Yaşamın Kıyısında Bir Başka Çelebi Yolcuyum


Trakya'dan İstanbul'a pedallarken...

Susuz, matarasız, yakıtsız ve miğfersiz, hâl-i pür perişanlıkta asfalt eriten sıcağa fazla dayanamayıp Dragon Çayı’ndan (Maltepe, Dragos) geri dönmeye karar verdiğimde... Hayalet gibi önümde dizilen Kumcular ile çimento fabrikasını geçtikten sonra kıyı şeridinin en ıssız yerinde ani fren cıyaklaması ve zorunlu bir mola... Sezmiştim aslında. Kuzu kuzu celepleri süzdüm. Gık diyemeden, “İn ulen, ...!” dediler. Dobra insanları her zaman takdir etmişimdir, tabii ne istediğini bilmek önemli, adi bir kopil olsan da. Zebanilerin arasında postu deldirmeye hacet yok. Kulakları çınlasın pek sevdiğim Niyazi dayımın ama, “Gitti pisiklet yolun(d)a Niyazi,” diyecekler ardımdan. Ki o vakti zamanıyla ortam ortaya karışık fırında sütlaç gibi. Sol sağa çakıyor, sağ da sola. “Abisi, ne solcuyum, ne sağcı, bir bisiklet sevdalısı, gezme düşkünüyüm ben,” desen de çıkarı yok bu işin. Öyleyim desen de çakıyorlar adama, böyle desen de... Otur oturduğun yerde diye tutturuyor anam, gidip durma uzaklara. Bak abine söyleyeceğim kaçıp durduğunu. Hımmm... Abi deyince akan sular bile durur... Ama bu sevda da bir başka yahu. Kıçının üzerinde otur demelerine fena bozuluyorum hani... 

Neyse; ağzımı burnumu kırdırmak da astarı yüzünden pahalıya geleceğinden, üstelik babamın çalıştığı Kartal Hastanesi’nin ünlü tanıdık doktorları bile darmadağın olmuş Sadri Alışık-vari perişan halime derman olamayacak, John Nash’ın kazan-kazan (win-win) kuramını benimsemek bir an için çok daha akıllıca göründü, aslında böyle meseleler karşısında kolay kolay burnumdan kıl aldırmayan sol beynime. 

Bittabi, o ‘öyle bir geçer zaman ki’ vakitlerde bisiklet yolu taşıt yoluyla aynı rakımda, tretuvarın altında (eğer o da varsa tabii) kalıyordu. Ekip ruhu gibi bir şey işte. Şimdi piknikçi atsan düşmeyecek yerden çok az dört teker geçerdi. Ete susamış bu etobur piknikçi tabakası, vesikalı hayat insanlarını bile mangalda kızartıp kemiksiz götürürdü. 

Evet, asla gönül fermanımı dinlemeyip, çokça laf attığım birbirinden güzel kızları yüzünden topuklu ayakkabılarını mızrak gibi kafama sallayan analar da oldu, eline geçirdiği bir dal parçasıyla peşim sıra kovalayan babalar da... Yol gezegenim üstünde çamlık altlarında Hıdrellezvari piknik yapanlara ise sözüm olamazdı. “Ağaya beleş” deyip lezzet-i ikram teklifinde bulunmaları herhalde buna başat sebep olacaktı. “Çek çıkar beni bu hayattan, turuncu atlı prensim” tezahüratları çoktan geride kaldı. (Turuncu deyişimin sebebi o zamanki bisikletim –fotoğrafta görünen- Orkide’nin rengi portakal olduğundan.) Biz büyüdük ve kirlendi dünya. Tüm çocukluğumuzun, ergenliğimizin üzerine beton döktüler. Tıpkı karne günleri yaklaştığında okuldan sıvışıp yüzmeye gittiğimiz Güzelyalı kumsalının asfaltla kaplanması gibi. Suadiye’yi, Bostancı’yı, Süreyyapaşa’yı hiç saymıyorum bile... 


[📷 Fotoğraftaki bisiklet elbette Pire🚲 değil, Bisan’dan 1974 model Peugeot, kadrosu portakal kabuğu renginde, yani turuncu, adı da “Orkide”; ağabeyimden bana miras en değerli hazine. Fotoğraf eski bahçemizden, takvimler 1978 Mayıs’ı gösteriyor.] 

Hikâyenin devamını merak ediyorsunuz değil mi? Güzel... Fakat ona ileride döneceğim. Şimdi böylesi anılar vardır ki insan belleğinden kazıyıp çıkarasın, ne mümkün!!! 

Sahiden, belleğe kazınmış bazı anılar vardır insanı bir başka evrene taşır; yaşamın içinde dolaştırır... O anılar sevgi bahçeleri gibidir... Her çeşit çiçek, ağaç vardır o bahçelerde... Elbet insan da vardır... İnsan, ilerici ve heveskâr nitelemelerin sıraladığı, hem öğrenci, hem emekçi, hem gezenti, hem sokak, hem dünya aşığı, hem mücadele insanı, hem mesleğinin erbabı, hem yönetici, hem de edebiyata sevdalı biri olursa biriktirdiği bir demet anı çiçeği şehirleri saran dağ yamaçlarından, gündöndülerin donattığı Trakya’nın, Anadolu’nun bozkırından, büyük kentlerin sokaklarına taşınır... Ve bu söylediğim nitel karakterler yurtdışına taşar kâh öğrencileşir, kâh işçileşir, kâh her şeye sevdalanır, kâh mali müşavirlik uzmanlığında memurlaşır, yürütücüleşir, kâh aşk böceği gibi çiçekten çiçeğe konar, kimi zaman da edebiyattan kopmaz ise kaynaştırdığı bir buket hatıra tomurcuğu muhteşem şehirlerin bulvarlarına süzülür... Yüreğin kulak kesilmiş bir yerinde beyaz bir patika üzerinde suyun, havanın, doğanın doğal resmidir vesikalı yaşananlar... Sevginin o güzel türküsüdür... Sevdanın evlerden bahçelere habersizce sızan o muhteşem şarkısıdır... 


[📷 Annem ile eski evimizin arka bahçesinde (1983) ~ şu dip düzlemde ne babamın turfanda bahçesinden eser kalmıştır, ne de o güzelim ağaçlardan; ev ise dozerlerin altında kalacağı günleri saymaktadır.] 

Şimdi anımsadıkça alacakaranlığın sesiyle irkilirim, sessizliği yaşama katık ederim... Bir yaşam, bir felsefe... Darbeli çocukluk yılları... Baskıların arttığı, demokrasi ve özgürlüklerin kısıtlandığı uzun ara dönemler... 1960’lı, 1970'li, 1980'li ve 1990’lı seneler... Gökyüzünde yalaz ışıkları aradığım zamanlar... Yaşamı, sevinci, umudu yolculuğa çıkardığım anlar... Geçmiş günlere uzanırken doğup büyüdüğüm semtimdeki o fısıltılar, bir ömrü ilkbahar akasyalarıyla ya da sonbahar sarmaşıklarıyla buluşturuyor. Bir asma çardağı altında kurduğum pembe düşler, mavi özlemler, koyu lacivert tutkular... Duyumsamak ve akla sır erdirmek... 


[📷 Eski bir köşk fotoğrafı.] 

Çevre değişir, bozulur, yıkılır, yerine yenileri yapılır. İnsan gelir, insan gider. Her yeni izlenim bir öncekini gölgeler, hatıralar kalır, sonra unutulur. Ama sokaklar geçmişten günümüze taşıdığı sosyal ve kültürel değerleriyle yörenin penceresini çizer. Hayatlar saklıdır her birinin içinde, neşe kavuşma, gözyaşı, acı, elem, paylaşma, yeni bir başlangıç gibi... Tıpkı Şakacı Sokak ve onu çevreleyen komşu yakın semtler üçgeninde olduğu gibi. 

Ve işte mevsimlerin gururunu okşayan bu derlemede sevdalardan seviler yarattığım “Kazasker”imi ve onu baş tacı eden “Şakacı Sokak”ımı, kendine özgü o muteber yakın çevresiyle birlikte huzurlarınıza getiriyorum. “Tarihimde hayal olmuş gerçekler” ile kaybolan, değişen, özelliğini, anlamlarını yitiren semtimi, sokağımı, kenar mahalleleri, komşu evlekleri, mahalle sakinlerini... Çocukluğumun, delikanlılığımın ve yetişkin hallerimin mekânlarını... Her caddesine, her sokağına kendimden bir şeyler katarak... 


[📷 Doğduğum Yere Turu, Temmuz 2017.] 

Aradan yıllar geçerken birçok şeyi de beraberinde dönüştürmeyi başarmıştı. Peki değişen salt zamanlar mıydı, yoksa insanlar mıydı? Ya çevre, sosyal bağlar, toplumsal ilişkiler? Bunların hepsi dönemin “icapları”na göre değişmişti işte. Geriye baktığımda haraptı kimi mahallelerim, sokaklarım, yoksul ve mutsuz; yarınından umutsuz. Tanımak zordu ya evecen yerleşmelerde ya da telaşlı gezmelerde; ben hep sevdim onları yine de... 


[📷 Kurbağalıdere yanında kaderine terk edilmiş tarihi bir köşk daha (şu anda -Aralık/2020- yeni sahiplerine kavuşmuş mudur, yerine bir beton çöplük kondurulmuş mudur, bilmiyorum; Kızıltoprak, Nisan 2017.] 


[📷 Şakacı Sokak’ta ahşap bir yapı; Hilmi Paşa’da Cengiz ağabeylerin oturduğu ev.] 

Bazı semtler vardı ki gereğinden fazla feminindi, yaptıklarıyla yakmıştı, acıtmıştı... Yanıp kavrulmuştum sokaklarında, kavrulmuştu bedenim... Zaten bir semt hemen açmazdı kendini size; kucaklaşmak için keşfedilmeyi beklerdi, dirhemle sunardı maharetini; gömülü kusurunu gizlerdi. Ben de ister istemez yanıklarımı buzlu bakışlara bırakmıştım... Hepsi bir birinden habersiz varlıklarıyla inşa etmişti mahallelerimi... Birinin çıkmaz sokağı vardı, umarsız kalamazdım bittiği yerde. Karanlıklara kapatamazdım kendimi bir yerde... Bir diğerinin festivali beklerdi, en renkli halde... Ben ne zaman sussam semtlerimin gürültüsü alırdı beni içine...


[📷 Bir zamanlar faytonların cirit attığı, şimdilerde ise beton çöplüğü yetmezmiş gibi üstüne üstlük bir de kaldırımlara kadar taşan araba çöplüğünden geçilmeyen Erenköy meydanı, Ağustos 2010.]

O yüzden aceleye gelmezdi bir semtte yerleşmek ya da bir semtte doyasıya gezmek; tıpkı tanıdık, bildik bir sevgiliyi tutkuyla sevmeye benzerdi. Telâşsız, serinkanlı sohbetler isterdi. Gün doğuşunu birlikte karşılayıp, gün batımını birlikte uğurlamalar... Uzun süren yürüyüşler kadar upuzun süren dostluklar, keyifli molalar kadar mesut sevdalar... Çünkü tıpkı bir sevgili, bir vurgun aşk gibi, bir semtin sırrı da kuytularında gizliydi; çözmek için kocaman emek isterdi... Bir semte tutulmak, bir karşıt cinse duygu seliyle bağlanmak gibidir; siz bir gün kopsanız da ayrılık sızısı her daim asılı kalır yüreğinizde... 


[📷 KİO’dan Şakacı Sokak, Ağustos 2010.] 

Unutmak ne mümkün: çetrefilli mahalle kavgalarından, kamplara bölünmüş siyasi çekişmelerden depremler doğdu, kaybettiklerimse en büyük felaketim oldu... Ama her defasında viran yıkıntılar arasından çıktım. O duygudaşlardan nice havalı semtler yarattım... Sırım gibi yağmurları olsun istedim mahalle köşelerinin, kâh bilerek kızdırdığım, kâh bilerek ağlattığım için... İşte ben sulusepken ağlamak diye buna derim... Öyle ağlamak ki yeşil dereler biriktirdim, kıyılarını maviye boyadım, gökyüzünden öte, akasyaların döküldüğü çimenlere gözyaşlarımdan imzalar attım. O yüzden nereye gidersem gideyim, bağlandığım semtleri de götürdüm yanımda; tıpkı sevdiğim sokakları kalbimde taşıdığım gibi... ebediyete kadar... Ve o sevdalım sokaklar ki; atlasçiçekleri koydum birbirlerinin aralarına, kendilerini fark ettiklerinde dokunmuş oldular sipsivri dikenlerine, kanadılar hızla... Terk edilmenin tadını kan kırmızı tattırdılar bana... Onlar belki de sessizce nefret ederken benden, ben fütursuzca haz aldım bir diğerinin teninden... Hiç şaşırtıcı bulmuyorum. Yaşam deneyi denen şey muazzam bir yaprak. Öğretiyor da öğretiyor... Kolay kazanılan kolay kaybediliyor; peki, o şişkin diyarlarda, sükut-u hayal  âlemlerde hâlâ neler oluyor?.. 


[📷 50’ler İstanbul’unda bir sokak.] 

Hiç sigara tadını bilmezken bile tütün kokulu şarabi dudaklarımı bilseler kimler öpüyor? Şimdi ne demeli? Bağbozumundan bana taptaze olarak sunulan şarap mı başımı döndürüyor, geride bıraktığım semtlerim mi üstüme geliyor?.. Bir canciğeri olduğu gibi, bir semti de tanımak öylesi bir ömre sığmayabiliyor bazen... unutmak da; asla!.. 


[📷 “Yaşamın kıyısında bir başka çelebi yolcuyum”... Doğduğum Yere Turu, Temmuz 2017.] 

Yeri geldi, o mahallelerin gereksiz gergin kırılganlıklarıyla kırılan yanlarında dağıldım... (Misal Erenköy, Küçükyalı, Kozyatağı gibi.) Ancak! Bir başkasının mutluluğundan yeniden, yeniden var oldum... (Misal Suadiye, Bostancı, Şenesenevler gibi.) Yolları yolsuzluğum, adresleri kayboluşum oldu. Her defasında gizli umutlar sakladım... Yerine göre de: kiminin kötü rüyası, kiminin kilit adamı, kiminin de ana kahramanı oldum, yenilenmiş dostlardan yeni çevreler yarattım, yine de adamakıllı yersiz, yurtsuz kaldım... Yanlış bir takım aşklar, terk edilmişliğin hüzünleri, müziğin eşlik ettiği hayaller, parasızlıkla sarsılan hayatlar ve bitmeyen mutluluk arayışları... 


[📷 “Yaşamın kıyısında bir başka çelebi yolcuyum”... Doğduğum Yere Turu, Temmuz 2017.] 

Ve unutamadığım Kazasker’im, Şakacı Sokak’ım geri çağırıyor beni her fırsatında; yaka paça alıyor içeri, yüreğine beste yapıyor: tek başına bir adam!.. O unutamadığım sokaklar geri çağırıyor beni; vazgeçemediğim romanımsı sevgililer gibi... O sevgililer ki bahçe duvarlarına adlarını yazdırdılar... Bense kahrolası bir telâşla, kaygıyla tanımadığım ne sokaklar sevdim ömrüm boyunca... Sonrasında hep diğer sokaklarım vardı, yürüdüğüm tarifsiz sevdalarla... Yıllar geçmiş olmalı. Düşler derin uykusundan uyanıyor. O günleri unutmak ne mümkün. Hele bir de mevsimlerden ilkbahar ise... 


[📷 Babam ve ben evimizin ön bahçesinde (1968).] 

Şimdi bir zaman makinesine binip Kazasker’den çevre mahallelere hatıratlar derlemek için yola çıkabiliriz. “Tarih, kültür, sanat, edebiyat, renk, ışıltı ve ırmak” kokan, “büyüleyici fonlarıyla” hatıraların değişmez ilişkilerini baştan aşağı kuşatabiliriz. Ya da anılarla yıkamak mı dememiz lazım?.. Mevsimlerin hâlâ kendi doğallığında yaşandığı, çiçeklerin rayiha saldığı, evde yapılmış reçellerin, uzaktan duyulan satıcı yaygaralarının sarmaladığı yerleşkelere gidebiliriz... Kâh yoldaşım Pire🚲 ile turlarken, kâh sırt çantalarımdan biri sırtımda yayan dolaşırken, büyük bir arzuyla yazmak istediğim Kazasker ve Şakacı Sokak aslında birer fon. İçinde ise ben ve benim hayatıma girmiş her şey var. Yani bu diziyle daha sade, anılar çerçevesinde yazılması düşlenen bir merkeze yol alıyoruz. Kısaca özetleyebileceğim “tarihimde hayal olmuş gerçekler” ile çocukluğumu, gençliğimi, ailemi, dostlarımı, sevdalarımı, okullarımı, çalışma hayatımı, hayallerimi ve diğer biçimleriyle yaşantıma girmiş birçok kareyi, bir ömür törpülediğim semtlerin ruhundan damıtarak, bende bıraktığı izleri anlatmayı deneyeceğim. Ancak her bir bölümün soluk soluğa takip edilecek bir dizinin çekimi gibi bir görev olduğunu vurgulamak istiyorum. Benim de pek alışık olmadığım bir düzen hâkim... Hayli kalabalık bir kadro mevcut... Özellikle kamera arkasında biraz keşmekeş bir durumla karşı karşıyayım... Oyuncuların heyecanları, kaprisleri, küskünlükleri, bunalıp kalmalar filan... Hayatta benim gibilere yalnızlık hakikaten büyük bir lüks. Üstelik bir yığın emek arasında böyle yoğun sanatsal bir “iş programı”nın kapıya dayanması... Senaryo yazımı, montaj, jenerik, seslendirme, görüntüleme... hepsi birbirine karışmış falan!.. 


[📷 TÜRVAK, Eylül 2018.] 

Neyse... Sözünü ettiğim hayatımın günleri birbirinin tekrarı bir örgüde geçip giderken, konuları dikte eden hikâyeler onca olaylı bir akış izliyordu. Kazasker & çevresi ise bu diziye yaşam veren emekçi kadronun yapımıydı. Yani insan beyninden ve elinden çıkmış ve insanlar gibi özellikler sırtlayan, ancak oyunculardan bağımsız, kendi başlarına buyruk, hatta kendi kişiliklerini geliştirmiş ve oyuncu kadroyu çekip çeviren geçmişten gelen kültürel yapılardı. Bazılarının ömürleri yüzlerce yıl ötesine gidebiliyordu. Örgensel olmayan enerjik organizmalardı ve upuzun ömürleri ve bu uzun ömürleri içinde geliştirdikleri kişilikleriyle, akıl almaz ölçüde çekici ve ilginçtiler... Kuşkusuz kimisi aydınlattı,  kimisi söndürdü ışıklarını bana ama hiç kalmadım karanlıkta, hiç ikilemeden aldım hayatıma her birini. Sanki birer vefakâr canan gibiydiler. Masumiyet ve dişilik kokuyorlardı. Ve bendeniz: “Al sana yine, yeni bir masum yüz, yeni bir sevgili daha...” diyebiliyordum... Kimilerinin kırıp kalplerini, dağıttım kaldırım taşlarını. Ahlar aldım; ağrıdı başım... Kâbus gibiydiler. Kimilerinin kırılganlıklarıyla kıran kırana girdiğim savaşta yanlarında dağıldım... Kurtarıcı bir başkasının mutluluğundan yeniden var oldum... Yolları yine sokaksızlığım, adresleri yine sırroluşum oldu. Doğrusu hep sırlı umutlar gizledim... Dedim ya; kiminin kâbusu, kiminin adamı, kiminin de kahramanı oldum ve bendeniz çocukluğumdan bugüne değin nice gözdelerden nice semtler yarattım... Şakacı Sokak’a gönül veren bir kimlik olarak yine de özgür yersiz, bağımsız yurtsuz kaldım... Şimdi anlatmak istiyorum bir çırpıda bunları... Lakin pek kolay bir iş değil bu. 


[📷 RKM, Hasköy, March 2019.] 

Şimdi bana öyle geliyor ki, çılgınca bir girişim... 


[📷 TÜRVAK, Eylül 2018.] 

Kazasker Şakacı Sokak’ta doğanlar ve yaşamış olanlar bilirler. Bu sokak Erenköy ile Kozyatağı arasında uzun ve samimi bir köprüdür. Adeta tarihsel bir efsanenin kaygısız pınarıdır. Sakinleri şimdikiyle kıyaslanmayacak kadar birbirine bağlı olmuş heyecanlı kitlelerdir. Yaşları olgunlaştıkça eskiyen insan suretlerindeki kıvrımlar gibi bu sokağın kıvrımları da bir tarihtir. Zaman değişmiş, rengârenk çiçekli bahçelerin yerini çimento mantosuna gömülmüş mezarlıklar almıştır. Sokağın çehresi değişmiş, simalar değişmiştir, tarihin penceresinden bakıldığında bir sokağın görkemli geçmişi kendi tarihine oturtulmadan bugünü hakkında bir bilgi vermesi kolay değildir. Bilinemez. 


[📷 Eski evimizin ön bahçesinde (1968). Bendeniz önde ortada çömelen çırpı bacak, fonda ise Şakacı Sokak.] 

Doğrudur. Herkes kendi yaşadığı noktayı kendisine pusula alır. Bu o kişinin nirengi noktasıdır. İster Kozyatağı tarafından başlayın ister Kazasker tarafından hiç fark etmez. Sonunda o kıvrımlı uzun yolculuk size şaka yapmaktan geri kalmayacaktır. 

Ben de elbette kendi yaşam hatıratlarımın en yoğun yaşandığı yerden itibaren başlangıç yapmayı doğru buluyorum. Bunun için de meyve ağaçları ile donatılmış bahçe içindeki eski evimizin, (yani şimdiki Mehmet Sayman Apartmanı’nın bulunduğu mevki), minibüs caddesinin yerleşik alanına daha yakın olması sebebiyle, Kazasker’den Kozyatağı istikametine ayrıntılarıyla dokunmayı tercih ediyorum. 


[📷 Ablam ve eniştem ile birlikte bir ömür biçtiğim mekânda; yani unutulmaz anılara imza atmış o namlı bahçede, Temmuz 2017.] 

Arkamızı Erenköy Kaptan Arif’e ya da Çadırlı Köşk’e verdiğimizde ve yol ayrımlarının tam ortasında yer alan trafik polisleri gibi önümüzdeki üç yol ağzının tam göbeğinde durduğumuzda, “ne soldan, ne sağdan, tam ortadan” tekerlemesiyle yönümüzü bulduracağımız noktadayız. İşte burası Kazasker Meydanı’dır. Meydan bir miting alanı genişliğindedir. Şakacı Sokak’ın, girişe göre, solunda kalan Sinan Ercan Caddesi, İçerenköy ile Bakkalköy istikametine giden bir başka kıvrımlı yoldur. Sağdaki yol ise Bostancı ve Küçükyalı istikametine devam eden Şemsettin Günaltay Caddesi, ya da nam-ı diğer “minibüs caddesi”dir. 


[📷 Kazasker Meydanı, 80’lerin sonu.] 

Şakacı Sokak girişindeki hem sol hem sağ kara parçaları aslında birer yarım ada özelliğini taşımaktadır. Nedeni de şudur. Kazasker noktadan biraz yürüdükten sonra bir dört yol ağzı ile karşılaşılır. Bu dört yol ağzı Hilmi Paşa köşesidir. Göğsümüzü Kozyatağı İlkokulu (şimdiki adıyla Şükran Karabelli İlkokulu) istikametine, sırtımızı da Kazasker Meydanı’na verdiğimizde bu kesişen dört yol ağzının sağ tarafında kalan sokak Oral Sokak adını taşımaktadır ve Hilmi Paşa’dan yaklaşık yüz elli metre kıvrılarak aşağı inildiğinde minibüs caddesi ile birleştiğini görürüz. 


[📷 Oral Sokak’tan Dört Yol Ağzı’na, Hilmi Paşa, Aralık 2018.] 

Dolayısıyla Şakacı Sokak ile ona paralel devam eden Şemsettin Günaltay Caddesi bu kara parçasını bir ada biçiminde çevrelemektedir diyebiliriz. 


[📷 Oral Sokak, Şubat 2009.] 

Diğer ada parçacığına gelince o da, Hilmi Paşa’dan sol tarafta tatlı bir yokuş ile Keserci durağına kadar uzanmakta ve orada Kazasker’deki noktadan başlayarak kıvrılarak gelen Sinan Ercan Caddesi ile kesişmektedir. 

İşte Şakacı Sokak’ın bu ilk bölümüdür büyük büyük dedelerimden, ninelerimden biz torunlarına uzanan. Onun için Şakacı Sokak’ın özellikle geçmiş yıllara sırtını yasladığı panoramasını çıkartırken, semtin bu kesiminde, (Kazasker), yaşananların sübjektif olarak daha fazla öne çıkması kaçınılmaz olacaktır. Ama amacım bisikletle veya sırt çantalı turlarken ve mazinin o heybetli hatıralarında yüzerken, elbette koskoca Şakacı Sokak’ı birkaç metre karelik alana kilitlemek değil. Bu heyecanlı, erinçli uğraşı çerçevesinde Kadıköy, Erenköy, İçerenköy, Kozyatağı, Şenesenevler, Suadiye, Bostancı ve Küçükyalı semtleri de hak ettikleri yeri almalı diye düşünüyorum. İstanbul’un köyler ile donatıldığı hatta semtlerinin çoğunun ‘köy’ hecesi ile tamlandığını varsayarsak, boğazın bu ‘köy’lere bezenmiş yakasında enteresan özgün bir tarihin dilini de çözümlemek istiyorum. Çünkü çocukluğumun ve ilk gençliğimin Şakacı Sokak’ı ve komşu semtleri, Nazım’ın “Fevkalade Memnunum Dünyaya Geldiğime” şiirinde anlatmak istediği, özlediği dünya gibiydi. 


[📷 Kozyatağı Keserci, 50’ler.] 

Bizler Türkü, Yugoslavı, Arnavutu, Rumu, Ermenisi, Yahudisi, Kürdü, Lazı, Çerkesi, Boşnağı, Tatarıyla hepimiz aynı köydendik. Kadıköy’lüydük... Erenköy’lüydük. Sarı, beyaz ve siyah ayrımı yapmayacak kadar olgunduk... Hayatın ince çizgileri içinde kaybettiğimiz onlarca insandan değişik hikâyeler dinlemiştim. Yerlisi olup ilerleyen yaşlarına rağmen doğup yaşadıkları bu semtlere tutunan insanların bugün manidar olduklarını da biliyorum. Neredeyse uzun yıllar bir arada yaşamayı başarmış bir insan kütlesiydi onlar. Fakir veya zengin, inançlı ve inançsız, başı açık veya başı örtülü gibi ayrımlara gereksinim duymadan yaşayabiliyorlardı. Herkes birbirini tanır ve dayanışma içinde komşuluk duygularını sürdürürlerdi. Bu gelenek bizim kuşağımıza kadar taşınmıştı. 


[📷 RKM, Hasköy, Mart 2019.] 

Ama sonra birden olanlar oldu. Her şey değişmeye başladı. Önce renkli bahçeler yalnızlaştı. Sokağın özgün sakinlerinden çoğu başka kentlere ya da başka semtlere taşındılar. Yemyeşil mekânlar yerlerini yığışım apartmanlara bırakmaya başladı. Yeni yüzler ortaya çıktı. Eskiye oranla çoğalan bir kütle ile karşı karşıya kalındı. Yerlerini satarak veya bir müteahhit ile anlaşarak rant sağlayacaklarını ve rahata kavuşacaklarını düşünenler önceleri huzura erdiklerini sandılar ama yanıldıklarını anladıklarında aradan yıllar geçmiş, köprünün altından da zehir zemberek sular akmış olacaktı. İnsan suretleri değişmişti. İş işten geçmiş, maziye öykünmek boşunaydı. Sakinleri arasında dostluk bağları hızla erimeye, kardeş komşuluk ilişkileri ortadan kaybolmaya, insanlar arasında saflaşmalar baş göstermeye başlamıştı. Artık geriye dönülmez bir yolun başlangıcına gelinmişti. 


[📷 Doğduğum Yere Turu: Şakacı Sokak, Temmuz 2017.] 

Elbette bu kentsel dönüşüm sadece Kazasker’e ve Şakacı Sokak’a özgü değildi. Türkiye’nin dört bir yanında benzer bir görüngü yaşanıyordu. Belki de bazılarının işine gelen kasıtlı materyal bir süreçti bu. Toplumsal ve ekonomik dönüşümün bizleri nerelere sürüklediğini bugün daha iyi tartabiliyoruz. Örneğin dedelerim ve ninelerim, eğer bugün bir Kazasker’in, bir Şakacı Sokak’ın, Kozyatağı’nın, Erenköy ve Bostancı’nın göklerde yaşam tarzı veya görkemli iş merkezleri adı altında nasıl zavallı birer beton çöplüğe gömüldüklerini görselerdi acaba ne düşünürlerdi? Çocukluğumda çok iyi anımsadığım kadarıyla, çimentoya sevdalı inşaat yüklenicilerinden acayip nefret eden ve onları evinin kapısına dahi yaklaştırmayan Mehmet dedemin bugün kemikleri sızlamaz mıydı? 


[📷 Şakacı Sokak, Şubat 2009. Gökyüzü bu kadar mavi ve berrak iken, geçmişini kederle arayan günümüzün bu allı pullu (?!) sokağı o denli kirli ve puslu... Acaba neden, neden? Sakın özgün sahiplerini arıyor olmasın.] 

Evet, Kazasker Şakacı Sokak’ta yaşamak gerçekten güzeldi. Yaşanası bir yerdi. İşte çok eski yerleşiklerinden bir kuşağı temsil edenlerden biri olarak ŞAKACI SOKAK’ta bu değişim öncesini de dile getirmeyi denemek istiyorum. Bunu yaparken o hakikatli geçmişin fiziki, coğrafi, beşeri, toplumsal yapısını ve ilişkilerini derinlemesine irdelemek, şimdiki sakinlerine yaşadıkları sokağın mazisini, geçmiş yaşam biçimini paylaşanların birbirleriyle tanışıklıklarını, dayanışmalarını, paha biçilmez değerlerini ve kendilerini bir diğerinden ayıran özgünlüklerini kaleme almayı uygun görüyorum... 


[📷 Kadıköy~Pendik Gittik Geldik Turu: Şakacı Sokak, Ağustos 2017.] 

Seref Sayman

Saros Körfezi, Ekim 2018, Mart2019  

SIRADAKİ >> ŞAKACI SOKAK dizisi “Issız Yıldızların Işıltısında Öncesi de Kalır” ile devam edecek... 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerik Dizini] 

***…***