Ha ha hayt, Komünizm o Kış da Gelmedi be ya!


Karın yağmasıyla bir peri masalı platosu...

Karlar Altında Masalsı ‘Cool’ Bakışlar 

1970 yılının ertesinde de kar çok yağdı. Kar o yıllarda zaten hem çok yağardı hem çok güzel yağardı. Çocukluğumun karlı günlerini gözümün önüne getirmeye çalışıyorum. Yine romantik romansı bir hava. Kar taneleri. Yıldızdan yelpazeye, elmas kesimine kar taneleri. Bahçeli evlerin süslediği Şakacı Sokak sanki bir masallar diyarıydı beyazlara bürününce. Paltosunu giymiş çocukluğumun masalları. Sanki daha uzun süren kışlardı... Suadiye’deki Aygaz bayiden tüp alınacak bahanesiyle ağabeyimin peşine takılırdım. Ayşe Kadın’dan aşağıya, hafif eğimli yokuştan iner, Suadiye İstasyonu’na varınca o çocuk aklımı kullanır ısrar ederdim kendisine, Bağdat Caddesi’ni de görelim diye... 

[📷 Bağdat Caddesi, (Nostalji Arşivimden).] 

Tıpkı Şakacı Sokak gibi, iki yanı ağaçlıklı, ferah, geniş bir cadde olan Bağdat Caddesi ayrı bir masal dünyasıydı. Karın yağmasıyla bir peri masalı platosuna dönüşürdü. Yol buz tutmuş olurdu. Evlerde tüten sobalar. Eskiden kalma yazlık köşklerin klasik Türk mimarisinin ahşap bezemeleri üzerinden sarkan buzlar, cumbaların üzerini, çatıları kaplayan karlar, gerçek bir hayal âlemi yaratırdı. 

Benim de bu hayal dünyasına gidişim eğlencenin bini bir para, yolda beyazlar üstünde kayarak, kimi zaman dengede kalmaya çalışarak, kimi zaman dengemi kaybedip karlara gömülerek, ama en sevdiğim kardan adamlara ahenk yaparak olur, dönüşüm ise ayak parmaklarım tabanları delik ayakkabılarım yüzünden buz kestiğinden ağabeyimin omuzlarında gerçekleşirdi. Bir elinde koca tüp, sırtında ben karla sarmaş dolaş olmuşuz, ne gam! 

[📷 “Dr. Jivago” film arşivi, (Nostalji Arşivimden).] 

Karlı ikinci yılda hüzün yine bitmemişti. Bu kez “Dr. Jivago” gelmişti sinemalara. 

Çocuktum, o yıllarda farkında değildim tabii ki; ama Soğuk Savaş tüm dehşetiyle sürüyordu dünyada. Amerikalılar başarılı bir operasyonla Boris Pasternak’ın ünlü eserini Batı’ya kaçırmış ve de romana Nobel ödülü vermişlerdi. Şimdi de bu Sovyet devrimi karşıtı romanın filmi geliyordu. Hollywood propaganda alanındaki tüm yeteneğini göstermişti ve “Dr. Jivago” hepimizi ruhen paralayıp geçmişti. 

Ablamın magazin-aktüel “Hey” dergisi sayfalar döşemişti bu filme. Merak edip biz de gitmiştik. Henüz 9 yaşındaydım ama maydanoz olup büyüklerimin paçalarından ayrılmadığım için her eleştirel konuşmayı kaydediyordum beynime. Ağabeyimin sol cenahtan devrimci arkadaşları en büyük hazinemdi. Onlardan ne öğrenirsem ben de kendi arkadaşlarıma aktarıyor, saatlerce ‘tartışıyor’ olurduk. Oyunlarımızın arasına “sinema” dünyasını da sokan yine ben oluyor, tahta parçaları, ipler ve makaralardan icat ettiğim ilkel bir film makinesinin başına eli becerikli bir arkadaşımı oturtuyor, o kardeşim ipe sarılı makarayı ufaktan çevirirken, ben karanlık bir mekânda, yüzümde parıldayan el feneri, beyaz perde önünde o hafta izlediğim filmleri oynuyor, o filmleri görmekten yoksun arkadaşlarımı bir güzel eğlendiriyordum. 

[📷 “Dr. Jivago” film arşivi, (Nostalji Arşivimden).] 

Dr. Jivago’yu da böyle coşkuyla oynamıştım. Yıllar sonra sayısız defa hem romanını okuduğumda hem de filmini yeniden, yeniden izlediğimde Bağdat Caddesi ve Şakacı Sokak gençliğinin üzerine çöken 1971 yılının hüznünü daha iyi anlayabiliyordum. “Yuri, Tonya, Komarowsky arkadaştılar...” tümcesi hâlâ dilimin ucundadır. 

[📷 “Dr. Jivago” film arşivi, (Nostalji Arşivimden).] 

Rusya’da devrimi yapan proletaryanın, aristokrasi ve burjuvazi üzerinde uyguladığı dehşet özellikle Bağdat Caddesi’nde travmatik etki, daha doğrusu büyük bir kaygı yaratmıştı. Çünkü yeni yeni oluşan “Türkiş” sanayi burjuvazisi ve komprador sınıf yaklaşmakta olan servet düşmanı dalgadan zaten huylanıyordu. Doktor Jivago, bu kaygıların üstüne tuz biber ekti. 

[📷 “Dr. Jivago” film arşivi, (Nostalji Arşivimden).] 

Filmin en sonunda Ömer Şerif’in karlar altındaki yazlık köşküne gidişi ve kaybetmiş olduğu bütün servetini ve tüm hatıralarını, dondurulmuş, gasp edilmiş, kamulaştırılmış şekilde görünüşü, itiraf etmeliyim ki, o yılların küçük burjuva sol sempatizanları olarak bizim bile gözyaşı dökmemize neden olmuştu. Ablalarım ağlıyor, ağabeylerim ağlıyor; ben mi ağlamayacağım! 

Filmi gördüğümüz o yıl henüz dokuz yaşındaydım; ama ilk defa o gün ağabeyimin ve arkadaşlarının boyuna ağızlarından bal damlayarak dillendirdiği proletaryadan epeyi şüphe etmiştim. Bende bu tesiri yaratan bu filmin, Bağdat Caddesi’nin sınıfsal olarak tahkim olmuş gençlerinde yapacağı etkiyi varın siz düşünün. 

***…*** 

Sol, işte o yıl Bağdat Caddesi’nde yenildi. Yenildiğiyse burjuvazi ya da aristokrasi veya oligarşi filan değildi. Hollywood’un ta kendisiydi. 

Karlı o yılda travmanın kıyısından köşesinden bulaştığı Şakacı Sokak’ta ise durum değerlendirmesi sanki daha sakin yapılıyordu. Elbette birkaç varsılın duyduğu kaygılar dışında. Bizim bahçe mekânında bile proletarya ile burjuvazi arasına sıkışmışlıktan ötürü herhalde Pasternak’ın filme uyarlanmış romanı daha ziyade buruk bir aşk hikâyesi gibi algılanıyordu. Ama o günlerde bizi daha fazla ağlatacak olan ise bahçemizin çınarı, köklerimin atası Mehmet dedemi kaybetmenin acısıydı ki bu konuya ileride çok özel bir sayfa açarak değineceğim... 

[📷 Bağdat Caddesi, (Aralık 2018).] 

Ancak; biz yine adlı sanlı Bağdat Caddesi’ne inelim ve oradaki dramı yakından izlemeye devam edelim... 

Popüler Cadde’nin neredeyse bütün şahane kızları masal modasının cerbezesine kapılmıştı. Balalayka çalmaya başlayan kızlar bile belirmişti sağda solda. Herkes sanki bir Pasternak romanındaymış gibi yaşıyordu. Karlar altında, hüzünlü kızlar, pahalı paltolar, buğulu gözler, kürk başlıklar ve kederli, ıslak, “cool” bakışlar... David Lean filmlerini Arabistanlı Lawrence’tan (1962) sonra bir daha asla seyretmemeye yeminler etmiş Cadde’li genç Türk entelektüelleri Doktor Zhivago ile bu fikirlerinden caymışlar ve ilk defa ait oldukları sınıfa doğru adımlar atmalarının daha akılcı olacağı yönünde fikirler edinmişlerdi. 

Efendim, sol de neymiş, yahu! Biz çalalım burjuvazinin kapitalist kapılarını birer birer... 

[📷 “Yedigün Dergisi”, (Nostalji Arşivimden).] 

Valla, bence burada şaşılacak bir durum yok... Çünkü hayat tarzları tıpkı ‘sosyetik’ Cemile babaannemin evinde rastladığım “Yedigün” dergilerindekilere ne çok benziyordu. Mecidiyeköy’deki geniş ve ferah evinden hatırlıyorum. Ama gerçekten onun muydu, yoksa yanında kalan yakın akrabası, yeğeni Berrin ablanın başköşe periyodiği miydi pek hatırlamıyorum. Gerçi ben gibi kumral dalgalı saçlara sahip Berrin ablam aşk romanlarına ve hüzünlü sevdalara giriş yapmamda benim avangart idolüm olmuştur okuduğu kitaplarla. Onun sayesinde burjuva kültürünü de öğreniyor, hem bu kez masa altlarında, gizli köşelerde dinleyerek değil basbayağı onun ağzından elde ediyordum her türlü faydalı malumatı. 

Tıpkı, çizgi roman klasiği cep-fotoromanlar, Ses, Hey, Akis dergileri gibi yeşil, mavi, külrengi sepya renkleriyle basılmış Yedigün’lerde neler, neler yoktu ki! 

[📷 “Yedigün Dergisi”, (Nostalji Arşivimden).] 

Doğumumdan uzun yıllar önce yayınlanmaya başlamış dergi, okurların meraklarını, heyecanlarını, modern ve “Garplı” Türkiye ülküsünü, tarihin gözlerini her hafta yansıtıyordu. Sayfalarını çevirdiğim dergiler, haftadan haftaya, zamanda bir yolculuk gibiydi; ve fakat ben bu zaman yolculuğunu 15 günlük okul sömestr tatillerinde bir çırpıda yapıyor, benden önceki hayatı da az buçuk öğrenmiş oluyordum. 

Büyüleyici bir güzelliğe sahip bir kız olan Berrin ablama göre o günlerde hanımlar, evlenmede şansın rolünü öğrenmek için Yedigün’ün makalelerine sığınırmış. İzdivaç bir kumar mı ki? Rulet oynar gibi oynansın. 

Böyle olsa dahi oyunda kazanç için yalnız şans mı beklemek gerekiyordu? 

[📷 “Dr. Jivago” film arşivi, (Nostalji Arşivimden).] 

İzdivaç gibi başka beklentilerin de taştığı Bağdat Caddesi’nin, Doktor Zhivago’dan sonra ilk önce oyunu iyi öğrenmesi gerektiğini kavramıştı. Zara ya da kâğıda kusursuzca hâkim olmak. O zaman şans kendinden gelecekti. 

***…*** 

Türkiye’nin o günlerin gördüğü rüya çoğu kez Amerika Birleşik Devletleri’nde geçiyordu. Hatta geçmiyordu ki, resimli dergide Amerika’dan söz açılmamış olsun! Mesela kalın bir ses, ıpışıl bir Hollywood “gece istasyonunu” inletiyor. Gözü yükseklerde ahali de okudukça, her bir istasyondan içeri dalıyor, artık siyah derililerle, kovboylarla, bahriyelilerle ve hatta gangsterleriyle Amerikan rüyasının haritasında yol alıyordu. 

[📷 Babam bahçe işleriyle uğraşırken, Kazasker Şakacı Sokak, (1970’ler).] 

Efendim, bunlara Şakacı Sokak dâhil değildi elbet. Zaten biz büyük çoğunluk olarak o sınıftan da değildik. Küçük burjuvalar denizinde daha fazla emekten yana saz çalan bir halkın kuşağıydık. Haliyle benim de bu ‘sosyal demokrat’ çizginin dışına çıkmam hiç olası değildi. Ne var ki yakın çevreyi gözlemlemeyi, farklı hayat tarzlarını anlamaya çalışmayı çok severdim. Zira antenlerim her yöne açık, çevremde olup biteni yazmayı altı yaşında kafaya koymuş bir beberuhi olduğum için böyle davranmam doğaldı. Yani o zaman da bugünkü gibi, gerçekler dünyasında değil, hayal âleminde yaşardım. Doğrusu özellikle Şakacı Sokak ve nüfuzlu üstün hâliyle Bağdat Caddesi o zamanki Kozyatağı, İçerenköy, Bakkalköy ve Küçükyalı gibi daha yoksul dünyayla kıyaslandığında hiç fena bir hayal âlemi sayılmazdı... 

[📷 “Hayat Dergisi”, (Nostalji Arşivimden).] 

O günlerde yayınlanan dergilerinin her sayısının kapaklarında renk renk basılmış kapak resimleri diğerlerini olduğu gibi beni de romantizme çağırırdı. Mesela saçları vaglı, tırnakları ojeli, gözleri süzgün hanımlar mevsimden mevsime değişen şatafatlı giysileriyle boy gösteriyor, bu da ister istemez erkek okurların gönüllerini fethetmeye yetiyordu. Her sayfasında beni alıp götüren, şimdiki zamanımdan çok önceki zamanlara sürükleyen; öte yandan yine de sanki hemen o haftanın, o son yedi günün, şimdinin zamanındaymışçasına, geçmişi bugüne dönüştüren haberler, fotoğraflar, yazılar, hikâyeler, Mehmet dedemin baş tacı Cumhuriyet gazetesindeki tefrika romanlarla baş başa kalıyordum. 

Mesela insanlar “danslı balo”da kaynaşıp dans ediyorlarmış. Danslı baloların saat yirmi ikiden sonra başladığını, yemek ziyafeti bittiğinde, öteki, orkestralı salona geçilerek dans edildiğini yazıyordu bu dergiler. Herhalde bu balolara davet edilmeden gitmek biçimsiz bir davranış olmalıydı ki bizim sülaleden kimse gitmezmiş. Eğer yapsalarmış, büyük bir ihtimalle, öyle yerlerde yabancı ve garip vaziyette kalma gibi bir sorunu yaşayabilirlermiş. 

Evet, balo ve dans denilince, bu genellikle Şakacı Sokak’ın itibar göstermediği bir duyguydu ama kendisinden yıllar sonra kurulan ve hatta Bağdat Caddesi’nin sınıfsal çizgisinin sayesinde daha hızlı gelişerek parsayı kapan Suadiye’de danslı partiler hiçbir zaman eksik olmazdı. Bunu da sahile yakın yerde inşa edilen öncü gazinoya borçluydular diyebilirim. Buna geleceğiz. Ama şimdi devam edelim. Böyle balolarda erkekler “hiç olmazsa” smokin, kadınlar “hiç olmazsa” uzun etekli, “ağır elbise” giymeliydi diye okuyorum. Ayrıca danslı balolarda “cıvıklık, sırnaşıklar” asla yapılmazmış... 

[📷 “Hayat Dergisi”, (Nostalji Arşivimden).] 

Bunları sayısız kere okurdum, sonra bir hüzün basardı. Zaten bu değerli dergilerin Cemile babaannemin ev halkı tarafından o kadar özenli korunmuş ciltlerinde, haftalarca gülümsemiş durgun veya dalgın bakmış, bir taşbebeği öperken, deniz kıyısında, çakıllı kumsalın veya bir yalının veyahut bir köşkün bahçesinde, günbatımında, mikrofon önünde, piyano çalarken poz vermiş bütün o kadınlar, erkekler de kaybolmamışlar mıydı? 

Doğru. Sınıf kavgası toplumda yayılıyordu. Bir taraftan cesur SOL yükseliyor, rejim baskısını artırıyordu. Diğer taraftan muhafazakâr ve aşırı milliyetçi SAĞ pusuya yatmış avını bekliyordu. Oysaki Avant-garde gençlik en fazla sola meylediyordu ve ilk başlarda buna Bağdat Caddesi gençliği bile intisap ediyordu. Fakat bu bağlılık biraz tuhaftı. Ortada büyük bir sınıfsal çelişki vardı. Bir yanda tecrübeli politikacılar: “Komünizm bu kış geliyor!” diye demeçler veriyordu ve herkes put kesilmiş hazır nazır komünizmi bekliyordu. 

Mamafih diğer yandan kimse ne yapacağını bilemiyordu. Çünkü Bağdat Caddesi’nin snob, çok devranlar görmüş, süslü ve zarif gençleri artık bir şeyi çok çok iyi biliyorlardı. Komünizm gelirse de suç onlardaydı, gelmese de... 

[📷 Şemsettin Günaltay Caddesi, Ayşe Kadın (Aralık 2018).] 

Şakacı Sokak da tedirgin bekleyişin kurbanıydı. Gözlerini Cadde’ye dikmiş, kulakları gelecek havadislerde. Bir bakışa göre, bu Bağdat Caddesi gençliğinin hayat tarzını gören Şakacı Sokak ve yakın çevresinin halkı komünizme meyletmiş olacaktı; yani komünizm bu “burnu havada” gençliğin yüzünden gelmiş olacaktı. Diğer bakış açısına göre ise komünizm gelmemişti çünkü onlar fikriyata meyledince kimsenin güveni müveni kalmamıştı bu ideolojiye. Yani her zaman olduğu, (ve ilerde çoğu zaman olacağı gibi), her şekilde Bağdat Caddesi gençleri birinci suçlu, olağan şüpheliydi. Çünkü onlar yaşamayı seviyorlardı. Onlar hüzünlerinin arkasına saklanıp yaşama küsmüyorlardı. Onlar trendlerin hep en önündeydiler. Onlar büyük yaşamayı seviyorlardı. Sözün özü, onlar, “Devlerin Aşkı”ndaki James Dean, Liz Taylor gibi hissediyorlardı. 

[📷 “Devlerin Aşkı” film arşivi, (Nostalji Arşivimden).] 

Tek bir sorun vardı ortada. Kimse onları anlamıyordu. 

Çünkü burası Türkiye’ydi. 

Burada hayallere hürmet etmek için vakit henüz çok erkendi. 

Heyhat, işte bir yığın çöp iddianın tersine, o kış da komünizm gelmemişti. 

Şakacı Sokak ise tam bir şaşkınlık içinde olup biteni izlerken ve hayalleri başkalarının sırtına yüklerken kendi düzenine geri dönmüş, kendi kuytusunda şakacı yaşantısını sürdürüyordu. Ta ki birkaç yıl sonrasına kadar... 

[📷 Şakacı Halkı bir müzik dinletisi eğlencesinde bir arada, (1970’ler).] 

Hiç kuşku yok, ŞAKACI SOKAK’ta sol tandanslı devrimci saltanata adım atmak Bostancı’nın devrimci demokrat yaşam tarzı etkisiyle Yapıtaşlı gençlere ve aynı zamanda Kazaskerli uyanık CHP’li kitleler ile onların bağrından doğmuş ama sosyal demokrasiyi yeterli görmemiş, muhalif devrimci kimliklere kısmet olacaktı. 

Seref Sayman

Saros Körfezi, Ekim 2018, Mart 2019

 

(*) Önceki Makale: Bahçeli Evlerden Beton Mezarlıklara

(*) Sonraki Makale: Şakacı Sokak’tan İnsan Portreleri 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***