Karalar Bağlamak Değil Derdim


Geçmiş karlı İstanbul'da eski bir mahalle yaşantısı...

Şakacı Ruhu 

Kendi hayatıyla ilgili, ve hatta anne & baba tarafımdan köklerimin en derin çevresine inecek kadar, epeyi nostaljik birisi sayılırım. Bu bahaneyle 2008 yılında oluşturduğum “Nostalji İnsanı” web sitemi 2017’ye kadar kesintisiz çalıştırdım. Ve fakat 2017’de hayatımı yenilemek üzere aldığım sübjektif bir kararla “Nostalji İnsanı”nı kaldırdım ve yerine daha çok anılarla yaşadığım ve yaşatmaya kararlı olduğum bir gezi platformunu, “gEZENTİ bİSİKLET” adlı Blog kanalımı oluşturdum. (Şu anda burada konuğumsunuz.) 

Bu süreç içerisinde kendi geçmişimden kalan ışığı sönmüş birçok şeye ve/veya insana elveda dedim. Hatta bu veda edişlerin insanı hafifleten, özgürleştiren bir yanı olduğuna gönülden inanmaya başladığımı itiraf etmeliyim. Geçmişin kayda değmeyen kimi “hayaletlerini” zihinde taşımanın; anlamını, derinliğini yitirmiş ilişkilere tutunma çabasının, bugünü açıklamayan söylemlere/kuramlara yapışıp kalmanın, kısaca geçmişte yeri olan ama bugüne anlam vermeyen, sıcaklığını, derinliğini, güzelliğini, ışığını, canlılığını yitirmiş her şeye veda etmenin sağlıklı olduğunu düşünmeye başladım. 

Vedalarda bir başka etkileşim de yitirdiklerime dair... Ölülerimizi gömeriz. Gömmemiz gerekir. Ancak beni diğerlerinden ayıran en önemli özellik ben yitirdiklerimin yaslarını tutmam. Dini ritüelleri sevmem. Ateist olduğumdan değil. Çocukluğumdan beri bu böyledir. Cenaze törenlerini ve sonrasına dair taziyeler benim penceremden içeri giremez. Hatta çoğu kere “baş sağlığı” dileme trajikomikliğinden mümkün mertebe kaçınırım. Ne var ki, ölenlerin anılarını onurlandırmak benim için onları hatıratlarımda yaşatarak diri tutmaya çalışmak en sağlıklı olandır. Bir şekilde yaşanmış gerçeklikler ve o yaşanmışlardan travmatik izler bırakan anıları, insanları, geçmişin izlerini anlamaya çabalamak bana göre çok önemlidir. Bilirim ki bir zaman sonra onlara da veda edecek olmamın buna bir engel oluşturduğunu veya oluşturacağını söyleyemem. Kimi olumsuz yaşanmışlar arasında birilerini illa affetmem gerekmez. Hiçbir şey yazmama mani değildir. Hiçbir merhamet, kibir, çekişme, antagonizm, keşmekeşlik beni yolumdan, yazacaklarımdan geri çeviremez. Ve bilirim ki nostaljik anılar, her daim yaralarımı iyileştirir, matem havasını sonlandırır ve yoluma bildiğim yoldan devam ederim. 

Ve bununla birlikte şimdi biraz özelden sıyrılıp Şakacı Sokak temelinde genelleştirecek olursam... 

Sağlıklı olan bir sokak ve ona bağlı mahalleler düzleminde geçen mazinin “güzel yaşanmışlıklarını yaşatabilmek” düşüncesidir. Emek verilmesi gereken ve anlamlı olan dünün güzellikleriyle kurduğumuz “bağdır”. Bugünden çok önceki Şakacı dünyanın ve havalisinin sözlerindeki, estetiğindeki, mimarisindeki, melodilerindeki güzellikle, zarafetle kurduğumuz o bağ! Çünkü o güzellikler öz suyumuzdur. Bu öz suyundan besleniriz. Ondan ilham alır, onda anlam buluruz. Bugünümüzü onun üzerine inşa ederiz. 

Ya da en azından ben böyle hissediyorum, öyle hissetmeye gayret gösteriyorum. 

Ve ne tuhaftır ki, geçmişin “hayaletlerine” sıkı sıkıya sarılmış, hınç, öc ve öfkeyle dolu bu Şakacı toplum geçmişin güzelliklerine karşı ne kadar da “kayıtsız”. Bütün travmalarını birer “kan davasına” dönüştüren bu toplum konu güzelliklerin yaşatılmasına geldiğinde ne kadar da “duyarsız”. 

[📷 Khalkedon Antik Kenti kazı çalışmaları, Haydarpaşa Garı, Kadıköy, (Nostalji Arşivi).] 

Yıllar, yılar öncesinin Khalkedon dünyasının Şakacı Sokak’a ve yakın semtlerine miras bıraktığı güzelim binaları, sokakları, doğası, insan ilişkileri gün be gün gözümüzün önünde yok olurken/edilirken bu sokağın, bu komşu mahallelerin kalabalıkları ne kadar da sessiz, söylemsiz, tepkisiz! 

İnsan yüzlerce yıllık binalarıyla, mekânlarıyla, sokaklarıyla, doğasıyla yaşayan Avrupa şehirlerinin varlığına şahitlik ettikçe Şakacı Sokak’ın ve çevresinin yok oluşu karşısındaki şaşkınlığı ve hüznü daha da artıyor. 

[📷 Mahallemizin en eskilerinden, bir hayat boyu komşumuz, Güzin ablam, Kazasker Şakacı Sokak, (Şubat 2010).] 

Şakacı Sokak’ta oturan veya başka yerlerde otursalar da bağlarını hiç koparmamış olan çoğu tanıdık Şakacılı’dan şu sözleri sıklıkla duyuyorum: Kazasker’i, Şakacı’yı, o eski mahalleyi çok seviyorum. Beş nesildir Şakacı Sokaklı bir ailenin üyesi olarak onlara dönüp sormak istiyorum: Hangi Şakacı? 

Kendi parodisine dönüşmüş, “kitsch” bir semttir bugün Kazasker Şakacı Sokak... Kendisine ait olmayan sesler, renkler, ucube beton binalar, çirkin gökdelenler, söylemler ve ‘canavar’ insanlar tarafından istila edilmiş bir sokak... Sınır tanımayan bir kanser hücresi gibi hızla, fütursuzca yayılan, kendi sonuna doğru koşan, sınırı olmayan “distopik” bir sokak... ve onu çevreleyen mahalleler, semtler bütünü... 

[📷 Kazasker Şakacı Sokak, (Aralık 2018).] 

Şakacı Sokak’ı Şakacı Sokak yapan; bırakın antik Khalkedon halkının Kadıköy’e etkisini, yüzlerce yıl süren Osmanlı tarihini bir kenara bırakın, Cumhuriyet tarihinin izlerini, o ilk yerleşimcilerin hatıralarını bile silmiş “hafızasız” yığınların Kadıköy Yakası’nın rant kaderine terk edilmiş bir sokağı!!! 

Siyasal ve toplumsal paradigmanın bu sokağı (tıpkı benzerleri gibi) sadece “ranttan” ibaret gördüğü kesin. Ya sokaktaki insanlar, Şakacı Sokak’ın bugünkü nitelik ve nicelik değiştirmiş ‘yeni’ yerleşik nüfusu? Ya sokağı çevreleyen diğer mahallelerde, semtlerde yıllarca birlikte oturduğumuz insanlar, komşularımız? Nerelisiniz denince “Şakacılıyım” diyen yüzler, binler, on binler? Çağın ruhundan paylarını almış, parayla düşünen, parayla soluyan, parayla varlık, statü, değer sahibi olan ancak tarih, mimari, semt ve sokak kültüründen bir haber, hafızasız, değersiz olanlar! Ünlü bir karikatüristin (Behiç Ak) çizdiği bir karikatüründe esprili bir bakışla tanımladığı gibi tarihi bağlarını, bostanlarını, bahçelerini, evlerini, eski binalarını, avlularını, Şakacı Sokak’ın son kalan doğa parçalarını: ağaçları, parkları, çayırları, yeşillikleri sadece parayla kıymet biçilebilir bir “arsadan” ibaret görenler... Gezi Direnişi sürecinde bu ülkenin “duyarlı yüzünün” ifade etmeye çalıştığı gibi bir gudubet apartman uğruna “gölgesini satamadığı ağacı kesenler”... 

[📷 Muhittin amcam, eski evimizin ön bahçesinde, Kazasker Şakacı Sokak, (1969).] 

Kış, Kazasker’deki evimizin muhteşem bahçesine lodoslarla beraber gelirdi. Kocayemiş ağaçlarının çamlarla birleştiği ön bahçenin poyraz tarafında ise çok güzel, enfes bahçeli evler vardı. Kimi tek katlı, kimi iki, bilemediniz üç. Ama hepsi içinde mutlaka çiçekleri, çiçek saksıları, avluları olan bahçeli evlerdi. Bizim bu ön bahçenin sokağa paralel uzayan kocaman bir taş duvarı ve iki kulesiyle yola açılan zümrütten ahşap kapıları vardı. Bahçe kot farkından dolayı sokağın altında kalıyordu. Bununla beraber büyük bir kömürlük, yine fırdolayı bir tavuk kümesi, ağaçlara tünemiş çeşitli kuşlar ve havada uçuşan renkli kelebekler vardı. 

Adaların üstünden lodos aştığı zaman, bizim bahçenin evlerinde sessiz bir hayat başlardı. Evler diyorum, çünkü hem ön, hem arka bahçede inşa edilmiş iki temel yapı kendi içinde bölmelerle ayrıştırılmış, müstakil kısımlar oluşturulmuş, bu özgür hanelere dedemin kiracıları yerleştirilmişti. Ama bizler incitici bir sözcük olduğunu düşündüğümüzden onlara ‘kiracı’ demezdik. Zira hepsiyle öylesine içli dışlı birer komşuyduk ki! Çocuklar hep birlikte büyüyor, kocamanlar ise aynı sevinçleri, kederleri paylaşıyordu. Her birinin ayrı kapısı bulunan bu evlere gelenin gidenin sayısı bir hayli idi. Yıllarca orada sadık bir şekilde oturanların nimetşinas (vefalı/sadakatli) ruhu da oradaydı. 

[📷 Kazasker Camisi, Kazasker Şakacı Sokak, (Aralık 2018).] 

Lodos estiğinde göçler uzaklaşmış olurdu. Sobalar tıkanmış, banyolar sökülmüş, çocuklar küskün ve kadınlar hayatsız dururdu. Küçük odunlar yer yer odunluklara çekilmiş bulunurdu. İşte balık zamanı bu zamandı. Kocaman gır gır kayıkları Suadiye ve Bostancı sahillerinde kıyıya yanaşırlar, torik ile palamut mendirek ya da iskele etrafında bütün gün döner dolaşırdı. Mahallemizin kocaman cüsseli bir balıkçısı vardı. O da sala veren yoğurtçular gibi boynuna astığı kalın tahtanın iki ucunda sallanan kefelere bu balıklardan koyar, sokak sokak dolaşarak balık satardı. Durmadan evlere balık taşır, kendi yuvasına da para pul, birkaç kilo un, birkaç kilo et götürürdü. O sene kış ne kadar fazla olursa balık da o nispette az çıkardı. Balığın az, kışın çok olması günah çıkartan Kazasker Camisi’nin imamını bile düşündürürdü. 

[📷 Hayrettin ağabeyim ile birlikte Açıkhava Balık Lokantasında, Antalya, (Temmuz 2011).] 

[1997-2012 yılları arasında yaşadığım Antalya’da lodos ya var ya yoktu; fakat lezzetli balık neredeyse hiç yoktu. Varsa yoksa yetiştirme balık satılıyor, hem de utanmadan “deniz balığı” diye yutturmaya çalışarak. Deniz bitmiş, insanlık bitmiş, sahtekârlık diz boyu idi.] 

Dediğim gibi mazinin o havalı yıllarında Bostancı ve Suadiye’de denizden balık çıkarmak bazen çok güçtü. Zaten deniz kadar meçhul bir şey var mıydı? Kim bilir oltaların yetişmediği, ağların serpilmediği denizlerde ne tatlı, güzel balıklar; ne haşin, yırtıcı, hayal edilmez canavarlar vardı. Ama kış ne kadar çok, ne kadar uzun olursa olsun; balık ne kadar az çıkarsa çıksın; yine yaz, bildiği gibi mahrumiyetlerin içinden kafasını kaldıracak ve onu bekleyenlere gelecektir. 

İşte ben de köklerimin hikâyesini böyle ucu bucağı belli olmayan bir denize benzetiyorum. Bazen bir sığlık içindeyim, bazen çok derinlerde. Kimi vakit ilham kaynağım çok geniş, kimi vakit kayıplarda bir ruh halindeyim. Şimdi ise gözleri geçmişe mütenasip kapama zamanı... Eskiye dönme vakti... 

[📷 Şakacı Sokaklılar bir eğlencede, Soldan sağa: Hayrünisa ablam, annem & babam, (1982).] 

[Burada anlatmak istediğim kök karakterlerin derin biyografisi değildir. Daha ziyade şecere mantığı çerçevesinde: “Kökler kimdir, kimlerdendir? Kim kimin fesidir? Nasıl bir akrabalık zinciri içindedir? Kim kimle evlenmiş, hangi çocukları, torunları olmuştur?” gibi sorulara cevap arayan bir denemedir. Köklerim hakkındaki gerçekleri açıklarken, öne sürdüğüm görüş ve düşünceler ya da savunduğum tezler tamamıyla şahsıma aittir. Bu konudaki görüşlerimi, kesin kurallara varmadan, kanıtlamaya kalkmadan, okuyucuyu inanmaya zorlamadan anlatmayı yeğliyorum.] 

***…*** 

Sorgulayıcı, Şakacı & Mutlu 

[📷 Sünnetlik fotoğrafım, (1968).] 

Her şey hayatı sorgulamamla başladı. Bebekken anlaşılmaz agucuk-gugucuk sesleriyle neler sorduğumu aile büyüklerim de dâhil kimsenin bilmesine imkân yok ama bakışlarımla, ağlayışlarımla gülücüklerimle dünyaya mutlaka bir tepki verdiğim gerçeğini kim yadsıyabilir ki. 

Emin olduğum esas soruşturmanın ve hayatı denetlemeye kalkışmanın alfabeyi çözdükten sonra geldiği. Nasıl unutabilirim ki? Dedemin elimden tutup Erenköy’ün dışına gezintiye götürdüğü, dönüşte fayton tepesinde ona yanında eşlik eden yol arkadaşının kendisine sorularla neler çektirdiğini? 

Cemile babaannemize ve Saliha anneannemize ziyaret amaçlı her gidişimizde kucağında oturduğum babamı nasıl soru yağmuruna tuttuğumu? 

Evdeyken oyunlarla karışık sorularımla ablama dünyasını nasıl daralttığımı? 

Ufakken de öyleydi ama ergen yaşlarımda daha da fazla; Hayrettin ağabeyim benim dünya merkezine oturtmaya çalıştığım sorgulamanın hem patronudur, hem işçisi, hem müteahhididir, hem inşaatçısı, hem mimarıdır, hem filozofu. Sorular en çok ona sorulur, cevaplar da en çok ondan gelir. 

[📷 Kazasker Şakacı Sokak’tan çocukluk arkadaşım Siyami Eligül ile birlikte, Eskihisar Kalesi, Gebze, (Nisan 1978).] 

Onlu yaşlarımın ortasından itibaren, “Şakacı Dünya”da akla gelen karmakarışık suallerle bunaltma zamanı arkadaşlarıma gelmiştir. 

Neden geleceğe dair umutlarımız arızayı gidermekten çok arızalara maruz kalmamıza neden olmaktadır? Niçin bazı hayallerimiz çaresizdir? Neden kalbimiz ulaşamadığı biri için ağlamaktadır? Niçin hayatın bizlere neler öğreteceğini görmek istemiyoruz? Neden zayıf bir ümit ışıltısı bize serap gibi görünür? Niçin gerçekle karşılaştığımızda cesaret ihtiyacını duyarız? Neden sadece gülümsemiyor ve yolumuza devam etmiyoruz? Niçin kendimizi acı çekerken iyi hissettiğimizi düşünüyoruz? Neden kanatlarımızı açamıyor ve uçamıyoruz? Niçin dünyayı kocaman kollarını bize doğru açarak çağırdığını göremiyoruz? Neden hep yaptıklarımızın üstünü örtecek şeyleri aramakla vakit harcıyoruz? Niçin etrafımız kılık değiştirmiş ‘iyi niyetli’ kişilerle çevrilidir? Neden giydiklerimizi çamura bulamaktan çekiniyoruz? Niçin dünyamızı pisliklerden kurtarmak için ölmemiz gerekiyor? Neden yaşamın renkleri böylesine taklit? Niçin sadece kendimiz için yaşayamıyoruz? Neden üzüntü daha çok ağrıtıcıdır? Niçin gülümseyiş daha az sürendir? 

Ya siz maske takmış sınıf arkadaşlarım, haydi yağlı boyalarımızı çıkartalım, kurallardan kural çıkartan resim hocamızın despot kurallarını yıkalım, gökyüzünü dilediğimiz renklerde boyayalım. Görelim bakalım kim haklıymış? Bir değil kırkın üzerinde farklı tonlarda gökyüzü çıkacaktır meydana. 

Yapın ve hayallerinizin hayatını yaşayın, sevgili arkadaşlarım!!! 

[📷 Şakacı Sokak, (Eylül 2010).] 

Gelişigüzel Kafalama:

Şakacı Dünya’nın genç halkı olarak biz küçükken bize büyüyünce ne olmak istediğimizi soranlara şu yanıtları verirdik: doktor, pilot, öğretmen, mühendis, anne, baba vesaire vesaire...

Kimsenin aklına işçi olmak, köylü, çiftçi olmak gelmezdi.

Bugün bize aynı soruyu sorsalar herhalde tek cevabımız “MUTLU” olmak olurdu. 

[📷 Yapıtaş, Şakacı Sokak, (Şubat 2009).] 

Gelişigüzel Kafalama:

Hayattaki çoğu şeyler kaynayarak suyunu çektiğinde sadece tek bir şeyi özetler: ÇILDIRMAK. Elbette bu canı çekmek, istemek manasında. Şakacı Dünya milleti de bu gidişata ayak uydurur çünkü ya onu ya bunu canı çeker. Genellikle bir isteğin yerine getirilmesi mutluluğa işaret eder. Haz duyulur. Ama mevzubahis Şakacı Dünya olunca, onun için, bir isteğin diğer bir isteğin başlangıcı olmasına, onun da bir diğerine ve ötekine neden olmasına işaret eder. İsteklerin vahşi çemberi asla tükenmez. Ki bu da sonuçta memnuniyetsizliğe kadar dayanır. Ama aklımıza yatmayan sorulacak şu soru ile kafa bulabiliriz. Mutlu olmak için ne istediğimiz ne zaman başlamıştır? Cevabını bilen bir Şakacı Dünyalı varsa beri gelsin. 

[📷 Kozyatağı, Şakacı Sokak, (Şubat 2009).] 

Gelişigüzel Kafalama:

Şakacı Dünyalı için tüyolar... Hayatınızın 3 önemli şeye ihtiyacı vardır:

1) Alın... Yolunuza çıkan her öğrenilmesi gerekeni hayatınıza katın. Her hadisenin iyi ya da kötü mutlaka içinde saklı olanıyla bir dersi vardır. Hatalar gelecekte nasıl kaçınmanız gerektiğiniz size öğretecektir. Başarılar ise bir işin ardındaki sıkı çalışmayı size hatırlatacaktır.

2) Uyun... Hayatın size sunduğu değişimlere ayak uydurun, kendinizi ortama adapte edin.

3) Heves duyun... Bir şey ortaya çıktığında can atın, talip olun. Yaşantınızı çekip çevirecek imreneceğiniz büyük amaç içinde gizlidir. 

[📷 Kozzy çevresi, Şakacı Sokak, (Aralık 2018).]

Gelişigüzel Kafalama:

Yaşam ne zaman Şakacı Dünyalı’nın önüne can alıcı bir sorun koyar, meydan okursa... Rahatsız olup şöyle ah vah çekmemeli: “Of, bu da mı başıma gelecekti? Tanrım, niçin ben?” Bilakis, ağır başlılıkla gülümsemeli ve şöyle çıkışmalı: “Vay be!! Dene beni!!” Daha kibar bir deyişle, ‘bana bir fırsat verebilirsin’ ya da ‘bana söyleyebilirsin’ demek oluyor bu. 

[📷 Keserci’den Şakacı Sokak’a inen Hilmi Paşa Sokak, (Aralık 2018).] 

Gelişigüzel Kafalama:

Hayat güzeldir ve hayatın güzelliği onun basit, gösterişsiz olmasındandır. Şakacı Dünyalı onu ne denli karmaşık hale getirmeye çalışırsa, o denli çirkinleştireceğini de bilmelidir. E, öyleyse, hatırlatmakta fayda var: Hayatı basit tut, ahbap!!! yahut Vidaları gevşet, Cevdet!!! 

***…*** 

[📷 Beşinci Jenerasyonun Temsilcileri: Şakacı Sokaklı 3 Kardeş, Fener Sokaklarında, (Aralık 2018).] 

Şakacı Dünyalı yaşanan her şeye masaldaki gibi dokundurur... 

Üzerinde yaşadığımız dünya nedir? Ufak bir çocuk buna ‘bir top’ diyecektir. Gözü açık bir genç şöyle mırıldanacaktır: ‘fırsatlarla dolu büyük bir boşluk’. Yetişkin biri ise tecrübesini konuşturacak, ‘çeşitli teknolojilerin, bilimlerin, keşiflerin doğum yeri’ gibi uçuk bir laf edecektir. Yaşlı bir Şakacı Dünyalı, ‘hayat deneyimlerinin bir küresi’ diye ısrar edecekken, mahalleye yabancı biri, ‘sizin küçük dünyanızın anlayamayacağı kadar büyük bir gezegendir’ diyerek komik yürüyüşünü sürdürecektir. 

Bana sorsalar yine kafa karıştırırdım herhalde... 

Herkes az mutluyken çokça mutsuz. Kiminin çok parası var, kiminin cebi delik. Kiminin işi gücü var, kimi işsiz, aylak. Kiminin aşkı var kimi aşkı yaşamayacak kadar kör. Bazısı her şeye sahipken, bazısı her şeyi hiçlerle doldurmaya çalışmakta. Okuduğum kitaplarda, işlediğimiz derslerde, ta ilkokul sıralarda edindiğimiz bol resimli Hayat Bilgisi’nden beri ilkel hayatın neşeli günlerini anımsıyorum. Nasıl da mutlular, bir taşı oyacak aleti bulduğunda, karnını doyuracak bir avını zıpkınlayacak mızrağı el emeği ile yaptığında, çiğ etten kurtulduğu ve ısınmak için yaktığı ateşin etrafında toplandığında. Hayat cehaletle dolmaya, cahiller dünyayı ele geçirmeye başlayınca her şey değişmeye başlamış. İnsanlar birlikte yaşamayı becerirken birbirlerini öldürmeyi öğrenmişler. Hem de adına mülkiyet denilen ucube adına. E, kısa sürmüş mutluluk tabi. Şimdi mülk sahibi olanlar şanslı ve mutlu, mülksüz olanlar zavallı ve sorunlu. Yine de hayatı iyi anlamak lazım. Yaşamı sevmek insanı sevmekle başlar. Ve hayat her şeye rağmen hâlâ mutluluğu bulabileceğimiz sırlarla dolu. 

İnsanın gelişmesi kıskançlığı doğurdu; bu doğru. Aynı zamanda nefreti ve Kızılderililerin dediği gibi diğer ‘kötü ruhları’. Gerçek mutluluk tüm bunların arasında kayboldu. ‘En güçlünün hayatta kalma’ ilkesi oldu ‘En zenginin yaşamasını sürdürmesi’. Napolyon’a özenenler sardı piyasayı: ‘para-para-para’. Her yerde para. Her şeyde para. Mutlululuk, mutluluk nerede? Hiçbir yerde!

E, o halde, fısıldayın kulağıma: “Dünya nedir ve nerededir? 

Vesaire... vesaire... 

[📷 Pire🚲 ile İstanbul Turları, Fenerbahçe, (Ağustos 2018).] 

Seref Sayman

Saros Körfezi, Ekim 2018, Eylül 2020

 

(*) Önceki Makale: Dipsiz Gibi Görünen Yere

(*) Sonraki Makale: Memories, What For? ~ Anılar Ne İçin? 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***