Trace Back to Past ~ Geçmişe Doğru

 

[📷 Annem Nevin & babam Nurettin, evimizin bahçesinde, Kazasker Şakacı Sokak, (1976).]

BAĞDAT YOLU’ndan ŞAKACI’ya 

60’lar ya da 70’ler... Naif, hızlı, canlı, tutkulu, enerjik ve çılgın... Türkiye’nin gerçek dinamiği ve gerçek tutkusu, kim ne derse desin, hep Kadıköy’den Bostancı’ya uzayıp giden Bağdat Caddesi’nden neşet etti. Tüm absürtlüğü, çocuksuluğu ve kabul edilmeziyle... Diğer muadilleri gibi Şakacı Sokak ise önce kendi dünyasında şakacı takılmayı sonraları ise Cadde’den yayılan bu iksirli havanın etkisiyle hızlı dönüşüme uğramayı seçti... Bunda elbette 50’lerde doğan çocukların büyüyüp ailelerine karşı ilk itirazlarını gerçekleştirmesinin payı vardı. Her neyse, tüm bu yaşanan ilkler, ve fakat gerçek ilkler, belki saçmaydı ama çok tatlıydı. Sadece o yıllar mı? Daha öncesi de var! 50’ler... 40’lar, 30’lar ve hatta 20’ler... Birinci Dünya Savaşı yılları ve Kadıköy yakasına, Bağdat Caddesi’ne, Şakacı Sokak ve onun yakın çevresine ilk ciddi varsıl yerleşimlerinin gerçekleştiği Sultan Hamit devri. Saraya yakın olmak isteyen uzak eyaletlerdeki güç sahipleri, zengin tacirler ve mangıra mangır demeyen görgülü görgüsüz parababalarının Anadolu yakasında konaklar yaptırmaya başlamaları... Ya da saray entrikaları, devlet baskısı ve jurnalizmden yılmış, merkezi otoriteden birazcık uzağa kaçmaya çabalayan kudret sahipleri... 

Tabii bunlardan çok öncesi de var... 

Sultan IV. Murat Han (1622-1640) dönemi... Padişahın Bağdat-Revan seferinden (1638-39) zaferle dönüşünde bölgenin ilk defa “Bağdat Yolu” adıyla anılması ve Ordu-yi Hümayun (Padişah Ordusu)’nun rahat intikal eylemesi için bu mecranın çeşmelerle, sebillerle donatılması... Hem de suları gürül gürül akan... Bugün maalesef tarihi değerlerimizi ayaklarımızın altına alıp bir güzel çiğnediğimiz, üzerlerinde doyasıya serbestçe tepindiğimiz, artık mevcut olmayan, Haydarpaşa’daki Ayrılık Çeşmesi, Söğütlüçeşme, Selamiçeşme, Çatalçeşme gibi... 

Ve tabii ki, en öncesindeyse buraların, Bizans’ın Anadolu’ya açılan KAPI’sı olması... 

[📷 Haydarpaşa Çayırı, (Nostalji Arşivimden).] 

Tarihsel kaynaklara göre ilk başta Bağdat Yolu şimdikinin aynı değilmiş. Ordu-yi Hümayun doğu seferleri için Haydarpaşa Çayırı’nda toplanırmış. Bağdat Yolu ise Üsküdar Meydanı’ndan başlayıp Karacaahmet Mezarlığı ve Haydarpaşa Çayırı üzerinden Bostancı Köprüsü’ne uzanırmış. Tabii, burada kastedilen Bostancı Köprüsü’nün, şimdiki, Ankara Asfaltı üzerindeki ünlü Bostancı Köprüsü olmadığını hemen anlamak gerekiyor. ;) Tarihsel olarak kastedilen köprü hâlihazırda Bostancı sahilde, meydan ile Kasaplar Çarşısı’nı birbirine bağlayan, bir başka deyişle de Kadıköy ilçesini Maltepe ilçesine bağlayan, Sinan devri mimari özellikleri yansıtan, harikulade taş işçiliğine sahip kemerli tarihi köprü. 

Ancak bu değerli köprünün çok güzel korunduğunu ve çevresindeki diğer tarihsel yadigârlarla birlikte geçmiş görkemli günlerin hatırasını yansıtacak bir şekilde muhafaza edildiğini söyleyebilmek olanaksız. 

[📷 Bir Zamanlar Çamaşırcı Deresi, Bostancı, (Nostalji Arşivimden).] 

Kadıköy ilçesini Maltepe ilçesinden ayıran sınırı çizen Çamaşırcı Deresi üzerindeki köprü belki berhava edilmemiş ama ne yazık ki ölümcül bir şekilde yalnızlaştırılmış. Çevresinde tarihsel dokuya ve maziye ait hiçbir şey bırakılmamış. Yine de bu kadarına da ‘eyvallah’ demek lazım. 

[📷 Çamaşırcı Deresi, Bostancı, (Aralık 2018).] 

[📷 Bir Zamanlar Bağdat Caddesi, (Nostalji Arşivimden).] 

Her ne kadar bizim bildiğimiz efsanevi Bağdat Caddesi resmi olarak Kızıltoprak’tan başlayarak Maltepe’ye kadar uzanıyorsa da Bostancı meydanındaki final noktasından sonraki bölümün anlatmaya çalıştığım ünlü ve “havalı” (!) Bağdat Caddesi ile hiçbir alakası olamayacak kadar önemsiz ve ruhsuz olduğunu söylemek zorundayım. Bu tamamen tarihsel gelişimden artakalan bir kentsel adlandırma. 

[📷 Bağdat Caddesi, Suadiye, (Aralık 2018).] 

Benim çocukluğumun, gençliğimin kült mekânı olarak adlandırdığım Bağdat Caddesi, boydan boya Kadıköy ilçesini kat eder. Hemen Kadıköy’ün merkezinin bitiminde Kızıltoprak’ta başlar, Kalamış, Feneryolu, Fenerbahçe, Göztepe, Caddebostan, Erenköy, Şaşkınbakkal, Çatalçeşme, Bostancı güzergâhı ile Anadolu sahiline paralel olarak uzanır. Bu caddeye ben çocukluğumda “Sosyete Caddesi” demeyi yeğlerdim, sınıf farkını gözetmeksizin. Belki de giyim kuşam, belki de hayat tarzına egemen davranış biçimleri bakımından. 

[📷 Bisikletle Doğduğum Yere Turu, Caddebostan Sahili, (Ağustos 2017).] 

Cadde’nin sahil tarafındaki kıyı şeridi en güzel manzaralardan birini teşkil eder. Karşı tarafta gözüken Prens Adaları inci gibi dizilmiş, sanki güzellik yarışması yapar gibidir. Arka planda hayal meyal seçilen Yalova, Çınarcık tepeleri, pırıl pırıl bir mavi deniz, kuğular gibi süzülen vapurlar, sandallar, deniz otobüsleri, hiçbir zaman eksik olmayan martı çığlıkları ve hiç abartmadan söyleyebilirim ki, dünyanın en güzel kadınlarının “promenat” yaptığı günbatımı saatleri... Bu güzelliği anlatmaya dolmakalemler muktedir değildir. Ressamın fırçası da. Gitmek ve yaşamak gerekir... 

Peki, Cadde neden Cadde’dir? 

[📷 Oral Sokak’tan Şakacı Sokak’a, (Aralık 2018).] 

Bunun yanıtı lodoslar altında bin bir devran yaşamış ve asla neşesinden, esrikliğinden, savrukluk ve aymazlığından ve dahi çılgınlığından geri adım atmamış bu zengin sosyete mahallesinin doğal güzelliğindendir. İyi ki Cadde vardır, var olmuştur ve orasından burasından, kıyısından köşesinden Şakacı Sokak’a da bulaşmış, onun şakacı çatısına tutkal gibi yapışmış, ortaya hiç kimsenin kolay anlayamayacağı bir sentez çıkarmıştır. Şakacı Sokak sakinleri, Erenköy’ün kayırıcılığına, Kozyatağı’nın inzivasına, Küçükyalı’nın kaypaklığına, İçerenköy’ün içten pazarlıklığına sırtını dönmüş, yüzünü ebediyen Bağdat Caddesi’nin ‘eğlendirici’ mizansenine çevirmiştir. Ne de olsa Şakacı Sokak’ın “şakacı” mizacını, nüktedan üstyapısını ancak böyle bir Cadde kaldırabilir, onu en iyi o anlayabilirdi. 

[📷 Eligüller’in Eski Bahçesinde, Soldan sağa: Rana Eligül, Tahsin Eligül, kucağında oğlu Enis Eligül & çocukluk arkadaşım Siyami Eligül, (1970’ler).] 

Nasıl ki bahçeli evlerde yaşayan Şakacılı insan suretlerinin yaşam güçleri o sokağa tınısını üst ritimden veriyordu ise; ve sokak, hem o bahçelerle hem de bahçeleri sahiplenen sakinleriyle güzelleşiyordu ise, Cadde sahilleri de erişilmez güzelliklere sahip olduğu bilinciyle, iddiasını, karizmasını, neşesini asla kaybetmiyordu. Bunu lodosun İstanbul için ne anlama geldiğini bilenler daha iyi anlarlar... 

Hüznü, kederi, mağlubiyet ve yıkımı, pesimizm ve nihilizmi akla düşüren kederli lodos rüzgârları koca İstanbul’u her mevsim birçok kez yakar yıkar... İnsanları kedere, içsel hüzünlere, melankoliye ve uzlete yöneltir. Mağlubiyet ve feragat duygularına gark eder. Lakin lodosun pesimistleştiremediği yegâne insan türü işte bizim (1) “müstehziŞakacı Sokak ve (2) “aymazBağdat Caddesi sakinleridir. Lodos dolayısıyla havada azalan oksijenin sarhoş ettiği dimağlar bile bu meşum rüzgâr karşısında geri adım atmazlar bizim bu iki tarihsel mekânda. Yalnızca bu çerçeveyi Şakacı Sokak için ziyadesiyle di’li geçmiş zamanda kullanmam gerekiyor. Zira 80’lerden itibaren çok farklı bir tablo ortaya çıkmış, aslında birbirlerini bağlayan, Şakacı ile Bağdat’ın kültürel ve sanatsal yolları birbirinden tamamen ayrılmış, veyahut daha doğru bir söylemle, yozlaşmış ruh hali bakımından bütünüyle iç içe geçmiştir.

Buna Bostancı ve Kadıköy’de önce seyirci, sonra da figüran oyuncu olmaya yeltenmesiyle Bağdat Caddesi her zamanki aymazlığıyla kendi çapında dünyaları değiştirmeye soyunmuştur. Lodosun getirdiği hüzne ve kedere karşı yapacak çok şeyi vardır Caddeliler’in... Çünkü burası Cadde’dir. Eğlencenin, aşırılığın ve aymazlığın, çılgınlık ve fantezinin sonu, sınırı, ölçüsü, tartısı yoktur. Kimse santimantal kolej kızları gibi kendini lodos hüzünlerine kaptırıp helak olmaz burada. Cadde’de böyle yaşanır. Varsın Şakacı Sokak ağlasın kaderine, kederine, hüznüne!!! 

SIRLARIMI SÖYLEDİM DOSTUMA O DA KALKTI SÖYLEDİ DOSTUNA 

Ben de bir düşün içinde buldum kendimi.

Ve alıp götürdü beni. 

Başka türlü olsaydı, Şafak Bahçesi’nde, başımın çevresinde sarı tüylerini saklamayan beyaz dev çiftyıldız kelebekleri uçuşurken, salıncaklı sandalyemde, sevdiğim kadınımla sallanamayacak, yüreğimdeki yüzlerce binlerce yara izine rağmen, kendi efsanemi yaşadığım için gururlanamayacaktım. Gün geldiğinde başıma talih kuşları konduğu için ikiyüzlüler tarafından hep kıskanılmadım mı? 

[📷 Japon Bahçesi’nde, Baltalimanı, İstanbul, (Nisan 2018).] 

Adım mı? 

Ha; adım Şeref... 

Onur, itibar, haysiyet, namus, vakar, gurur, saygınlık, prestij, azamet gibi anlamları var... Yirmi yaşımı iki kez devirmiş olmama, ve hatta üçüncüyü devirmeme de ramak kalmış olmasına karşın bedenim turp gibi sapasağlam, zekâm hâlâ işlek; işin içine girince siz de hayret edeceksiniz buna.

[📷 Annem ile babam eski evimizin Şakacı Sokak’a bakan balkonunda, (1984).]

Adım Şeref... 

Şimdi hayatta olmayan Venüs meleği Nevin ile yine hayatta olmayan hastane emekçisi Mustafa Nurettin’in(*) ikinci ve son oğluyum. Bu arada şimdilik mevzubahis şahsi soyağacımı kısa kesmeliyim. Çünkü zaman ağacından daha çok Sayman’lar, Mumcular gelip geçti. Birisi Fırat’ın suladığı Eğin’den kalkıp göç ediyor kozların paylaşıldığı Anadolu yakasının Kozyatağı semtine, gönüller birleşiyor özgün Merdivenköylü ve Kadıköylü ailelerle; bir diğeri Bulgaristan’ın Deliorman’ına bağlı ermişler ve dervişler mekânı Mumcular’dan kalkıp göç ediyor Rumeli yakasının Çilingir köyüne ve dağılıyorlar oradan İstanbul’un çeşitli köşelerine birer birer... 

(*) Biz 3 kardeş, annemizi 2 Mayıs 1988’de 49 yaşında; babamızı da 30 Haziran 2011’de 80 yaşında kaybetmiş bulunuyoruz. 

Kuşkusuz başka adlar taşıyan insanlar da övgüye değer; hatta şiirsel yaşamlar sürdürebilirler. Biz Saymanların, Mumcuların yaşamlarında koruyucu meleklerimizin etkisinden midir nedir, özgür, güleç ve gezgin bir tarafımız olmuştur hep: Koruyucu meleklerimiz bizi kanatlarının altına alıp başkaları gibi yaşamamızı engellemişlerdir... Başka ne gibi açıklaması olabilir, serüven dolu yazgılarımızın? 

[📷 Saros Körfezi, Koruköy, (Ekim 2018).] 

Dış görünüşümüzde öyle abartılı, fazladan ilgi çekici bir taraf yok. Ben de ailedeki bu kuralın dışında değilim: orta boy, güneşli havalarda açık renge çalan ışıltılı gözler, kırlangıçdönümü gelince hassaslaşan iç organlar... Belki de en göze çarpanı bebekliğimdeki maviş gözler, tıpkı anneminkiler gibi, sonra ela’ya zorlayan irisim, ve uzun yıllar, ta ki dökülene kadar, omuzlarıma kadar döktüğüm dalgalı kumral saçlarım... 

Ama aşk girecek işin içine, hem de katıksız aşklar; çılgınca aşklarla geçecek zamanlar. Sergevil’den, Mumcular’dan, Merdivenköy’den, Erenköy’den, Çilingir’den, Kazasker’den tutun da, Kadıköy’e, Hadımköy’e, Mecidiyeköy’e, Şenesenevler’e, Londra’ya, Paris’e kadar uzanan bir karasevda katarı... Ama zorlu mücadeleler de girecek işin içine, hem de güçlükle delinen kayaları yüz yıl önce insanlar nasıl yarıp geçmeye kalktılarsa öyle destansı yürüyüşlerle. Bugünün ilgi alanlarına oldukça uzak bir tarih ve coğrafyalardaki toplum ve birey gerçeklerine, insanlığın yarattığı kalıcı değerlere bağlı duyarlılıklarla, çağcıl, evrensel bir gerçekliği sırtlarına yükledikleri küfelerle. Hep bir ağızdan okudukları kardeş türküleriyle, eşitlik ilkesi temeli üzerinde, insan varlığına saygılı bir anlayışın iffetiyle koşan bir maraton tufanı... 

İşte beyin, işte yürek. 

[📷 Doğa Yürüyüşünde, Vodno Parkuru, Makedonya, (Nisan 2018).] 

Eğer size her şeyi, hatta sır gibi saklanması gerekenleri bile anlatamazsam eseflenmek ne haddime; hatta yaşantıma bir şekilde girmiş ya da teğet geçmiş olay ve olguları, kimlik ve aidiyetleri olağanmış gibi ebediyete yüreğimle peşimden sürüklemek bencillik değilse; işte gerçekler... sıkı durun ey evrensel dostlarım... İşte frensiz milenyum vitesinin boşa alındığı yılların dönencesinde, hâlâ evcilleştirilemeyen, soyu tükenmeye yüz tutmuş bambaşka bir türün, duygu denen şeyin portresi... 

İçtensiz olanlar hayatım boyunca niye mi kıskandılar beni? Biraz sabırlı olun. Zamanı gelince, bunun altında yatan son derece basiretli nedeni öğreneceksiniz. Benim toksözlü sözlerime güvenebilirsiniz. Bende ve anlatacaklarımda hiçbir bayağılık yok, banallık yok, görgüsüzlük yok. (Gerekli gördüğüm yerlerde kimi kurgular dışında) uydurmasyon hiç yok. Zaten yazılarımda çok sıkça ayrımsayacağınız değişik kategoriler var. İşte birkaçı: aşırılık (marjinallik de diyebilirsiniz), tarihsellik, coğrafi konum, uygarlıkların çatışması, gökteki kelebeklere, uykudaki esintilere egemen olma yarışı... 

[📷 Saros Körfezi, Koruköy, (Ekim 2018).] 

I.

Tünedim şuracığa, nehrin kıyısına

Gözlerim görkemli patika yolda

Buradayım çoktandır

Çalılığın orda, nehrin sessiz kahkahalarına

Duyarsız kalan kayalar üzerinde.

Nehir kuşuyum ben

Ancak büyük işler beceriyorum gagamla.

Maskeleri düşürmeye geldim nehrin kıyısına.

Geçmişinden söz etmeye geldim ormanın.

Bazıları dediler ki kabile hekimi

Uzaklara taşıyacak sesimi

Çünkü yüklüdür dilim

Sorulmamış sorularla.

Bazıları dediler ki kabile hekimi

Havada kapacak sesimi

Çünkü maskeleri düşürmeye geldim nehrin kıyısına.

Nice kuşlar astılar tüylerini

Bekliyorken bu şarkıyı

Çoktandır buradayım, baksana

Otlar üzerinde, herkesten uzak

Gözlerim görkemli patika yolda.

 

II.

Duyumsuyorum açıldığını kartal kanatlarının

Duyumsuyorum sert esintisini uykudaki rüzgârların

Aradı buldu kartal yas tutan ormanları

İzini sürdü yuvalardan gelen çığlıkların

Uykudaki rüzgârların sert esintisidir bu

Kartal yaklaştı, önemli şeyler duyacak

Güçlü rüzgârların kartalı, soruyorum sana,

Nasıl geçtin bu görkemli patika yolu?

Kanlı gagalarıyla geçip gitti balıkçıl kuşları

Karınlarını altın kenelerle doldurduktan sonra.

Yarasalar geçip gitti, karanlık büyüdü kocaman oldu,

Sorduk, ne kadar sürecek bu gizli saltanat.

Gücendirdi karanlık en güzel çağlarında yavru kuşları

Boğuk seslidir guguk kuşları, içi boş eski ezgilerle

Kaç dokumacı kuşu daha kulak verecek

Avcıların çağrılarına?

Kaç ötücü kuş daha asılacak

Dikenli çalılıkların dallarından?

Kaç baykuş daha çekinecek ay dansı yapmaktan?

Kaç kırlangıç daha akıp gidecek bu toprakların karanlığına?

Kaç beyaz horoz daha akıl verecek ünlü konuklara?

Kaç ispinoz kuşunun daha ölüsü çıkacak yuvalarından?

Rüzgârların güçlü kartalı

Nasıl geçtin bu görkemli patika yolu?

Daha ne kadar sürecek bu karanlık?

Kulaklarınla duy bu önemli sözleri.

 

III.

Rüzgârların güçlü kartalı

Neler görüyorsun keskin bakışlarınla?

Görüyor musun ormanları?

Biraz daha sağda, bakışlarının yükseldiği yerde mi?

Görüyor musun güçlü gözlerinle şu ormanı?

Birlikte bakalım bu karanlığın ötelerine

Birlikte bakalım ötelerine bu nehrin

Görüyor musun üzerinde tünediğimiz ufacık ağaçları?

Duyuyor musun zincirsiz esrimelerle

Çiftleşen sürülerin uzak şarkılarını?

Güneşle kutsanmış yeşillikler ülkesine götür bizi

Yeni başlangıçların fidanlarına götür bizi

Her dem taze olan barışın köklerine götür bizi

Duy kendi kulaklarınla bu önemli sözleri (*) 

(*) Lola Shoneyin, Nehir Kuşunun Şarkısı, Song of a Riverbird, Ovalion House, 2002.

 

Uykudaki Rüzgârların Sert Esintisidir Bu 

[📷 Annem & Babam, Kadıköy Evlendirme Dairesi, (Ağustos 1955).] 

Bir varmış bir yokmuş, altmışlı yılların başlarında alelâde bir ömür sürdürmeye niyetli bir adam varmış. Alelâde derken evliliği kastediyormuş. Yani tek bir kere evlenip ömür boyu da ayrılmamayı. Normal derken, öncelikle, daha henüz ufakken gürültülü patırtılı ve türlü acılara yol açan aşk kokulu bir izdivacı yaşamış pederininkinin tam tersi bir ömrü kastediyormuş. 

İşte sözünün eri, gönül zengini adamımız, karşısına çıkan hoyratça engellere rağmen, bu büyük normal yaşam tasarısını gerçekleştirebilmek için evliliğini titizlikle koruma altına almıştı. Huyu bulaşır diye korktuğundan validesiyle bütün bağlarını tamamen koparmış sayılmasa da zaman zaman eşini ve çocuklarını alarak kendisine yaptığı gizli ve özel ziyaretlerini biraz seyrekleştirmişti. 

Kitapları çok sevmesine rağmen, aşırı seviyede roman, öykü, şiir okumaz, tiyatroya pek gitmezdi. Zaten, (illa bir bahane arayacaksak), o zorlu yıllarda televizyonun esamisi henüz okunmadığından böyle bir alışkanlığı da söz konusu olamazdı. Arada bir ailesini alarak Şenesenevler’deki bahçe sinemasına gitmek tek kültürel eğlencesi sayılabilirdi. 

Riske atılmamak için toplu hareketi çağrıştıran her şeyden uzak dururdu hep: sosyal dernekler, siyasi örgütlenmeler, kahvehaneler, seyahat acenteleri, birahaneler, gazinolar, spor kulüpleri, çamaşır satan dükkânlar, mağazalar. İki göz odadan ibaret evinde, duvarlarda asılı süsleme parçası bir halı ve kordonundan çiviye tutturulmuş çantasında korumaya alınmış kutsal kitap dışında başka bir şey yoktu. Yani duvarlarda tek bir harita, tek bir resim, tek bir poster bile yoktu. 

[📷 Babam askerde araçlardan birini tamir ederken, Aşkale, Erzurum, (1951).] 

Ancak en önemli yardımcısı, ona yerleşik, huzurlu bir mutluluk sunan kaynak seçtiği meslekti: şoförlük. Varsa yoksa çalıştığı yerlere ait araçların tepesinde hizmetini aşırı bir düşkünlükle ifa etme sanatını güdüyordu. Bu işinin dışında ise en büyük tutkusu, sevdiği kadından da önce gelen, botanik sevdasıydı. Bahçe düzenlemek ve evin çevresinin tasarımını yürütmek onda daha henüz onlu yaşlarında babasından bulaşan bir saplantıydı. Bir gün yatak odalarında, iki yetişkin iktisadi teşekküllerin getirdiği sonuçlar üzerinde kızılca kıyamet birbirlerine girmişti. Üçüncü bir evlada hamile olan eşinin maviye akan gözyaşlarından, çığlıklarından kaçmak için o zamanlar oturduğu evin bahçeye açılan kapısını farkına varmadığı bir duyarsızlıkla ardına kadar açıp bırakarak kendini dışarı bırakmıştı. İki bin metrekareye yayılmış uzun dikdörtgen bahçenin bir köşesinden diğerine sanki gezintiye çıkmış gibi ağır adımlarla yürüyor ciğerlerine sonbahar solukları almaya çalışıyordu. Orada, çam, ceviz, incir ve dut ağaçlarının gölgelediği yürüyüş yolunda, bulutların ardında ara sıra gökyüzüne yükselen ayın cılız pırıltısıyla puslaşan havada, hiçbir şeyin yerini, tutamayacağı gerçeklik apaçık ortaya çıktı: Bitkiler insanlardan üstündü. Onlar da doğuyor, yaşıyor, ölüyorlardı. Onların da aşkları, bıraktığı izler vardı. Ama onlar yeminler etmeye, hıçkırıklarla, çığlıklarla havayı kirletmeye kalkışmıyorlardı. Yalnızca var olmakla yetiniyorlardı. 

[📷 Emirgan Korusu’nda, (Nisan 2018).] 

Kim ne derse desin bitkilerin ölümlü yaşamı bizimki kadar renkli, neşeli, umutsuzluklarla dolu ve bizimki kadar canlıydı. Tek farkları, sessiz dünyalarında saygınlıklarını asla yitirmemiş olmalarıydı. 

[📷 Babam eski evimizin bahçesinde, Kazasker Şakacı Sokak, (1972).] 

O günden itibaren, arkadaşlarının, hatta sokaktan gelip geçenlerin onun abartılı tertip ve düzenliliğini kıskanan bakışlarına aldırmadan katırtırnaklarıyla, taş, çer çöple dolu tarımsal faaliyetlere mevzilenmiş bir toprağı kazmak uğruna başka asilzade uğraşılarından vazgeçti. Ve tohumlarla, soğanlarla, fidelerle düşüp kalkmak için kış yaklaştıkça kısalan gecelerde yatağında karısıyla ısıtılmış tartışmaların ortasına kendisini sürükleyen soylu silahşorları de terk etti. 

Şoförlüğünden kalan boş zamanı ziraatçılık üzerine neşredilmiş dergiler arasında geçiyordu. Hatta gecelerini hamile karısının iyice şişen karnına nispet eder gibi şişiriyor, babasının armağanı olan çok eski bir kitabı okumakla geçiriyordu. İnsanın huzur içinde uykuya dalabilmesi için, “hububat üretimi” ve “kümes hayvanlarının yetiştirilmesi” sayfalarının arasında gezinmesinden daha iyi bir yol olabilir mi? 

Aradan geçen dokuz yıl sonrasında, adamımız, ambulans şoförlüğü kariyerine ilaveten botaniği ve kanatlı hayvan yetiştiriciliğini seçmiş olduğu için kutluyordu kendini. Evet, özellikle ilkyaz göründüğünde her şey tomurcuk verirken, yazın da müthiş sıcaklara aldırış etmeden, sabahın köründe, akşamüstlerinde, pamuklu giysileri terden sırılsıklam tenine yapışmışken temel işini gücünü aksatmamak koşuluyla, bahçe uğraşı evliliğinin en sadık dostu olmuştu. 

Alelâde adam böyleydi işte. Zaman ayağının altından kayıp giderken, nice edinimler kazanılırken veya yitirilirken, o yazgısından hoşnut, başarısından gururluydu: “Olgunluk mertebesine, kırkbir'ime yeni girdim. Eşimle, o ürkünç on yıl geçidini aşalı henüz bir yıl oldu. Atalarımın çılgınlığından bende eser yok. Tek çılgın muhalifim ise erkek kardeşim. O da yakınımda olmadığı sürece istediği çılgınlığı yapabilir. Ben onlar gibi gezegenin bir ucundan ötekine at koşturmayacağım. O güzelim yaratıklar yolumun üstüne çıkmayacak. İlk kez, bir Sayman saygıdeğer bir yaşam sürecek. 

Ve atalarının o vakte kadar damarlarına işlemiş kara büyüsünü kovarcasına elinin tersiyle bulanık havayı itiyordu: “Geç kaldınız, dostlarım... Sizden kurtuldum! İpe sapa gelmez genlerinizi yükleyecek başka birini bulun... 

Şölen boyunca işler yolunda gitti... Ya da öyle gittiğini sandı... Yakın dostlarıyla ve onların ‘maskeli’ eşleriyle, Rumeli usulü pişirilmiş yemekleri yiyip Zeki Müren eşliğinde saatine bakarak gerisin gerisine sayarken, bir ilkbahar gecesinde saat yirmi ikiyi çaldı, dudaklara “Başımız sağ olsun...” sözcükleri konduruldu... 

[📷 Şakacı Sokak, (Aralık 2018).] 

Lafı uzatmaya gerek yok.

Şakacı Sokak mı?

Hep dediğim gibi... 

Asıl hikâye şimdi başlıyor...(*) 

(*) Bu dizide yazı makinemi zaman zaman doğduğum yıl olan 1963 yılının öncesine taşıyacak, bazen de benim hayatımın çevresindeki olaylara ayna tutacağım... İşin aslına bakarsanız, her biri gerçekten uzun ve zorlu bir maratonun yazıları bunlar. Bayağı emek isteyen işler. Ancak benden önceki dönemlere ait yaşananların bu diziye tarihsel boyutta zenginlik katabileceği düşüncesiyle çeşitli kaynaklara başvurarak hareket ettiğimi not etmek istiyorum. 

[📷 Saros Körfezi, Koruköy, (Ekim 2018).] 

Her şey araya giriyor, aradan çıkıyor

Arada çocuklar doğuyor, büyüyor, yürüyor

Arada evler, evlenmeler, ölümler duruyor

Arada yaz, kış, bahar, dünya dönüyor.

Her şey arada oluyor arada bir, bir arada

Aralarda akla kara, bulmak arayı arayı

Bir eldir aralar, açar bir kapıyı usulca

Açıksa aralar, kapanır ne iyi!

Kara toprak ayaklarımız altında

Mavi gök yukarıda

Ne bulduksa arada bulduk

Seninle benim aramda, onlarla aramızda, arada.

Madem küçük dünyamız ölümlerle sınırlı

Madem kişi bağlı ortak yaşamalara

Benden sana, senden ona, onlardan bize

Gitmek gelmek arada başka dünyalara.

Nasıl teperdik yoksa boyuna aynı yolları

Değişiklik arada

İnsanlar değişir, evler değişir

Yeni yeni yüzler, geçilen sokaklarda.

Aşklar arada, tanrının büyük bağışı

Ferhat’lar, Kerem’ler çöllerde, odalarda

Bir anlamı var elbet

Boşuna mı yanmışlardı?

Hiç mi serin rüzgârlar esmiyor?

Hep mi kızgın yazlardayız, baharda arada?

Mevsimi; Yaprak kımıldamıyorsa.

Çocuklar arada, nasıl bırakılır elleri?

Dönüşler tatlıdır, telâşlıdır

Bir bezginlik çökse bile

Üstümüze akşamüzerleri.

Hastalıklar arada

Tehlikeli değilse yararlı

Hasta olmamış kimse

Hiç halden anlar mı?

Biz unuturuz başka!

Ölümler arada, hatırlatır

Dünyanın malını toplasak da

Bu dünyanın sonu vardır.

Ölümler varsa arada, anılar da var

Sevdiğin miydi, geceleri

Gelir uykulara canlı, nemli sabahlara taze

Açmış çiçekler kadar.

Zorluklar varsa arada, insansın!

Engellere harcanmayan güçler ne güne

Dayat ki, yaşadığını anlayasın.

Aranarak yordamlarda bir ara

Yaşarsın!

Derken dürülür defter, başkasına gelir sıra

Sen aradan çıkarsın! (*) 

(*) Behçet Necatigil, Arada, Seçme Şiirler: Eski Sokak, YKY, 2008, s.57-58 

[📷 Yağmurlu bir günde yaşam evimin verandasından, Saros Körfezi, (Mart 2019).] 

Şu kışı terk etmenin sevincini yaşayan ama yine de pek serin geçen ilkbahar günlerinde havanın bulutlara yenik düşüp kararmasına bayılıyorum. Masamı pencerenin yanına taşıdım. Işıkları söndürüp bir mum yaktım, masamın üstüne koydum. Dostoyevski gibi... Geceleri mum ışığında çalışır, sabaha dek çay içermiş. Sanal hayat için hakiki hayatın fedasıdır bu. Onun gibi yazamasam da biçimsel olarak benzemişim demek ki... Bir de çay demleseydim bari... Onu da yaparım... Dışarıyı seyrediyorum. Yağmur yağıyor. Kar olsaydı beyaz benekler gibi düşerdi. Bu hem çatıyı, hem verandayı hem de işlenmiş bahçenin toprağını dövüyor. Ha, bir de kuyunun kapağına vurdukça sesler çoğalıyor. Çok sesli bir müzik çalınıyor sanki. Kış çocuğu olmamdan ötürüdür herhalde. Kar beni hep etkilemiştir. Ama yağmuru da çok severim. 

Ah şimdi o karlar geri dönecekti. Geri Saros Körfezi’nde pek olmuyor ama, biraz yol kat edince Koru Dağları’nda üüüüfffff karın her türlüsü var: yumoşu, serti, tipisi, lapası, buzu... 

Kar seni de etkiler mi, neler hissettirir? “Ben yürüyordum, kar yağıyordu. Koluma düşen kar tanelerine baktım bir süre. Usta bir ressamın elinden çıkmışçasına düzgündüler. Her birinin özgün biçimleri vardı. Fark ettim… Niçin tane tane yağıyordu kar? Niçin büyük kütleler halinde düşmüyordu yer? Kimdi bu desenleri çizen? 

En uzun ikindi vakti... Neyse karlı havayı bırakalım. Biz sağanak yağışa bakalım. Yağmur güneşinin batışıyla, ertesi sabah yeniden çamur deryasında doğması arasında sevgilimin kaş boyu kadar en uzun süre... En uzun ikindi vaktinde neler yapılmaz ki? Keyiflenmek için önce, iyi ki kuzey küre tipinin berisinde bir pencere döşeğindeyim diyorum... Ya güney yarım kürede yaşasaydım! Tanrım, ne korkunç bir fikir! Bu akşam, en kısa akşamım olabilirdi ve akşam şıp diye bitiverirdi... Oysa önümde uzuuuuuuun mu uzun bir akşam var. Daha da uzatmak benim elimde... Yahya Kemal’in ünlü “Gece” şiirindeki gibi “Kandilli yüzerken uykularda / Mehtabı sürükledik sularda” diyerek bu ayaz bahar akşamında sıcak demli bir çayı hak ediyorum... Ben Cahit Sıtkı Tarancı gibi “O kadar çok ki etrafta karanlık / Herkesin gecesi kendine yeter” diye düşünenlerden değilim. (Herkesin Gecesi) Hayır yetmez. 

Akşamları paylaşmaktan yanayım. Ruhumla ve başkalarıyla... Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın düşüncesine daha yatkınım: “Severim geceyi çaresiz, / Korktuğumdan değil, güzelliğinden.” (Çocuk ve Allah: “Geceye Karşı Müdafaa)... Böylesine uzun bir akşam vaktinde neler yapılmaz ki... Dışarıyı seyredebilirim, bulutlu olsun, ister bulutsuz, ister ıslak, ister yağmur suyu dinmiş, ister yıldızlı olsun ister yıldızsız... Nasılsa biri, ötekinin yokluğunu ya da varlığını düşündürecektir bana... İçimdeki sevda yeline kulak verebilirim. Onun fısıltıyla söyledikleri, sessiz söylemediklerini de anımsatacaktır... Karasevdamı koklayabilirim... Ona tutkuyla dokunabilirim... Cananıma sarılabilirim... (Bisikletim Pire🚲 de olabilir, pek tabi.) Böyle bir uzun akşam vaktinde neler yapılmaz ki... En çok, en çok düşlere ve düşüncelere dalınır... Ve sabaha dek demli çay içilir... Bilirim ki: Her gecenin bir sabahı vardır. 

Seref Sayman

Saros Körfezi, Ekim 2018, Mart 2019

 

(*) Önceki Makale: Şakacı Sokak Penceresinden Yıllar Geçiyor

(*) Sonraki Makale: Osmanoğulları “Körler Ülkesi”nde 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***