Şakacı Sokak'a Sevdalı Hümanizma Tipolojisi

 

[📷 Bendeniz, ablamın Hadımköy’den çocukluk arkadaşı Feride Çatalbaş, Hayrünisa ablam ve komşumuz Atife teyzenin kızı Serap ile birlikte, (1976).]

Bir Semtin Yaşam Damarları 

Üzüm kokan kızlarıyla... sırma bacaklı çocuklarıyla... esintilere kur yapan iğne yapraklı çamlarıyla... çiçeklerin coşarcasına umut dağıttığı bahçelerde sevdalara mevsimler yağdıran akasyalarıyla... sonra Kayışdağ göğsünde yıldızlarıyla... giriyordu gecesine mahallelerin... Ya evdeki saksı, bahçeden getirilen nemli toprak; gözlerim pencereden görünen kökleri güze serili, şimdi çıplak ve yoksul ağaçlarda, ahı gitmiş vahı kalmış pencerlerde... Sessizlik ise neredeyse evvel zaman içindekileri aydınlatıyor... 

ZAMAN DA ESKİR AMA BU TOPRAKLAR ÜZERİNDE ÖMÜR SÜRDÜRMÜŞ OLANLARIN KUTSANMIŞ MEKÂNIDIR BURALAR… 

[📷 Bendeniz, kuzenlerim Aslı ve Arzu ile eski evimizin arka bahçesinde (1976).] 

Kumral çocukluk günlerimi özlüyorum... Dalgalı saçlarımı savurduğum ilk yeniyetme yıllarımı, doğduğum, büyüdüğüm semtimi, mahallemi, sokağımı. Büyürken oyunlarına katıldığım, her yaştan arkadaşlar kazandığım, topaç salladığım, misket yuvarladığım, metal bir jant parçası veya hurdaya atılmış bir lastiği çember niyetine tekerlediğim, bisiklet pedalı çevirdiğim, bir toprak sahadan diğerine meşin top sürüklediğim, sokaklar arasında yarenlik mini etekli kızlar peşinde koşturduğum... Kırları, ağaçları, kuş seslerini... Taş duvarları, briketten ambarları, kimine göre numunelik kimine göre seyirlik has çiçek ve sebze saltanat bahçemizi, mor ve pembe salkımların yapıştığı balkonlu evimizi, kırmızı kiremitlerinden hiç kozalak eksilmeyen tavuk kümesimizi, toprak badanalı gizli mabedimizi... Evimizin dünyaları seyirlik kadar iriyarı pencerelerini... Merdiven basamaklarına itinayla boy boy dizilmiş saksılardaki fesleğenleri, hercaileri, siklamenleri, açelyaları, sardunyaları... Sokağa dikleşen yüksek bahçe duvarını kaplayan arsız sarmaşıkları, zaman zaman hüzne bağlamış küskün leylakları, papatyaları... Aslanağızları, menekşeleri, laleleri, sümbülleri, gülleri, gelincikleri. 

[📷 Annem ile babam eski evimizin ön bahçesinde, malta eriği yanında (1976).] 

[📷 Babam, Şerife Hanım teyzem (Niyazi dayımın kayınvalidesi), kucağında kuzenim Ayhan (Muhittin amcamın oğlu) yine o eski evimizin ön bahçesinde, malta eriği yanında (1979).] 

Ki o Malta Eriği Ağacı nelere tanıktır? Işıklar altında nice eğlenceli, nice şamatalı bütün konu komşu topluca yenen akşam yemekler eşliğinde tokuşturulan rakı kadehlerine, höpürdetilen köpüklü bira ve Çamlıca ya da Uludağ gazozu türlüsünden meşrubatlara... Fıkralar anlatılır herkesi gülmekten kırar geçirir, anılar döşenir birer birer kahkahalar patlar gecenin karanlığına mehtap olmuş dolunay ışıltısında... Ve şarkılar, türküler gırla gider iken biz çoluk çocuk, bahçemizin ve komşu bahçelerin tüm neşeli ayakları ateş böcekleri eşliğinde saklambaç oynamaya kalkışır en dip, en karanlık, en kuytu köşelerde kalbimizi kaptırdığımız kız arkadaşlarımıza kurlar yapardık... 

O malta eriği ağacıdır ki nelere tanık olmamıştır!!! 

Akşamları düşerken duvar tepelerine içimde umut kırıntıları, o uzun ayrılıklar. Minik kardeşlerimi çağıran sesler. Bir hat üzerinde çizgi çekerek yürüyen karıncalar; kendilerine yeni bir yuva arar gibi, usulca inen akşamı sarınırlar. Öteki uzak mahalleleri bilemem ama, her mevsim Şakacı Sokak’ına çöken, aslında sis değil, onun mantosudur, yorganıdır. Çam ağaçlarının beri tarafındaki malta eriği ağacının duruşuna bakıyorum bir süre, sonra göğün kararan rengine, asfalt yolun mor ve gökkır duruşuna. İrkilen gök içini çekiyor, perdeleri teker teker kapatanlar sızlanıyor sıkıntıdan... Güneyden topallayarak gelen lodos toz kaldırıyor, uykunun armağanı bir sıcaklıkta ve yalnızca yolda adımlarını daha bir serileştiren varlıkların gözlerine değil, yüreklerine doğru da üfleyerek. Kazasker çarşı meydanı ve Kozyatağı havuz başı hüznün tam orta yerinde ağlıyor. Kozyatağı İlkokulu, Yapıtaş Sitesi, Hilmi Paşa’dan yukarı tırmanan çayırlar suskunluğunu sürdürüyor. Daha beteri var. Şakacı Sokak’ta boğazlanmış bir yaşamın ölüm-kalım kavgası var “Yeni Yaşam Biçimi” için... 

Bunu görmek için beyinli olmak gerekmiyor. Kazasker’deki yeni hayatın annesi gecedir. 

[📷 Suadiye’de ağlarını çekiyor balıkçılar, (Nostalji Arşivimden).] 

[📷 Bostancı’da bostan topluyor bostancı başları, (Nostalji Arşivimden).] 

[📷 Erenköy’den ancak üç istasyonluk bir tren yolculuğu kadar uzaklıktaki Küçükyalı’da ufacık tefecik bir kara oğlan çocuğu kömür gibi gözleriyle sırıtarak bakıyor gökyüzüne. Biletsiz yolculuk yapmanın keyfiyle, (Nostalji Arşivimden).] 

[📷 Yapıtaş gençleri, Şakacı Sokak, (70’ler).] 

Sokaklara dağıldıkça “kurtarılmış” mahallelerin içinden geçerken her şeyini yitirebileceğini düşünür insan ve bu katiyen boşuna zahmet edilmiş bir eylem değildir. Yitip giden umutlar, ekmek kavgası, özlem ve sınırsız tutkular. 

Biz böyle miydik eskiden! Bizi birbirimize kırdıran, masumiyet teraneleri altında silahlara sarılmış siyaset düşmanlığını körükleyen... Kimdi, kimlerdi?.. Sınıf kavgası; ha, o başka... 

70’li yılların ortalarında Şakacı Sokak’ta bir kış akşamı, biz değil miydik sevda şarkılarının yanında o devrim türküleri söyleyen? 

Emek-sermaye çelişkisini sorgulayan... Halkların kardeşliğinden söz eden... İşçi sınıfının iktidarını bekleyen... Sanki hemen ertesi günü devrim olacakmış gibi pür telâş hazırlıklar içinden geçen... 

[📷 TKP-İşçinin Sesi Arşivi, (Nostalji Arşivimden).] 

Acılarımızı paylaşan, sevinçlerimizi çoğaltan bizdik... Anneydik, babaydık, kardeştik ve bizdik aynı yolun yolcuları olan... Nasır tutmuş yüreklere, askeri ve sivil faşizme, şoven milliyetçiliğe, etnik ayrımcılığa karşı direnen. Bizdik Nâzım’ın, Ahmet Arif’in, Kemal Burkay’ın, Ataol Behramoğlu’nun şiirleriyle beslenen... Bizdik Orhan Kemal’in, Yaşar Kemal’in romanlarıyla gençlik yıllarımızı geçiren. 

[📷 TKP-İşçinin Sesi Arşivi, (Nostalji Arşivimden).] 

Barut kokan havada insan ruhlarını kaldırım taşları altına gömen 70’ler böyle sarsarak geçmişti; bazıları sahneye konulan bir kirli oyunu seyrederken, kendi hallerinde iyi, muteber, eski komşular birbirlerine düşmüştü... Ceset yığılı sokaklarda halkların kardeşliğini unutup birbirini yemek için saldırıya geçmişti... Herkes bir şekilde tezgâha gelmişti. Oysaki bu sokakta yaşayan her ırktan, her dinden, her mezhepten, her renkten, her dilden insana yer vardı... Ama işin içine siyaset girince iş değişiyordu. İnsanlar futbol takımı tutar gibi örgütleniyor, örgütünü herkesten, her şeyden üstün görüyordu. Aynı safta olduklarını düşünenler bile amip gibi bölünmekten rahatsız değildiler. Birileri bizi birbirimize kırdırmak istiyordu! Ama bu feci oyunun sonunda ne kazanan vardı ne kazandıran. İşte skor tabelasında yazan: Mağlubiyet! 

Evet, hepimiz bir şekilde kaybetmiştik... 

Hâlbuki yerel mahallenin yerli sakinlerine çınarların boyundan büyük eşitlikçi sivil bir anayasanın öngördüğü bir geçinme stratejisi yeterdi artardı bile. İsteyen istediği dilde, canı çektiği şivede, arzu ettiği dinde, dinsizlikte, dilediği kültürde yaşar giderdi! Tarihi kamplara ayrıştırmada pek ünlü emperyalistlerin şölenvari oyunlarına zemin oluşturmazlar, oyunlarına gelmezler, huzur dolu yaşamlarını sürdürebilirlerdi. Yeter ki “Kazasker & Şakacı Sokak Cumhuriyeti yurttaşlarının anayasal, hukuksal eşitliği ve özgürlüğü güvenceye alınsındı... Yeter ki ayrımsız temel hak ve özgürlükler genişletilsindi... Amaç sorun yaratmak değil çözmekse, bölünmeden, parçalanmadan yaşardı hepsi. Çünkü hepsinin özel bir kimliğimi vardı: Kazasker’li ve Şakacı Sokak’lı olmak; bu bölgenin istisnai birer yurttaşı olmak! 

[📷 Kazasker Meydanı, Şakacı Sokak, Aralık 2018.] 

Ne yazık ki, 70’li yılların sonuna gelindiğinde, ben bu beylik kıvrımlı yolun her milimetrik karesinden arşınlayıp geçerken her şeyimizi yitirebileceğimizi düşünüyordum. Ve bu hiç de boşuna değildi. Böbürlenmek için söylemiyorum; tarih ne yazık ki beni fazlasıyla haklı çıkardı. Üstelik bir daha bulmamak üzere. Zaten kaybedip de yeniden bulduğunu sandığın şey, asla aynı şey değildir. Bir şeyi kaybedersin, bulduğun şey başka bir şeydir. İnsan olağanüstü meraklı bir yaratık ya illa da arar yine bulmak istediği şeyi. Ancak ben artık aramıyorum. İçimde umut kırıntıları maalesef yok bu semte ve sokaklarındaki yaşama ve aşka dair... Apartman katlarına kapanmış birbirinin içindeki insanı da aramıyorum. Gecede ısrar etmek, karanlıkta yolculuk etmeye benzer. Salgın gibi yayılan geceye inat ben gündüz aydınlığında, sabahın o ilk ışıltılarında, dedelerimin topraklarından sızıyorum kendi düşlerimle baş başa kaldığımda... 

[📷 Kazasker Şakacı Sokak, Aralık 2018.] 

Şakacı Sokak’ta, Kaya Sultan Sokak’ta, Bostancı’nın ışık sahilinde doğacak güneşi karşılıyorum... Erenköy istasyonunda köşklü yaşama merhaba diyorum... Suadiye bulvarından geçiyorum sessizce... Ayşe Kadın’da soluklanıp, Kozyatağı çayırlarına, Böcekli rezervuarlarına, başıboş köpeklerin kol gezdiği İçerenköy ve Bakkalköy’e uğrayıp, Kayışdağı’nda çam kokularını içime çekerek güneşi selamlıyorum şafak vakti... 

Sessizliğin sesiyle çoğalıyorum... Kumral çocukluk ve gençlik günlerimi özlüyorum... 

[📷 Çocukluk arkadaşım Ahmet ile Büyükada’da, (1978).] 

Dün bir çocuk vardı kapında. Esintilerde kımıldayan bir tomurcuktu o. Burnunu çekip bir şeyler düşünüyordu. Güneşli bir çocuktu. Sen, tavus tüylerinin mavi, yeşil, dönek renkleri içinde kapıdan çıktığında, çocuğu görmedin. Uzanıp dokunmadın onun saçlarına. Ellerin yalnız senin değil ki... Çocuk yıllar öncesinden sana gülümsüyordu. Bir gökyüzü arabasına doğru yürüdün. Sonra alabildiğine çiçek açmış bir badem ağacı el salladı. Onu da görmedin... 

[📷 Eligüller piknikte, Kozyatağı çayırları (70’ler).] 

Aynı göğün altında hep dinlemişimdir büyüklerimden. Ayrıca yaşadıkça gördüğüm kadarıyla da Şakacı Sokak’ta ikamet edip kuşaklar boyu hayatlarını sürdürmeleri onlar için cennette yaşamak gibi bir şeydi o yıllarda. Çünkü bu sokakta yaşayan herkes bu sokağın farklı bir dili ve farklı bir kokusu olduğunu çok iyi bilirdi ve bunların eşsizliğini ısrarla iddia ederdi. Kokuyu duyumsamak ise bambaşka bir duyguydu. Derin nefesler alınır ve “Tanrım beni hiçbir zaman buradan ayırmasın” diye dualar edilirdi. Gerçekten de böyleydi ve ister kısa ister uzun yolculuklara çıkılsın eve, “kürkçü dükkânı”na, dönüldüğünde mutlaka bir rahatlama söz konusu olurdu. Sanıldığından öte bu eve dönüş hikâyesi insanda sanki pijamasını veya geceliğini, bir çift terliğini giymiş gibi bir ferahlama duygusu bırakırdı... 

[📷 Şakacı Sokak’ın Güzide İnsanları, (60’lar).] 

Kazasker durağında inen ve Şakacı Sokak’a ayak basan sokağın portresindeki şahsiyet kendi evinin bahçesine girmiş gibi olurdu. Öyle ki hem sağındaki hem solundaki esnaf bile en içten, muhlis veyahut en azından selamlık ahbabındır. Paran olmadığında veresiye veren canciğerindir. Yolun sarmaş dolaş çizgisine sınırdaş bahçelik duvarların arkasında görünen kafalar ise gerçek teklifsiz vefakârlardır. Onlara mütenasip kuru bir selam göndermek asla ihtimal dâhilinde değildir. Ya hızlı ayaküstü sohbet edilmesi makbul sayılmaktadır, ya da derin muhabbet için davetkâr bahçede çaylı muhabbet kaçınılmaz bir davranış olmaktadır. Şakacı sokağın portresine girmiş her insan, bu çerçevede düşünüldüğünde, bundan böyle yoldan geçen herhangi bir seferi değildir... O besbelli çiçekli bahçelerin, sarmaşıklarla çevrili kamelyaların, asma yapraklarının gölgesinde herhangi mütevazı bir köşeye yerleştirilmiş oturaklarda ağırlanacak bir misafirdir. 

[📷 Şakacı Sokak’ın Pek Şakacı Çocukları, (60’lar).] 

Oyundan tüm dürüstlüğüyle başını kaldırıp sıkılmadan ve hiçbir zorlamaya maruz kalmadan, yaşadıkları ‘gazino’ya gelmiş misafirin elinden öpme saygısını gösteren çocuklar bile bu teklifsiz sosyal ahaliden sayılırlar... Şimdi düşünüyorum da ne kadar mazide kaldı tüm bunlar. 

Çünkü benim çocukluğumun ve genç delikanlılığımın Kazasker Şakacı Sokak kültürü ve yaşam felsefesi gerçekten her haliyle fevkalade güzeldi. O zamanlar bu sokağın uzandığı birçok mahallede yaşayan tüm insanları güzeldi. Tıpkı toprak kokan ara yolları, zümrüt yeşili kırları kadar güzeldi. Arada çıkan birkaç ayrıksı karakterin muhitlere baskı uygulaması, sosyal dokunun bütününe zarar vermesi asla söz konusu olamazdı. Bu türe giren tekil insanların bile arkalarında özel anılar bırakarak gittiklerini düşünüyorum. İşte çoğul güzellikten bahsettiğim şey budur. 

O zamanlar bu Sokak üzerinde karşılaştığınız herhangi bir bireyle sevgiyle söz etmek, gönüldeş bir havada konuşmak ayrıcalıklı bir keyifti. Tıpkı bu sokağın bir ucundan diğer ucuna yorulmadan, temiz havayı ciğerlere çeke çeke yürüme zevkini tatmak gibi... 

[📷 Mahallemizin Bir Komşu Bahçesinde, Kazasker Şakacı Sokak, (60’lar).] 

Şimdi dönüp zaman zaman, ben de peşime düşen anılarıma bakakalıyorum... Sık sık sözünü ediyorum çocukluğum bu sokakta geçti diye. Lütfen bunu kasıtlı bir beyin kazıma operasyonu diye algılamayın. Bu aslında benim bu Sokağa olan samimi bağlılığımı anlatmak içindir. 

Ama şu da bir gerçek... 

Ben bu sokağın bugünün izdüşümlerini sevmiyorum. Sevemiyorum. Tarih vermek gerekirse yetmişli yılların sonları travmatik bir acıma duygusunun yoğunlaştığı çöküş yıllarıdır, bununla beraber seksenli yılların sonları ise her türlü paranoyanın yaşandığı ve nihayetinde cenazenin kaldırıldığı yıllardır. Bu nedenle sahte ve dogmatik gözyaşları ile sulanan zırlamaları tatmin edici paranoyatik bir incinmeyi ya da sarsıntıyı nüfuzlu sezgileri dayanak yapan duygularımla ortaya çıkartmaya çalışıyorum. İnsani değerlerimizin üzerine çöreklenmiş yapışkan, yapmacık ve yalaka ilişkileri sarsmayı... Sarsıntılı hayatımızı körelten gerçeklik örtüsünü kaldırıp tüm sıhhatiyle önünüze koymayı deniyorum... 

İşte gerçek bu: Kazasker Şakacı Sokak o zaman bugünkü metropol yaşantısından çok uzaktı. Hiç benzemediği kadar sakindi. Sokağımızdan bir taksi ya da “hususi araba” çok seyrek geçer, herkes “Acaba bu kimin arabası?” diye pencerelere üşüşürdü... 

[📷 Mahallemizin Bir Komşu Bahçesinde, Kazasker Şakacı Sokak, (70’ler).] 

Ve işte böyle bir kırk yıl öncesinde, Şakacı Sokak ve çevre semtleri ortaklaşa bir yaşama ortamı sergiliyordu. Türk’ü, Arnavut’u, Yugoslav’ı, Rum’u, Karadenizlisi, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkes’i, Macır’ı, Ermeni’si Yahudi’si hepten birlikteydi. Renk ayrımı, ırk ayrımı, dinsel ayrımı gibi insanlığı ayrımlaştırıcı etkenler katiyen duyumsanmazdı. Bu yüzden olacak herkesin bahçesi, ocağı, kapısı herkese açıktı... Pek itibarlı medeniyet bir arada iç içe yaşanırdı... 

Kazasker Şakacı Sokak 

Evet, bu sokağın bülbül sesli bahçelerinden ve demet demet pencerelerinden yayılan çeşitli çiçeklerin rayihasıyla insana huzur veren komşuluk damarları öteden beri mevcuttu. İnsanın insanla var olduğu o yıllarda ailelerimiz hem büyüktü, hem de komşularımızla kolektif hayat daha farklı renk tonlarında yürüyordu. İnsan portreleri kuvvetli aile olmanın, toksözlü komşu olmanın ispatı, ölümsüzleştirilmek istenen hatıratların tespitidir. Kanıt mı istiyorsunuz? Bahsini yaptığım bu mor salkımlı renk tonları yaşamın içine kalıcı fotoğraflar ile girerdi. Her fırsatta, her vesileyle fotoğraf çektirilirdi. Gerçi bu fırsatlar ve vesileler bugünle kıyaslanmayacak kadar azdı ve azgelişmiş sayılırdı. Ama fırsat bulunduğunda asla geri çevrilmezdi. 

[📷 Ailemin parçaları: Babam Nurettin; annem Nevin; Semra yengem; Hayrettin ağabeyim; Hayrünisa ablam; Aslı kuzenim, Tüccarbaşı, Erenköy (60’lar).] 

Kazasker Şakacı Sokak’ın ahalisi çok sıcakkanlı insanlardı. Ama abartmadan şurasını söyleyeyim ki, esas itibariyle apartmanlaşma ruhunun numaracı insanların yakasına henüz yeni bulaşmaya başladığı döneme kadar yaşayan sakinleri kastediyorum. Yolgeçen hanına sonradan yerleşenleri veya kenarından köşesinden yanaşmaları değil. Öz be öz, süt be süt Kazasker Şakacı Sokak’lıları... 

[📷 Hayrünisa ablam, Hayrettin ağabeyimle birlikte şereflendireceğimiz sünnet düğünümüzde kuşanacağı elbise ile ön çekimde, Foto Turan, Kadıköy Çarşı Durağı, (1968).] 

Hele kızlarının çekiciliği, güzelliği, cilveliği, havasından mıdır, suyundan mıdır nedir, saf sevdayla bakanların gönüllerini büyülerdi. Eh, belki biraz abartma hakkımı kullanabilirsem eğer: hiçbir semtte bu kadar güzeli bir arada göremezdiniz, diyebilirim. Hatta Bağdat Caddesi’nde piyasa yapmaya çıkan burjuva bebekler, bu küçük-burjuva kızların tek rakibi sayılırdı!! JJ 

[📷 Validem sultan, Nevin Hanım, 12 Eylül'ün karanlık günlerinde evimizin arka bahçesinde köpeğimiz Joe’yu gezintiye çıkarmış turlarken, Kazasker Şakacı Sokak, (1980).] 

Gelgelelim bugüne...

Bugünün kadını orada değil şimdi... 

İster inanın ister inanmayın, o zamanın kadını, en eski ve karanlık günlerde dahi, laik cumhuriyeti özgürlüğüne sahip çıkardı. Umacı gibi kara çarşafa girmez, türban denilen sıkma baş cehennemine hapsolmaz, ihtişamlı endamıyla, kâh kendi el emeği ile kâh sokak sakinleri bünyesine haiz “özel terzi”nin zahmeti ile dokunmuş şık elbiselere, entarilere, eteklere, döpiyeslere bürünürdü.

[📷 Şakacı Sokaklılar bir eğlencede, (1982).] 

Sokağımızın insanları gerçekten çok olgun insanlardı. Bir araya gelindiğinde uzun süren sıcak sohbetleri, kültür bolluğunda şiir ve sanat kadar zengindi... Gönülden ve hayalden geçen tüm her şey ortaya dökülür üzerinde saatlerce konuşulurdu. Espri yeteneğini üfleyenler sayesinde tıkanmış soluk boruları anında açılır, ciğerler kahkahadan patlar, mide krampları yaşanırdı. Ne var ki, Kazasker semtinin insanları eğlenmenin dozajını çok iyi ayarlamasını bilirdi. 

İyi bir hayat sürdürmeyi ve güzel giyinmeyi aynı gökçek ve düzgün bir Türkçe konuşulması özendiriciliğinde gerçekleştirirdi. Yolun her iki yakası arasında işleyen komşuluklar ve misafirperver ziyaretler bilhassa özel günlerde gözlere bayram yaptıran büyüleyici bir defile podyumu gibiydi. Şakacı Sokak sakinleri yalnız davranışlarıyla değil, kıyafetlerinin temizliğiyle, şıklığı ile de dikkat çekerdi...

[📷 Annem, Bostancı’dan ahbabımız Fatoş ablam, Semra yengem & Yonca kardeşim (Fatoş ablamın küçük kızı), Çınarcık, Yalova, (1978).] 

Ey sokaklarında yıllarca avare dolaştığım

İçinde ilk aşkımı yaşadığım küçük şehir

Umutsuz akşamlarımda sesini duyduğum lir

Sihrinde ilk acıyı tattığım

Ey sarhoş akşamlarımın biricik tesellisi

İlk şiirlerimdeki biricik dert ortağım fener

Soğuk kış geceleri ısındığım kalorifer

Gitgide uzaklaşan tren sesi

ey en masum arzularımı gizleyen oda

Yıldızlarla dost eden küçük pencere

Her akşam gönlümün dilediği yere

Götüren sihirli araba

Ey en içli en yanık türkülerimi duymayan

rüzgârı saçlarımı dağıtan sokak

Ve ey saçı ak gönlü ak

Anneciğim pencerede ağlayan

Ah biliyorum güç gelecek sizlere

Ama artık gitmek geliyor içimden

Bir sabah masmavi bir bulutun peşinden

Dönüşü olmayan yerlere (*) 

(*) Ataol Behramoğlu, “Melankoli”. 

[📷 Hem bahriyeli bir asker, hem kaptan, hem de beyefendi bir insan örneği, komşularımızdan Turhan Eligül, Kazasker Şakacı Sokak (1960’lar).] 

Bebekliğim, çocukluğum ve delikanlılığım, erkeğin de, kadının da pirüpak, intizamlı ve havalı giyindiği bir masal beldesine benzeyen bu Sokak’ta geçti. Yolda birkaç berduşun ve aklını yitirmişin dışında saçı sakalına karışmış derbeder insan pek görülmezdi. Daha sonraları buralara akın eden rastgele çoğalmanın yarattığı itiş kakış dönemi, eski Kazasker sakinlerinin o düzenli, kafadar ve geleneksel efendiliğini de bilinmeyen bir tarihte silip süpürdü... 

Billur gibi sakalları ve muntazaman taranmış saçları ile tertemiz giyimli, aydınlık çehreli, emekliliğini kendine özgü ibadetiyle geçiren o güzel Şakacı Sokak ihtiyarlarına da artık rastlamak mümkün değil. Kazın ayağı şimdilerde başka... Oysa dediğim gibi, Kazasker kadını ve erkeği ile o zamanlar çok güzel yaşlanırdı vesselam... 

[📷 Özgün Şakacı Sokaklı şahsiyetlerden Mehmet dedem, (gençlik yıllarında).] 

Seref Sayman

Saros Körfezi, Ekim 2018, Mart 2019

 

(*) Önceki Makale: Şakacı Bir Dünyada Devrimci Olmak

(*) Sonraki Makale: Şakacı Sokak Penceresinden Yıllar Geçiyor 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***