Abi-Kardeş... Ömürler tükenir kardeşlik sapasağlam ayakta dikilir... |
Siluetler Arasında Ödünç Bir Sokak Yontusu
Biz daha meydanda yok iken
Eski sokağın yaşlıları
Kurulu düzenlerinde otururken
Ya da çarşısında iş icra ederken
Ya da mektebinde a-b-c okurken
Çok değil evvel zaman içinde
Bu kıvrımlı şose sokağa
Takıvermişler “şakacı” lakabını
Çok mukallit yerlilerine layık
Silik bir banliyö halinden
Ruhları makaslanmış geometride
Tandırnamedir ya, inanmak isteyenlere (*)
(*) Şakacı Sokak ve yakın semtleri için yazdığım “Arada Aşk da Kanatlanır” adlı şiirimden bir parça. (Antalya, 2008)
Şimdi düşünüyorum da ailemin, (ve onun ailesinin, ve onun da ailesinin vesaire) kökler saldığı bu sokakta ben yaşamıyor olsam da hâlâ, yaşayan parçalarımız hep var ola...
Bir asırdan fazlasını çoktan devirmiş köklü bir sülalenin genlerinden geride kalanların seçimleri bu yönde ise onlara sonsuz saygı duymaktan başka ne olabilir?
Gerçekten bunun ‘şaka’ ile bir alâkası yok. Çünkü bizatihi bizim çekirdek ailemizin kökünü yaşatan ablamı ele alırsak, o bu sokakta yaşayan beşinci kuşak. Diğerleri de var elbette... Akraba yörüngesinin dışında eski komşularımız... Altıncı, beşinci, dördüncü ve hatta üçüncü kuşak temsilcileri...
Hangi ucu alırsak alalım, ister Kozyatağı ister Kazasker, semtlerin tarihi de işte böyle kocaman bir çınar. Aslında ulu bir köy meydanlığı dersem yalan olmaz. İstanbul’un Anadolu yakasının en önemli caddesi sayılabilecek Minibüs Caddesi’nden küçük kıvrımlarla yukarıda çınar altı kahvesine doğru uzanıyor. Geçmişinde bir de Aşağı Köy (Erenköy), Yukarı Köy (İçerenköy) ayrımı söz konusu. Kozyatağı’nda Modern Mehmet Çavuş Camisinin bulunduğu mevkii o şehnamede bölgenin merkezi sayılıyor.
Bugün Kozyatağı’nda iki camiden söz edebilirim:
Biri o eski bildik ufacık tefecik taş yapı. Minaresi sizlere ömür; kocaman gökdelenlerin altında ezik kalmış, gökyüzünü mercekle arıyor adeta.(*) Eminim zamanında minaresinden bakıldığında Sultanahmet bile görünürdü...
(*) Kadıköy Kozyatağı’nda, Şakacı Sokak’ta bulunan Abdülhalim Cami, 1860 yılında Rufai Şeyhi Seyyid Süleyman Abdülhalim Efendi tarafından Rufai Tekkesi olarak yapılmış, 1926 yılında tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla camiye dönüştürülmüştür... 1940’lı yıllarda Kozyatağı’ndaki tek ibadethane olan caminin, yıpranmış olan kısımlarının tamiri amacıyla 1955 yılında çalışma başlatılmış, kullanılamaz hale gelmiş ahşap minarenin yerine mevcut minare yapılmıştır. Caminin ihtiyacı karşılayamaması ve genişletilme imkânının olmaması sebebiyle 1992 yılında hemen yakınına yapılan Kozyatağı Mehmet Çavuş Cami, 1997 yılında ibadete açılmıştır. 2015 yılında aslına uygun olarak tamir edilen Abdülhalim Cami, kadın Kur’an kursu olarak hizmet vermektedir... Tek minaresi ve tek şerefesi olan bu caminin, avlusundaki hazirede caminin banisi Şeyh Seyyid Süleyman Abdülhalim Efendi, oğlu Şeyh Seyyid Ali Rıza Efendi ve torunu Şeyh Seyyid Mustafa Nuri Efendi’nin mezarı yer almaktadır... [Kaynak: Tarihi İstanbul]
İkinci camiye gelince, o da tam bir muamma. Sıfatı ‘modern’, kalıbı ise mimari cambazlık. Roketi andıran görüntüsüyle cemaatini uzaya fırlatacak gibi duruyor...
Rivayet odur ki, Şakacı Sokak’ın ismi de ayrı bir bulmaca. Eskiler der ki burası otuzlardan önce Tekke Sokak’tır. Sonra gelmiş devlet babanın kara kaplı, kara çaputlu, esrarengiz memur kılıklı isim beybabaları. Bir bakkal dükkânında karşı gelmişler Kozyatak’lı çocuklara. Ayaklarında şıpıdık terlikler, bakkal amcanın verdiği şekerleri yiyen çocuklardan biri sormuş: “Siz kimsiniz?”
Devlet tipolojisinden mezun adamlar cevap vermiş: “Biz devlet memuruyuz. Bu sokağın adını değiştirmeye geldik!”
Çocukluk ya; şeker yiyenler sırıtmışlar. Kahkahadan mı, az kalsın gırtlaklarına kaçıracak gibi oldukları şekerlerden mi, boğulacak gibi olmuşlar. “Çok şakacısınız,” demişler kara kıyafetli adamlara.
Devlet memurları aynı teveccühü göstermeye devam etmişler. Gülümseyerek, “Tamam, tamam bulduk, bu sokağın adı ŞAKACI SOKAK olsun!” diye tempo tutmuşlar...
Bir yanda Kozyatağı’nı saran uçsuz bucaksız çayırlar, Kozyatağı İlkokulu’ndan Kazasker’e sere serpe uzanan yemyeşil kırlar, ekili bostanlar, renkli çiçekleriyle konuksever bahçeler ve gamsız çatılarıyla uzun kıvrımlı yola hayat veren kimi tek, kimi iki ya da üç katlı evlerle muhteşem bir tabiat geometrisi...
Diğer yanda iletkinin güney ucunda süren alelâcayip hareketlilik... Bu sokakta yaşayan kadim insanları hayrete düşürecek kadar hızlı ilerleyen, yeniden ama hep yeniden inşa edilerek günden güne büyüyen, değişen orijinal semtler: Erenköy, Bağdat Caddesi, Suadiye, Bostancı, Göztepe, Merdivenköy ve Küçükyalı...
Başladığı günden beri bitmek bilmeyen dramatik göç dalgası, açılan yeni iş sahaları, modernizm ve uygarlığın kendisi sınıfsal ayrılıklarıyla, burjuvazi olmaya aday kitlelerle ama çoğunlukla da burjuvazi ile yoksul emekçi halkın arasında sıkışmış küçük burjuva insan sürüleriyle durmaksızın beslenip şişiyor. Bütün bunların merkezindeki insan ruhu ise, kendini, kendi ait olduğu evi arıyor kesintisiz. Ruhu en çok ne katlediyor; inanç mı, inançsızlık mı, beklentiler mi, hayal kırıklıkları mı, doğal olana mı yoksa bir yerleşik düzene ait olmak mı? Çapraşık ilişkilerin söz konusu olduğu, koca bir yerel topluluğa ait olmak en fenası gibi. İnsanın ruhunu karartmayacağının garantisi yok. Dolayısıyla oraya ait olmak diye bir şey yok.
İşte bu alabildiğine koskocaman bir yanılgı. O eskinin üstünde yeşeren çok katlı modern yapılara tıkışmış insanların arasında yaşam demek bağların oldukça zayıf ve yaralı olduğu aidiyetsizlik demek. Tam yerleştiğini sanırken hissedilen o derin yersiz yurtsuzluk duygusu, dağılan, birbirinin içine geçen, birbirine karışan künyeler, kimlikler, çoğulcu hayat tarzı, çok kültürlülük...
E, öyleyse, insan ruhu doğa ile birlikte olabiliyorsa insan olduğunu hatırlayabilir. O mazi ruh ütopyanın damarlarında yaşama gücünü pompalayabilir, ev ve ağaçlar, sokak ve dostlar, yol ve tomurcuklar bir şekilde bir araya gelebilir... Gelmeli... Çünkü nasılsa bahçeli evlerle apartmanlar, çayırlarla otoparklar, gerçek dostluklarla suni komşuluklar, geçmişle gelecek, sınıf farkları arasındaki kavga hiç bitmeyecek!!!
>> Bütün dünler bugünleri aydınlatan fenerlerdir!
Seref Sayman
Saros Körfezi, Ekim 2018, Mart 2019
(*) Önceki Makale: Issız Yıldızların Işıltısında Öncesi de Kalır
(*) Sonraki Makale: Bisikletin Payitahtı Kadıköy
***…***
[ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ]
>>> [İçerikDizini]
***…***