Issız Yıldızların Işıltısında Öncesi de Kalır

 

İyi ki Bu Şehirde Doğmuşum 

Bugünler dünler gibi... Acaba yarınlar da bugünler gibi olur mu? Gençlik günlerimin umutları, hüzün yüklü bulutların üzerinde bir yaş daha yaşlandırıyor tıpkı herkeste olduğu gibi... Ormanlardan, kıyılardan, coşkun pınarlardan gelmiş hatıratların darmadağın olmuş özlemleri, maviden köpük tutmuş bir denizin üzerinde anlaşılması güç hırçın anılarla tanıştırıyor beni. 

Bugün, serinin ikincisini yazmaya başlıyorum... Saros Körfezi’nin üzerinde hafif bir çizgi gümüş gibi parlarken bir düş geçiyor İstanbul kıyıları önlerinden. Acaba içinde kimler var ve nereye gidiyorlar? Hangi limanda buluşacaklar sevdikleriyle? Kış güneşi usul usul yükseliyor Marmara’nın lacivert sularının üzerinden... Çılgınca bağırmaktan geri kalmayan martılar hareketleniyor... Karabataklar uçuşuyor... 

Kâh albümlerde solmuş fotoğraflara bakıyorum kâh bilgisayar ortamında arşivlediğim resim stüdyomun içine dalıyorum... Kimi 63 öncesi, kimi 60’lardan, 70’lerden, 80’lerden ve 90’lardan akıp geliyor günümüze... İçime buruk bir acı düşüyor... Hüzünleniyorum... 

İstanbul ve sen / neydi o bir zamanlar

Sanki gençliğime doğru yaşlanıyordum

Erenköy’de yaz unutulmaz erguvanlar

Hangi yanıma dönsem seni bulurdum

İçimdeki lambanın kırıldığı anlar

İstanbul ve sen / sırılsıklam yaşananlar

Yanardöner bir ayna yeniden ruhum

Erenköy'de yaz unutulmaz erguvanlar

Gözlerinin sisinde sevdalı bir yolcuyum

Hayal meyal gemiler dumanlı ilkbahar

İstanbul ve sen / ikinizden kalanlar

Tekrar tekrar ısrarla yaşayıp durduğum

Erenköy'de yaz unutulmaz erguvanlar

Rüya mıdır gerçek mi kendi kendime sorduğum

İstanbul ve sen / neydi o bir zamanlar  (*) 

(*) Behçet Necatigil, Arada, Seçme Şiirler: Eski Sokak, Y.K.Y., 2008, s.57-58 


[📷 Vapurdan Haydarpaşa önleri, mendirek ve Kadıköy Yakası, İstanbul, Nisan 2017.] 

Bahçemde avare avare turlarken... Kütüphanemden bir kitap çıkıyor... “Tutunamayanlar”... İletişim Yayınları’ndan. Sayfaların arasından bir kesit bangır bangır bağırıyor: “Kendime yeni bir önsöz yazmak istiyorum. Yeni bir dil yaratmak istiyorum. Beni kendime anlatacak bir dil. Çok denediler, efendimiz. Tanrı’dan, ne denediklerini bilmiyorum, Olric. Hiçbir geleneğin mirasçısı değilim. Olmaz, diyorlar. İsyan ediyorum. Az gelişmiş bir ülkenin fakir bir kültür mirası olurmuş. Bu mirası reddediyorum Olric. Ben Karagöz filan değilim. Herkes birikmiş bizi seyrediyor. Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz. Kapı kapı dolaşıp dileniyoruz. Son kapıya geldik. İnsaf sahiplerine sesleniyoruz. Ey insaf sahipleri! Ben ve Olric sizleri sarsmaya geldik. (s.541) 

Türk edebiyatında yazılmış en ilginç ve etkili romanlardan birinden bu alıntı.  Oğuz Atay’ın başyapıtı diyebileceğimiz bu roman küçük burjuva dünyasını zekice alaya almakta, hamlesini, tutunanların anlamayacağı, reddedeceği türden birçok izlenimler, çağrışımlar, taşlamalar, ayrıntılar ve ruhsal çözümlemelerle kurmaktadır. 

Ben de eski günlerin sarsıcı umutlarını arıyorum bu dizide... Hüzün yüklü bulutlar, serin güneşi saklıyor bir süre... İçimde tuhaf bir sessizlik... 2006 yılından bu yana geçen uzun zamanın fotoğrafına bakıyorum... Gözlerimde neden parıltılar, yüzümde o tatlı tebessümler? Şimdi oturmuş, narçiçeği bir çay içiyorum... Özdemir Asaf’ın bir şiirini mırıldanıyorum: 

Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin,

Kocaman denizlerde ender bir balık gibisin,

Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır, bir güldürür;

Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin. (*) 

(*) Özdemir Asaf, “Aşk”. 


[📷 Saros Körfezi, Ağustos 2006... O günden bu yana tam 14 küsur yıl akıp gitmiş. O köprülerin altından ne sular, o iskelelerin üstünden ne martılar geçmiş. Şimdi şöyle enikonu oturmuş bir taraftan Saros’daki bahçemizi nasıl yaparım da şu on küsur yıl önceki haline dönüştürebilirimin üretken hayallerini kurarken, diğer taraftan hoplaya zıplaya 300 km yol hanından Kadıköy yakasına geçer, dünden bugüne belleğime kazınan anıları döşemeye başlayabilirim usul usul. Ne de olsa uzun kıvrımlı bir sokağa ve onun yakın çevresine serpilmiş hatıraları silmek o kadar kolay değil.] 

Bir süre kütükten iskelede yürüyorum. Gökyüzüne bakıyorum uzun uzun. Karabataklarla konuşuyorum sonra... Bir dalga yükselip ayakucuma yaklaşıyor hazine sandığıyla: “Geçmişten bugüne defineciyim, amca! 

Amca” diye seslendiği için tepki veriyorum, kızıyorum önce. Birden kendimi toparlıyorum ve soruyorum usulca: “Sen ufaktan yaş aldığının farkında değil misin hâlâ? 

Oysa ne zamandır uzun bir yolculuğa çıkmış gibiyim... Yıllardır hem yazıyorum, hem okuyorum. Sürekli bir şeyler üretiyorum. Emekliliği özlemle çekiyordum; daha çok, daha çok yazabilmek için. Sırası gelince o da olur, diyordum. Emeklilik? 

İşte o gün de gelivermişti, tıpkı özlemle beklendiği gibi. Zamanın bir parçası olduğum için ona gerek var mıydı? Gerçekten her şeyden vazgeçip köşeye çekilebilir miydim? O zaman da muammaydı, şimdi de. Bana göre değil bir köşeye çekilip ‘emekli’ hayatı yaşamak. Zaten o hep içimden gelen ses “pek zannetmiyorum” diyor. Ziyadesiyle yapılacak çok değerli işler var. Türkiye’yi baştan başa bisikletle dolaşacak doğa, tarih ve kültür gezileri gibi mesela. Projeler bir sarkaç gibi sarkıyor tepemde. ŞAKACI SOKAK dizisi de bu projelerin bir parçası. Yeni yazılarla birlikte eskilerin bir arada buluştuğu. Ancak karalamalar, çiziktirmeler geçmişte olduğu gibi bütünüyle sunumda olmayacak; diziye önem veren okuyucu kitlemin önüne gıdım gıdım açılacak. 


[📷 Bu da emeklilik hanedanlığında Saros’daki bahçemi işlerken, Ekim 2019.] 

Şimdi geçmişi okuyorum dalgalarda... Kaç ay olmuştu düş vapuruna binmeyeli? Hatıratlar artık tutuklu değil... Tanıdığım herkesin fotoğrafı var sınıflandırılmış stüdyomda. Gözlerinin içi gülüyor resimdeki yüzlerin. Sonra yine parıltılı harelerle menevişlenen lacivert denize bakıyorum... Karabataklar uçuşuyor düşlerin üzerinde... Denizin üzerinde inceden bir çizgi, gümüş rengi gibi parlıyor: düşler... Ve ben düşlerimle yalnızım yeniden. Mazimle yalnızım. 

Acaba Özdemir Asaf yaşasaydı nasıl anlatırdı yalnızlığı? 

Mutluluğun gözü kördür, yalnızlık sağır,

Ondandır biri tökezleyerek yürür,

Öbürü uykusunda bile bağırır.

Mutluluk yalnız kendisini görür;

Unutur bu yüzden ilkin kendisini.

Yalnızlık kendi tutukluğunda özgür,

Boyuna bekler dönsün diye sesini.

Mutluluk alışır kendisine, ölümden beter;

Borçsuzluğuyla övünür ama kendisi doğurmaz.

Yalnızlığın gidecek bir yeri yoktur;

Boyuna kapısına döner, açan olmaz.

Mutluluğun mezarları, yalnızlığın heykeli var..

Her ikisinin de saksılarında çiçek.

Biri hep başka bir renkle solar,

Öbürüyse ha açtı, ha açmayacak. (*) 

(*) Özdemir Asaf, “Yalnızlığa Övgü”. 

Bilirim ki yalnızlık asla paylaşılmaz... Ama mazi? İşte onu paylaşmak için buradayız!.. 


[📷 Anadolu Hisarı, Ağustos 2017.] 

Boshpore”, Avrupa lügatlerinde “az geniş olan boğaz” diye tarif edilir. Rumca Bosporos’tan geliyor, “İnek Geçidi” manasına. Mitolojiye göre, güya tanrı “Io” kamuflaj olsun diye inek figürüne bürünüp Boğaz’ı yüzerek geçmiş. 

Meşhur İngiliz şairi Lord Byron da bundan ötürü aşka gelmiş olacak ki, o topal haliyle bir kıyıdan öbürüne yüzüvermiş. Boğaziçi 27 kilometre boyunda, 550-3000 metre eninde, en derin yerleri 50-70 metre derinliğinde. Yeryüzünün cenneti... 

Ama bilinen bir gerçek daha var... Öteden beri rağbetçe ve mamurlukça Boğaziçi’nin Rumeli kıyısı Anadolu kıyısını geride bırakmıştır. Elbette nedenleri var... Bir defa ayak karada... Koruların gürbüzlüğü, yeşilimsi görüntüsü ve mor gölgeleri... Büyükdere ve Sarıyer’in “Sular” denilen havalisindeki billur gibi membalar... Sonra mehtaplar, ayın doğuşu, nazlı nazlı yükselişi, denize gümüş parıltılarını serişi... Nihayet Frenkler, gayri Müslimler, tarafından daha fazla beğenilmişliği... 

Gelgelelim Anadolu Yakasının da güzellikleri ve üstünlükleri yok değil. (Ah, o bir zamanlar) dağların, yamaçların daha açıklığı, günlük güneşlik ferahlığı, şemsiye gibi fıstıkları, zümrüt yeşili bağları, bostanları, nefis yemişler veren ağaçları... 

Ve bu yüzdendir ki, benim Körler Ülkesi, giydikleri dona kıyas biçildiğinde, her daim en değerli olanı olmuştur. Karşısı ki, (bize göre de gerçek İstanbul’dur; ve çocukluğumda Rumeli yakasına geçeceğimiz zaman, birbirimize hep “İstanbul’a gidiyoruz” demişizdir), ne kadar alafranga, ecnebi kokulu, resmî ve külfetli (sıkıntılı) ise burası da o kadar alaturka, yerli, kelli felli, eğlenceli ve külfetsiz (doğal)... 


[📷 İyi ki bu şehirde doğmuşum: İstanbul ve biz Şakacı Sokaklılar / ah neydi o bir zamanlar… Boğaz Köprüsü, Eskiden.] 

Mısır’a ekmeğini çıkarmaya giden ve orada bir süreliğine kâtiplik yapan Yusuf Kâmil Paşa, köklü Kavalalı ailesinden Zeynep Sultan’a âşık olur. Karşılık bulan bu elektrikli sevgi evlilik ile sonuçlanır. Evlenirler evlenmesine ama Osmanlı ile zıtlaşan aile, çifti birbirlerinden ayırır. Uzun bir ayrılıktan sonra İstanbul’da tekrar bir araya gelen çift, İstanbul'u “iyilik” eserleri ile donatırlar. Bunlardan bir tanesi, üstelik Osmanlı Devletinde çiftlerin birbirlerine olan derin muhabbetini anlatırcasına bahçesinde beraberce yatmakta oldukları, Zeynep Kâmil Hastanesi’dir. 

İstanbul’un Anadolu yakasında yaptırılmış bu Zeynep Kâmil Kadın Hastalıkları, Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi, Pazaryeri, Üsküdar ve Karacaahmet arasında yer almaktadır. 

Hem ekonomik hem de başka köklü nedenlere dayanarak evlerde yaptırılan doğumları geride bırakmayı deneme girişiminde bulunan ve zamanın modernine uyan ebeveynlerimin vermiş olduğu tarihi karar neticesinde bendeniz de adını da ayrıca bu semt ile paylaşan Zeynep Kâmil Hastanesi’nde dünyaya gelmişim. Yani doğumum üç aşağı beş yukarı bu yapının yüzüncü yıl dönümüne denk gelmiştir diyebilirim... 


[📷 Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Üsküdar.] 

Doğal olarak benim de böyle modern hastane (a) dünyasına uygun arsız bir nedenim olduğum için bana özel lütfedilmiş ebemi hatırlamıyorum. Ama bir Ramazan ayında Tanrısı ile inatlaşmayı sürdüren oruçlu annemin karnında belki komplike vukuatlı olmamdan belki de kendimi biraz fazla naza çektiğimden, epeyce güçlük çıkaran bendenizi, insanüstü bir uğraşıyla sağ salim bu canlı organizmaların egemenliğindeki dünyaya misafir ettiği için sanırım kendisine minnettar olmalıyım. Valideme gelince korkudan ödü kopmuş olmalı. Aslında benden önce iki çocuk yetiştirmesine rağmen genlerinden gelen karakter özelliği münasebetiyle bazı durumlar karşısında aşırı endişe taşıyan bir insandı. 

Mesela karmaşık olsun olmasın, nedenleriyle yaşadığım birçok şeyi, belleğimde ardışık olarak tahayyül etmek için bir yoklama çektiğimde çok net, fakat bazıları birbirinden çürük bir ipe benzer şekilde kopuk pek çok anı, nispeten canlı manzaralar kalıbında gözümün önünden bir beyazperde bandı gibi geçer gider... 

Hafızamda çok iyi yer sakladığı formuyla, iki katlı evin oturduğumuz alt katının çevresi demir parmaklıklarla örtülüydü; ve şimdi düşünün, kavisli demir parmaklıklarla çevrili bir pencerenin içine park ettirilmiş yün yumuşaklığında bir yastıkta oturmuş, derin bahçeden sokağı görebildiği kadarıyla seyreden üç dört yaşlarında bitirim bir erkek çocuğu... Uslu mu uslu... Terbiyeli mi terbiyeli... Laf dinliyor ve sadece seyrediyor... “Ben de hemen o saatte şu güzelim geniş bahçeye çıksam, ya da sokağa fırlasam, bir havadar oyun oynasam” demek bile aklının ucundan geçmiyor... 

Bugünden geriye baktığımda bazı genetik korkuların yol açtığı terbiye sepeti böyle oluyor herhalde diye düşünmeden edemiyorum... 

(a) Zeynep Kâmil Kadın Hastalıkları, Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi 


[📷 Annem ile babam eski evimizin bahçesinde, (1971).] 

Aslında yüksek bahçe duvarının ötesinde duran gürültüsüz ve tenha sokağın üzerinde yürüyen birkaç insandan ve çok seyrek geçen bir at arabası veya az sayıdaki motorlu taşıttan başka bir hareketlilik yoktur. O dinginliğe sadece gür sedalarıyla evlere yankı yaptıran seyyar satıcı kitlesi son verebiliyor. İşte demir parmaklıklar ardındaki pencere içinden hülyalara dalarak seyrettiğim bu sokak Kazasker Şakacı Sokak’tır. 


[📷 Amcam Muhittin Sayman eski evimizin ön bahçesinde; arka planda yüksek duvarların berisinde Şakacı Sokak.] 

“Geçmişi bilemezsen, nereye gittiğini de bilemezsin.” ŞAKACI SOKAK’ımın imbatında yıllardır tahta sandıkta saklı düşsel tohumları serpme zamanı... 


[📷 Doğduğum Yere Turu, Fenerbahçe Parkı, Temmuz 2017.] 

Eskiden geniş çayırların, bağların, beyaz papatyalarla dolu kırların, bahçelerin ve koruların arasında imparatorluk saray mensuplarının, sultanların, şehzadelerin, paşaların ve çok yönlü bürokratların, ecnebi varsılların köşklerinin bulunduğu bu yakada, bugün yoğun yerleşme alanlarına dönüşmüş olmasını pek yadırgamıyorum bu hızla değişen dünyada. Ama insani değerlerin kaybolmasına neden olan bu hızlılığı biraz fazlasıyla paranoyak buluyorum. Az da olsalar bu yoğun yerleşme arasında, geçmişin izlerini taşıyan yapılar ve mekânlar halen vardır... Elbette biraz önce değindiğim kadarıyla o yemyeşil çayırlarında uçurtma uçurulup, kızak kayılırken, meyve, çiçek, hatta kümes, evcil ve kirpi gibi yaban hayvanlarıyla süslü bahçeli evlerle doluyken, apartman denilen çirkinlik tek tük varken, belirli yollar dışında doğru dürüst yol isimleri yokken ve sadece az sayıda otobüsle Kadıköy'e ulaşılabilirken daha huzurluydu... 


[📷 Doğduğum Yere Turu, Fenerbahçe Parkı, Temmuz 2017.] 


[📷 Yıkılmayı ve yerini çok katlı beton kabuğa bırakmayı bekleyen son müstakil konutlardan biri, (80’ler).] 


[📷 Tüccarbaşı’nda İsmet halamız ile Hakkı eniştemizin bahçesinde bir aile fotoğrafı. Babam Nurettin, annem Nevin, Semra yengem, Hayrettin ağabeyim, kuzenim Aslı ve Hayrünisa ablam. Bu fotoğrafta ben niye kayıp, bilemedim işte.J (1969).] 

Örneğin son yıllara baktığımda şehirlerin, dolayısıyla semtlerin, mahallelerin, sokakların, insanların çirkin dönüşümlerden aldıkları paylarla yaşadıkları iç sıkıntıları, geçmişle yapılan girift karşılaştırmaları konu eden çok şeyin söylendiğine ve yazıldığına şahit olabiliyorum. Ve ben nedense modernizasyon yaftası altına başımıza kakılmaya çalışılan şeyi bir türlü anlayamadım gitti. İktisadi rantiye-şantiyenin salladığı şemsiyeler nasıl iktisat branşının konusuysa, inançların ve değerlerin sarsıldığı insan ilişkileri de sosyolojinin konusu. Böylesi bir inceleme için ekonomistler ile sosyologlar kafa kafaya verebilirler. Benimse burada üzerinde durduğum salt edebiyattır. Çünkü bilirim ki edebiyat kalpte başlar kalpte biter; kalpte olup bitene bakar... 


[📷 Erenköy’de günümüzde ayakta duran eski köşklerden biri. Belki de yıkılmayı ve yerini çok katlı beton kabuğa bırakmayı bekleyen son müstakil konutlardan biri daha. Aralık 2018.] 

Can sıkıntısıyla, hayal kırıklığıyla düştüğünüz sokakta sırtınıza aniden binen yüklerle o yolun sonunu getirip getiremeyeceğiniz şüpheli. Bununla beraber kendinizi güllük gülistanlık bir bahçede bulursunuz. O bahçenin tam ortasında bir ev size davetkâr kollarını açar ve sizi içeriye çağırır. Evde taze demlenmiş çay kokusu buram buram burun deliklerinize kadar ulaşır. Yan komşuda pişen insani çorbanın kokusu bile o demli çayın yanında sönük kalır. Taşlığı geçer geçmez süzgeçli kovadan dökülerek yıkanmış basamaklarınkini bastıran bambaşka bir duygu kokusu karşılar sizi. Tıpkı Fransız genç kızlarının baştan aşağıya boca edip yıkandığı parfümler gibi... Ama o da nesi! Üst katın geniş terasından aşağıya baktığınızda benzi atmış kuru çimenler, yukarıda ise gökyüzünü güneşten çalan kurşun rengi gökdelenler gudubet dişlerini çıkarmış size öylece sırıtmaktadır. Kendinizle kafa bulunduğu fikri beyninizin tam ortasına yerleşir. Yükselen kalp atışlarınız öfke kusar. Yukarı çevirdiğiniz her yüz dokunuşu intikam duygusunu hançerler. Biriktirdiğiniz kırgınlıklar suskunluğa dönüşür çaresizlikten. İçeride yakaladığınız ev halkı tuhaf bir şekilde alışmıştır bu avangart duruma. Komşu hanedekilerle onları bir arada tutan ise birbirlerine duydukları yakınlıklar değildir artık. Hepsi birbirine yabancı gibi kendi köşelerinin efendisidirler ve sulu gözlü televizyon dizilerine kilitlenen evlerinin dışındakilerden uzak durma arzusu her geçen gün kuvvetle büyümektedir. Buz gibi çay kokusu antipatik çorba kokusuna karışmış dumanı üstünde bir hayat tarzı tohum vermektedir. Sözgelişi bu türden evlerin tarihinde rastlanan baş başa yaşama ve canlı hayat birikimleri kimi vicdansızların aklıyla el değiştirmeye yüz tutmuştur bir kere. 


[📷 Şakacı Sokak’taki eski evimizin yıkılmadan önceki son hallerinden biri (1983).]

Şimdi buradan itibaren yazınsal gezintimizi döndürüyorum ömrümün bugüne kadarki üçte birini geçirdiğim merkeze, yani KAZASKER ŞAKACI SOKAK’a ve bu merkezin çevresinde canlandıracağım bazı hikâyelere...

Asıl hikâye şimdi başlıyor...

Her şey bir araya giriyor, bir aradan çıkıyor...


[📷 Mazinin Skoda marka belediye otobüsü (60’lar, 70’ler).]

(a) Yusuf Kamil Paşa ile eşi Zeynep Hanım tarafından özel mülklerinde hastalara karşılıksız hizmet vermek amacıyla yaptırılmış olan Zeynep Kâmil Hastanesi, Üsküdar’ın sağlık hizmetini günümüze kadar sürdürebilmiş en eski sağlık kuruluşudur. Bir diğer özelliği de, İstanbul’un ilk özel hayır kurumu olmasıdır. Zeynep Hanım Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın kızıdır. 1862 tarihinde Nuh Kuyusu semtinde bostan tarlası olan arsa hastane yapılmak üzere alınmıştır. Ambleminde Zeynep-Kâmil hastanesinin kuruluş tarihi 1862 yazmaktadır. Yusuf Kâmil Paşa 1863 yılında Sultan Abdülaziz tarafından sadrazamlığa getirilmiştir. Hastane cephesinde orijinal plana göre girişin üzerinde bulunan kitabede “fihi şifaun li'n nas yani “Onda insanlar için sağlık vardır” sözleri okunmaktadır. Zeynep Hanım ve Kâmil Paşa ölümlerinden sonra hastane bahçesinde yaptırdıkları türbeye defnedilmişlerdir. Hastane, 1896 yılında Zeynep Hanım’ın kardeşi Abdülhalim Paşa'nın oğlu Sait Halim Paşa tarafından Tıbbiye-i Şahane ve Hamidiye Etfal Hastane-i Ali’sinde görevli saray hekimi olan Doktor Cemil Topuzlu Paşaya özel cerrahi kliniği olarak kullanıma verilmiştir. Dr. Cemil Topuzlu Paşa döneminde, tadilatlar yaptırılarak asgari ölçülerde çağdaş bir hastanede bulunması gereken tıbbi donanım yenilenmiş, kalorifer sistemi kurulmuş, hastaların bakımı için yabancı kökenli, Avusturya’lı, hemşireler görevlendirilmiştir. Cemil Paşa 1915’te yurt dışına gidinceye kadar tüm cerrahi ameliyatlar yanı sıra sezaryen ameliyatları da yapılmaktaydı... Bu tarihten sonra günümüze kadar hastane değişik isimlerle adlandırılıp farklı kurumlara bağlı olarak farklı dallarda hizmetler vermiştir. 1933’te İstanbul Belediyesi’ne devredilen hastane 1935’te doğumevine dönüştürülerek Dr. Eyüp Sabri Aksoy başhekim olarak atanmıştır (1891 - 1962). 17 yıllık başhekimliği döneminde Dr. Eyüp Sabri Aksoy hastanenin doğumevi olarak yeniden düzenlenmesini sağlamıştır. Esasen Zeynep Kâmil Hastanesinin gelişme dönemi Dr. Fahri Atabey ile başlamıştır. Dr. Fahri Atabey 1952’de başhekimliğe atandıktan hemen sonra, ameliyathane binası ile 150 yataklı kadın hastalıkları kliniği ve 200 yataklı çocuk kliniğinin yapımına başlanmıştır. Çocuk Kliniğinin kurucusu Dr. Ziyaeddin Akbay aynı dönemde göreve başlamıştır. Her iki bina 1958’de tamamlanarak kullanıma açılmıştır. 1961’de Zeynep Kâmil Hemşirelik Koleji binası kullanıma açılmıştır. Fahri Atabey’in 1968’de İstanbul Belediye Başkanı seçilerek hastaneden ayrılmasından sonra Dr. Burhanettin Üstünel başhekim olarak atanmış ve 1986 yılına kadar başhekimlik yapmıştır. Bu dönemde doğumhanenin bulunduğu bina ile çocuk felci hastanesi olarak tasarlanan Çocuk Enfeksiyonu ve Ortopedi binası yapımı tamamlanmıştır. Zeynep Kâmil Hastanesinin yönetimi ve işletimi 1982’de yapılan bir anlaşma ile İstanbul Belediyesi tarafından Sağlık Bakanlığı'na devredilmiştir. Hastane günümüzde T.C. Sağlık Bakanlığı Zeynep Kâmil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi adıyla özel dal eğitim hastanesi statüsünde hizmete devam etmektedir. Branşlarında verilen tıbbi hizmetin yanı sıra kadın doğum, çocuk ve çocuk cerrahisi dallarında uzmanlık eğitimi yapılmakta olup ve bunun yanında pek çok sertifikalı meslek sonrası eğitimleri de başarı ile yürütülmektedir. 

Seref Sayman

Saros Körfezi, Ekim 2018, Mart 2019  


(*) Önceki Makale: Yaşamın Kıyısında Bir Başka Çelebi Yolcuyum

(*) Sonraki Makale: Acılara Yenik Şakacı Gülümseyişler 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerik Dizini] 

***…***