 

gEZENTİ bİSİKLET”in gizemli gecelerinde dolaşıyorum ben de. Dudaklarına koyu renklerin gölgesi düşmüş kadınlar isyancı bir tutkuyla söylencelere adlarını yazdırıyor. Dikenli bir acıyı duyuyorlar besbelli! Tam o sırada Rumeli’nin, Anadolu’nun üzerinden siyah yüklü bulutlar İstanbul’un üzerine doğru yürümeye başlıyor. Ellerim şakaklarımda seyrediyorum. Kendimi, Puşkin’in ıssızlık ve karanlık arasında kalan sürgünlük günlerinde hissediyorum. Ben Saros’un ve körfezin gönüllü sürgünüyüm! 

Abartmıyorum ama son dört yıldır yazdığım iki binin üzerinde makaleyi kendi blog sitemde gıdım gıdım yayıma hazırlıyorum. Ama yolun henüz yarısı bile değil. Topu topu bir çeyrek yol almışım. Yani yazmak eylemi bitmedi, coşku içinde sürüyor. 

Şakacı Sokak gezi-anı-yaşam hatıratları geleceğin tomurcuk Sayman, Mumcuları & Akbil familyaları için bir başucu kitabı gibi! Hayatımın değişik zamanlarının muhtelif merkezlerinde yer almış türlü kişiler için de roman tadında okuyabilecekleri bir kadim tandırname! 

[📷 Sayman, Özgen, Kahraman & Tezel aileleri bir arada çay-pasta şöleninde, Soldan sağa: Hayrünisa ablam; Özlen ablam (annemin Gülsüm halasının kızı, yani kuzeni); malum Bendeniz; Emine ablam (Özlen ablanın kardeşi İhsan ağabeyin eşi); İbrahim eniştem & Hayrettin ağabeyim; Çengelköy, (Aralık 2018).] 

Bu yıldan itibaren, siz “gEZENTİ bİSİKLET” okurlarını, izleyicilerini Şakacı Sokak dünyasında gani gani gezinirken kimi zaman da, farklı aralıklarla, uzun ve heyecanlı bir takım yolculuklara çıkaracağım... Sergevil’in mercan kayalıklarından, Rumeli’nin balta girmemiş deli ormanlarına, Merdivenköy saltanatından Kazasker bağlarına, Hadımköy’den Mecidiyeköy’e, Çilingir’den Karagümrük’e, Şakacı Sokak’ın bahçeli evlerinden, Londra’nın “ışık sahili”ne, Paris’ten Tamworth’a... Kimi yerde tarihsel bir destan, kimi yerde kurgu dünyasının öykülü anlatısı... Şiirsel bir dil! 

Puşkin yaşam haritam olmuştu gençlik yıllarımda. Tarihe, siyasete, Marksizm’e duyduğum rasyonel merakım da gençlik yıllarımda başlamıştı. İnsanın sevdikleriyle yüz elli yıla yakın bir tarih yolculuğuna çıkması çok şey öğretiyor insana hangi yaşta olursak olalım. Hatıratlarım serisinin omurgası 1876 yılı ile başlıyor: Köklerim ile... Zaman zaman bunun öncesine de şöyle bir kapıdan uğruyor ve içeriye: “Ne var ne yok?” diye soruyorum. Abdülmecit’ten Abdülhamit’e, İttihat Terakki’den Mustafa Kemal’e, Mustafa Suphi’den Türkiye solunun değişik katmerli çizgilerine... Ve elbette hikâyelerin tam merkezinde: Saymanlar & Mumcular & Akbiller ile Şalvarlıoğulları familyalarının ilk kuşaklarından ikinciye, üçüncüye, dördüncüye vesaire... 

Şayet “gEZENTİ bİSİKLET”e uğrarsanız “Şakacı Sokak” dizisini mutlaka okuyun derim. Sadece bisikletli ve/veya gezgin anılarımı değil, gerçek yaşam kesitinden hikâyeleri de keyifle okuyacaksınız eminim. Alt tarafı bir semaver çaya, birkaç fincan kahveye, ya da ne bileyim bir kadeh kırmızı şaraba, bir koca bardak dolusu köpüklü biraya patlayacaktır... falan filan... 

[📷 Saros Körfezi, Koruköy, (Aralık 2019).] 

Hatıratlarım her dönemde aydınlığa ve bilimselliğe açılan pencereden ışık alarak hanelere giriyor, ayrılıklara, vedalaşmalara dem vuruyor, bireyleri özgürleştiriyor, temel yaşam biçimlerinin dışına çıkıyor, değişim ve dönüşümlere özen gösteriyor. 

Azoik defterime not düştüğüm bir şiirin dizelerini mırıldanıyorum: 

Bir yerde kalmıştık biz

Ama üstünden uzun zaman geçmiş

Her gün yeni bir şeyler giriyorsa insanın belleğine

İstiflenemiyorsa girdiler, gümrükte bekliyorsa çoğu

Nasıl hatırlasın bu curcuna da eskileri insan

Bir sevdası vardı ya

En altlarda kalan, çok nadir de olsa

Zihni çalkantılarda su yüzüne çıkan

Ve ancak çalkantıda gün yüzüne çıkan

Durulduğunda zihin geri batan

Orda mı kalmıştık yahu?

Nerden hatırlasın zamane insanı

Daha sabahın seherinde kalkıp

İşe gitmek, çocukları kaldırıp kahvaltı hazırlamak var

Nerde kalmıştık diyecek çok zaman var ne de olsa

Malum, insan ömrü çok fazla uzun

Yarın der nerde kalmıştık?

-Sanki ölümde kalmıştık 

Bütünüyle yenilenmiş tasarımıyla öne çıkacak “gEZENTİ bİSİKLET”e gelince... Bu yıldan itibaren geçmişte bir şekilde yayımlanmış makaleler, revize edilmiş genç köşelerinde gözden geçirilmiş ve güncellenmiş olarak yayım tarih sırasına göre tekrar yayınlanmaya başlıyor. Yani 2017’nin ilk günlerinden itibaren... 

Maziyi unutmamak adına...

Tekrar herkese mutlu yıllar diliyorum! 

[📷 Saros Körfezi, Koruköy, (Kasım 2019).] 

Seref Sayman

Saros Körfezi, Ekim 2018, Eylül 2020

 

(*) Önceki Makale: Osmanoğulları “Körler Ülkesi”nde

(*) Sonraki Makale: Şakacı Sokak, Şakacı Sokak Olana Kadar 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***