Şakacı Sokak Penceresinden Yıllar Geçiyor

 

[📷 Kuzenlerim Aslı & Arzu ile birlikte eski evimizin bahçesinde, Kazasker Şakacı Sokak, (1976).]

Sıvırya Naif 60’lar 

Yetmişlerin dağdağası, çalkantıları ve siyasi kargaşalarından önce “naif 60”lar yaşandı Şakacı Sokak ve yakın muhitlerinde... İstanbul’un artık dolduğu, arsa sıkıntısının baş gösterdiği, metropole göçün önü alınmaz bir dalga halinde başlayacağı ve akın akın Anadolu’nun İstanbul’a akacağı yılların başlarıydı 60’lar. Gerçi “altına hücum” göçü 50’lerden itibaren başlamıştı ama ilk başta kımıltı denecek kadar hafifti. Fakat 60’lardaki nispi özgürlük ortamları, kentte gelişen sanayiye gerekli kol gücü ve Türkiye’nin Marshall yardımlarının rüzgârını arkasına alması ve İkinci Dünya Savaşı sonrası kalkınma hamleleri kervanına katılması işleri değiştirdi. Çünkü artık İstanbul’un taşı toprağı sözde altındı... 

[📷 Erenköy’de bir köşk, (Aralık 2018).] 

O yıllarda Şakacı Sokak civarındaki semtler, asude, suskun köşklerle dolu bir cennet bahçesi gibiydi. Çoğu zengin aileler yaz tatillerini geçirmek için hazırlıklarını tamamlar, Erenköy’deki, Suadiye’deki, Göztepe’deki, Bostancı’daki köşklerine gelirdi. Ya da uzlette yaşamayı seçenler orada ikamet ederdi. Özellikle Bağdat Caddesi’nde betonlaşma başlamıştı ama yeterince vahşi değildi henüz. Anadolu Yakası’nın bu oksijen deposu kuytu yerleri hâlâ İstanbul’a çok uzak, yaşanması olanaksız bir semtler diyarı olarak görülüyordu. Evet, yeşilin ezici üstünlüğü vardı. Sahiller bakir, doğa kirlenmemiş, nüfus yoğunluğu düşüktü. Masal âlemi hâlâ geçerliliğini sürdürüyordu. Neredeyse, dönemin dillerinden düşmeyen şarkı sözlerinin betimlediği gibi hadisesiz, nezih eğlentiler tertip olurdu yaz bahçelerinde, köşklerde... 

Fakat İstanbul üzerindeki göç baskısı giderek daha çok sayıdaki varsıl aileyi yeni yaşam alanları aramaya yöneltti. Giderek kimi aileler İstanbul’daki evlerini göç eden yeni hemşehrilerine kiraya verip, yaz kış yazlık köşklerinde oturmaya başladılar. Derken bu köşkler yavaş yavaş ‘uzaydan gelmiş’ yaratık müteahhitlere kat karşılığı verilip yerine bol ve geniş odalı, ferah, kaloriferli, balkonlu, ‘modern’ apartman daireleri alınmaya başlandı. 

[📷 Yapıtaş Sitesi, (Eylül 2010).] 

Ve büyü bir kez daha bozuldu; üstelik bu sefer daha acımasız nedenlerle bozuldu. Masal alemi Bağdat Caddesi’nin geleceğini zehirleyecek olan o korkunç itki, rant hırsı ufukta gözükmüştü bir kez... Beton mezarlığına doğru yapılan bu avangart atılımlar önünde sonunda Şakacı Sokak’ı da etkileyecekti elbet. Önce Erenköy, Çadırlı Köşk (şu meşhur ‘site içinde site’ tarzı İNTAŞ projesi), Kozyatağı, Şenesenevler derken Şakacı Sokak’a Yapıtaş lâyihası ile kapıdan boynunu uzattı. 

[📷 İhsan amcam ve Necla yengem, (70’lerin ikinci yarısı).] 

Ama dönemin en yüksek (yedi katlı), en ihtişamlı, en konforlu ilk apartmanı yaptırma ‘şerefine’, babamın en küçük amcası, İhsan Sayman amcamız vesile olacaktı... 

[📷 Sayman Apartmanı, (Aralık 2018).] 

Apartmanın yüklenicisi Mustafa abi Trabzonlu geniş bir aileden gelen şahsiyetti. Yapıyı sorunsuz bitirip kurdeleli kurbanlıklar keserek teslim etmekle kalmamış, binanın en üst katındaki (terasında çıkma katıyla bütünleşmiş) havadar daireye ailesiyle birlikte yerleşmişti. Gerçi apartmanın inşaat aşamasında çok hüzünlü bir olay yaşanmış, iki oğlu şakalaşırken babalarının avcı tüfeğiyle vurmuştu biri diğer küçük kardeşini. Ne kadar Habil ile Kabil öyküncesine benzetebiliriz, bilemiyorum ama gerçekten çok sarsıcı bir olaydı. 

Yılmaz ailesinin reisi uyanık bir Karadenizli olarak semti iyice benimsemiş, kısa sürede Kazaskerli olmuş, bir süre sonra da Tümcan ailesinin hemen yanındaki küçük boş parsele de gözlerini dikmiş, mirasyedi toprak sahiplerini sarrafça kafalayarak oraya da bir apartman dikivermişti yetmişlerin sonuna doğru. Galiba unvan olarak da apartmana kendi soyadını vermişti. Buraya kadar sıkıntı yoktu. Ancak bu kurnaz Trabzonlu ailenin bireyleri ve yakınları hem Kazasker, hem İntaş, hem de Küçükyalı ve Erenköy’deki; ve bittabi Kozyatağı’ndaki aşağı sarkık bıyıklı, üç hilalli bozkurt kardeşleriyle birlikte aynı dayanışma içinde olmasıyla mahallemizin ruhuna da kibrit suyu sıkmaya neden olacaktı. Üstelik 1978’de Kozyatağı muhtarının da MHP’den aday olup kazanmasıyla, (ki aslında kendisinin gerçekten ne kadar Me-Ha-Pe’li olduğuna şüpheyle bakarım, üstelik ilkokul yıllarımdan beri çok severdim kendisini, sanırım CHP’den aday olamayınca gurur yapmıştı, her neyse;), Şakacı Sokak’ın çizgisi de dönüşmeye başlamış, bilinen ne kadar sosyal demokrat, devrimci kimlik varsa ölüm tehditleri almaya başlamış, hatta vurulacakların isim listeleri elektrik direklerine boy boy asılır olmuştu... 

Neyse biz yine 60’lara dönelim. Nasılsa 70’leri ve 80’leri daha çok kazıyacağım... 

İşte naif 60’ların sonrasındaki kırk yıl boyunca Bağdat Caddesi hattında, bilhassa da Şakacı Sokak ve yakın çevresinde yayılmış dünyanın en güzel evleri sayılabilecek, estetik harikası ahşap Türk köşkleri, üç katı geçmeyen huzurlu ahşap veya betonarme konutlar gümbür gümbür yıkılarak yerlerine beton apartmanlar yapıldı. Bu korkunç bir sosyo-ekonomik dönüşümdü ve o giden dünya güzeli sivil mimari örnekleri, o giden yemyeşil doğa için ne kadar ahlanıp vahlansak azdır. Bugün o güzelim ahşap Türk konaklarından geriye sadece yaşam-anı kitapları arasındaki unutulmaz fotoğrafları kaldı. 

Bir de az sayıda olsa da hâlâ ayakta kalabilenler var elbet. Onlar da pahalı bazı markaların prestij mekânı olarak korunmuş ve kullanıma sunulmuştur. 

Bunların en başarılı uygulamalarından biri Suadiye’de Cadde üstündeki “Vakko” mağazasının binasıdır. Yani eski Mehmet Küçük Deveci Bey Köşkü... 

[📷 Vakko, Suadiye, (Aralık 2018).] 

O binaya baktıkça hep yutkunur, hüzünlenirim. Bir zamanlar, Kadıköy, Fenerbahçe, Caddebostan, Göztepe, Erenköy, Suadiye, Bostancı, Kozyatağı masal bahçeleriyken evler işte böyleymiş... Tanrım, nasıl bir Vandalizm insanları bu hale getirdi, bütün estetik yapıları yok edip aptal apartmanlara doluştular hep birlikte... 

Dikkat ederseniz kendimi soyutlayarak insanlar dedim. “Biz de” diyebilirdim. Ama apartman karşıtı bendeniz hiçbir zaman bu beton mezarlığının parçası olmak istemedim. O yüzden eşeğimi sürdüm hep bahçeli konutlara... İstanbul’dan Londra’ya, sonra Babaeski’ye, Edirne’ye, sonrasında Alanya’ya, Antalya’ya... Benim hikâyem de aslında sürekli bir göç hikâyesidir. “gEZENTİ” nickname’inin arkasındaki şifre aslen budur... [Gerçi şimdilerde nihayet yerimi bulmanın kıvancı içindeyim. 23 küsur yıl önce, hiç kimsenin malına mülküne göz dikmeden, hiçbir şekilde yomsuz mirasyedi damgasını yemeden, sırf kendi birikimlerimle, salt kendi öz finansal kaynaklarımla yaptırdığım Saros Körfezi’ndeki yazlık evimi tıpkı eskiler gibi yaz kış kullanmanın övüncünü taşıyorum.] 

[📷 Saros’daki yaşam merkezim, (Ekim 2018).] 

İşte bu sözünü ettiğim yığışım mezarlığı trajedisinin adı da Şakacı Sokak’tır aynı zamanda... 

Naif 60’lar; Moda’nın Moda, Kalamış’ın Kalamış, Caddebostan’ın Caddebostan, Fenerbahçe’nin Fenerbahçe olduğu, Erenköy’ün Erenköy, Suadiye’nin Suadiye olduğu, Bostancı’nın ise toprakları geniş bostan tarlarına yayılan ama merkezde sadece küçük bir kasaba, benzer biçimde Kozyatağı’nın çayırlık bir köy, Şakacı Sokak’ın ise şakacı bir muhit havasını taşıdığı gerçekten de naif yıllardı. Artık köklü tacir aileleri yavaş yavaş Bağdat Caddesi cihetine doğru yelken açıyorlardı. Orta hallilerin, küçük burjuvaların tuttuğu şöhretli yön ise Şakacı Sokak ve havalisiydi; oraya naklediyorlardı ikametgâhlarını. 

[📷 Muhittin amcam, Suadiye Cami Sokak, Ulucelil Apt.’daki dairesinde, (60’lar).] 

Bağdat Caddesi zaten tek başına koskocaman bir âlemdi. Tüccar kafaların yanlarında getirdikleri misyoner mekteplerinde okumuş, yabancı dil bilen, bir kısmı Avrupa’da tahsil terbiye eyleyen evlatları da apayrı bir bohem duruşunu yansıtıyorlardı o yıllarda 

[📷 Varoluşçuluk akımının öncüleri, (Nostalji Arşivimden).] 

Egzistansiyalizm (varoluşçuluk) çok modaydı. Sartre, Camus, Kafka okunuyor, lodos esintileri altında yapılan baygın yürüyüşlerde güneşin altında yapılacak ne kadar da az şey olduğuna vahlanılıp nihilist haletlere giriliyordu. Gözyaşlarıyla boyanmış bunalım ve bulantı edası satmak en gözde tarzdı... 

Her ne kadar sosyal-gerçekçi dalga kültür ortamlarına ağırlığını koymak üzere idiyse de, her ne kadar Köy Enstitüsü kökenli köy romancıları büyük bir dalga halinde gelmeye hazırlanıyorlar idiyse de, Bağdat Caddesi’nin ayrıksı gençleri varoluşçu sancılar çekiyor ve ancak ‘Demir Özlü’ noktasına kadar Türk edebiyatına yaklaşabiliyorlardı. Tezer Özlü, Ferit Edgü, Yusuf Atılgan, Vüsat O’Bener Türk okuru için henüz bir muammayken Bağdat Caddesi onların yarattığı varoluşçu labirentlerde dolaşıyor, hayatla hesaplaşıyordu o yıllarda. 

[📷 Hippilik bir yaşam tarzıydı gençler için, (Nostalji Arşivimden).] 

Giderek bu varsıl ailelerin iyi eğitimli çocukları “sanat”a da ağırlığını koymaya başladı. Anadolu Rock akımları, hippiizmle anlaşılması zor bir paralellik içinde ortalığı kaplarken, uzun saç, sakal modası Bağdat Caddesi’nde gençler arasında yayılıyordu. Diğer yanda, Şakacı Sokak’ın 50’lerde doğan ilk çocuklar kuşağı henüz bacaksız birer bahçe oyuncusu olduklarından bu tür dışarıya açılan, ithal ikameci hamleler sokağın varlığına henüz yansımış değildi. Bu yansıma geç de olsa 70’li yıllarda, iki uçtaki kavşaklardan ancak girecekti. 

Bununla beraber; Bağdat Caddesi’nin bu avangart, alafranga öncü rolünü atlamayalım. Yadsımak bize yakışmaz. Velhasılıkelam, San Francisco, kökenli bireyci hippizim, Avrupa kökenli sosyal-gerçekçi siyasal hippiizmden daha fazla itibar görüyordu Cadde’de. Herkes Beatles, Elvis, Tom Jones dinliyor, gençlik partilerinde ve diskolarda coşuyordu. MFÖ, Barış Manço, Fikret Kızılok, Timur Selçuk, Bülent Ortaçgil, İskender Doğan gibi sayısız değerli müzisyenin o dönemde, o bölgeden neşet ettiğini ayrıca burada kaydetmekte fayda var. 

[📷 Beatles Grubu, (Nostalji Arşivimden).] 

60’ların sonlarına doğru Vietnam muhaliflerinin dalgası da Türkiye sahillerine vuracak, Joan Baez, Bob Dylan gibi sol muhalif Amerikalılar’ın da sesi duyulacaktı. Ama Bağdat Caddesi gençleri için Beatles her zaman “1” numara olacaktı. Çünkü onların hayat felsefesinde aşk ve sabun köpüğü en öndeydi... “All you need is love...” ya da “Lucy in the sky with diamonds...” fark etmez olan olmuştu ve seraptan bulut olmuş Cadde gençleri, hippizimin de ittirmesiyle dumanı keşfediyordu. Eyvah ki ne eyvah yeni bir dekadans, yeni bir problematik gözüküyordu ufukta. Aileleri hop oturtup hop kaldıran ‘keşlik’ gelişmeye başladı birdenbire... 


Hem de “Lucy in the sky with diamonds” eşliğinde... 

Picture yourself in a boat on a river

With tangerine trees and marmalade skies

Somebody calls you, you answer quite slowly

A girl with kaleidoscope eyes 

Cellophane flowers of yellow and green

Towering over your head

Look for the girl with the sun in her eyes

And she's gone 

Lucy in the sky with diamonds

Lucy in the sky with diamonds

Lucy in the sky with diamonds

Ah 

Follow her down to a bridge by a fountain

Where rocking horse people eat marshmallow pies

Everyone smiles as you drift past the flowers

That grow so incredibly high 

Newspaper taxis appear on the shore

Waiting to take you away

Climb in the back with your head in the clouds

And you're göne 

Lucy in the sky with diamonds

Lucy in the sky with diamonds

Lucy in the sky with diamonds

Ah 

Picture yourself... (*) 

(*The Beetles, “Lucy in The Sky with Diamonds”, 1967. 

***…*** 

[📷 TKP-İşçinin Sesi Arşiv, (Nostalji Arşivimden).] 

Neyse ki ahlak bekçisi sosyalist gençlerin bu kokuşmuşluğa izin vermeye niyeti yoktu. Gerginlik büyüdü ve yine arada derin uçurumlar oluşturan kopmalar yaşandı. Devrimci proletaryanın şanlı gençlik örgütleri uyuşturucuyu mahkûm etti. Bu kokuşmuş burjuva iptilasına bulaşanları telin etti ve köprüler atıldı. Toplumun “kahir ekseriyeti” devrimci olduğunu düşündükleri sınıfların peşinden devrimin şanlı yoluna doğru meylederken, geç hippiizmin peşinden giden Cadde’li gençler çok geçmeden kendilerini disko yıllarında buldular. 

[📷 Dünya Çapında Mini Etek Modası, (Nostalji Arşivimden).] 

Fenerbahçe inkişaf halindeydi ve Belvü önüne park etmiş arabalar içinde minileri kukularında, bebek gibi kızlar, Jane Fonda kesimi saçlarla flört ediyor, araba içlerinde meşk eyliyorlardı. Suadiye’de ise Suadiye Otel’in yanı başında Quadro Set Disco ve Kulüp Reşat vardı. Orası da ayrı bir devrandı ve daha çok uzun saçlı, favorili, İspanyol paça giyen disko “boy”lar oraya takılırdı. Cadde’deki “cafe”lerse şimdi de olduğu gibi her zaman hazır ve nazır, süper elegan müşteri ile dolup taşıyordu. Divan, Ergun vesaire... 

[📷 70’lere Doğru, (Nostalji Arşivimden).] 

[📷 Grease, 1978, (Nostalji Arşivimden).] 

Bu tarz takılmacalar giderek çoğaldı ve ilk başta Fenerbahçe’nin lüks apartmanlarla dolu sahil caddesi en son moda piyasa yeri haline geldi. Fransız modelleri andıran güzelim, bebek yüzlü, selvi boylu kızlar, minicik etekleriyle kotralar önünden geçit yaparken son model arabalarına yaslanmış bekleyen Grease kesimi saçlı bıçkın delikanlılar kavga çıkarmak için fırsatlar kolluyordu. Artık her gece muhakkak bir çete kavgası çıkıyordu ve her gece kalbi kırık bir çıtır kızı, ağzı burnu dağılmış sevgilisinin üzerine kapanmış gözyaşı dökerken görülüyordu Fenerbahçe’de. 

[📷 Sol Arşiv, (Nostalji Arşivimden).] 

Bir yanda Türk solunun bıçkın delikanlıları, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya, Sinan Cemgil, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Taylan Özgür, Ulaş Bardakçı gibi gençler dinci ve milliyetçi akımın temsilci gençlerini karşılarına almış, ülkeyi emperyalizmden kurtarma mücadelesi veriyor, diğer yanda ise “egzistansiyalist” gençler dumanlı bir hayatın eteklerinde çete savaşlarına doğru koşuyorlardı. 

[📷 Rebel Without a Cause, 1955, (Nostalji Arşivimden).] 

Bu hırs giderek daha azdı, tavan yaptı. Kavgalar yetmez oldu. Araba yarışları başladı ve bir kangren usulü Bağdat Caddesi’ne yayıldı. Geceleri Fenerbahçe’den kopan yarışçı gençler bütün Cadde’yi dehşete boğuyor, sabaha kadar gıcır gıcır patinaj sesleriyle yarışları sokak aralarına kadar taşıyorlardı. Kimi zaman anahtarına yapılan bu yarışlarda mirasyedi ailelerin hayırsız evlatları arabalarını kaybetmiş olarak eve dönüyordu ve sabah kahvaltısında orta burjuva ailesinin mahkemesi kuruluyordu. 

[📷 Bağdat Caddesi, Selamiçeşme, 1968, (Nostalji Arşivimden).] 

Azar üstüne azar... 

Nereye kadar? 

Bir sonraki geceye, bir sonraki yarışa; ya da daha ürperticisini söyleyeyim, ailelerden ve hatta yakın arkadaşlardan bile gizlice gerçekleştirilmeye çalışılan kürtaj operasyonlarının korkusu baskın çıkıncaya kadar... 

Bağdat Caddesi’nin bazen aptal, bazen de ölümcül yarışlarına ileride bir kez daha döneceğim, şimdi naif 60’ları burada kesip biraz daha eskilere giriş yapmak istiyorum... 

[📷 Babam eski evimizin ön bahçesinde tavuklarıyla ilgilenirken, Kazasker Şakacı Sokak, (1969).] 

Oysa Şakacı’da hava çok daha kıpırtısız ilerliyordu... Ne çılgın diskotek horonları, ne haşhiş batağı, ne araba yarışları, ne de çete savaşları; bunların hepsinden uzak sakin bir hayat yaşanıyordu... 


[📷 Saros’daki yaşam merkezim, (Mart 2019).] 

Ve bunları sakin bir havada sessizce kaleme almak bambaşka duygularla yoğunlaştırıyor beni... 

Seref Sayman

Saros Körfezi, Ekim 2018, Mart 2019

 

(*) Önceki Makale: Şakacı Sokak’a Sevdalı Hümanizma Tipolojisi

(*) Sonraki Makale: Trace Back to Past ~ Geçmişe Doğru 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***