Ecnebi Sinema: "Şehrin Üzerinde Korku"

ECNEBİ SİNEMA: ŞEHRİN ÜZERİNDE KORKU

PEUR SUR LA VILLE (Fear Over The City) [1976]

Heyt yaşasın, Jean-Paul Belmondo gelmiş, kaçırmamamız lazım diye bir slogan atıp tuttuk yolu. Yeminle, son bir haftada iyi abone olduk Süreyya’ya. Ama bizim arzuladığımız ecnebi filmleri Kadıköy’de bir tek o getiriyor. Diğerlerinde maşallah ya yerli filmler ya da abuk sabuk yerli veya yabancı seks filmleri furyası devam ediyor. Ocak’ta Kemal Sunal’ın “Sahte Kabadayı”sı var. Güzel, hoş, komik adam ama nasıl olsa yaza Hadımköy’e gelir. Onu orada Kamil abi ve bizim çeteyle beraber seyrederiz. Reks’te de Türkan Şoray ile Kadir İnanır’ın dev aşkı, pardon, “Devlerin Aşkı” oynuyor. Tam anneme göre. O, Filiz Akın gibi acayip bir Türkan Şoray hastası. Fakat ben şimdi bugünlerde onun iri gözlerini, kocaman dudaklarını kaldıramayacağım. 

Bu sabah matinesini ablamla birlikte izlediğimiz “Şehrin Üzerinde Korku” filmi Süreyya’ya yakışmış. Gözlerim koltuklarda yine o iki saftirik sevgiliyi aradı, hani belki onlar da gelmiştir umuduyla filan. Belki yine bizi güldürürlerdi. Hayır, yoklar, gelmemişler. Tüh, çok şey kaçıracağız desenize!!

Film sanki ilk izlenimde bir korku filmi izleyecekmişiz havasını veriyor ama tabi böyle düşünenlere havasını bir güzel aldırıyor. Şahsen zaman zaman gerildiğimi hissettim ama Belmondo’nun ciddiye alınacak komik tarafını da es geçmemem lazım. Daha çok macera tarzında bir Fransız polisiyesi seyrettik diyebilirim.

Kendine aşırı güvenen ve olmadık hareketlerle karşısındakini bir hayli şaşırtan türünün son örneklerinden komiser Jean Lettelier’i hakkıyla oynayan Jean-Paul Belmondo’ya centilmence bir ‘bravo’ bir de ‘mersi boku’ demek geldi içimden. Zaar Marnucci (Giovanni Cianfriglia) adında azılı bir gangsteri gözü dönmüş bir şekilde ararken her şeyi göze almaktan başka çaresi kalmamıştır çetin polisimizin. Üstelik Paris sokakları yetmiyor, çatılar, dam tepeleri, dik bacalar, su boruları, yağmur dereleri, yükseklik korkusu nedir tanımıyor.

Marnucci karakteri gerçekleştirdiği son soygundan peşindeki Jean Lettelier’e enselenmemek için tabaları yağlamış kaçarken bir sivil vatandaşı silahla vurması çorbanın tuzunu artırıyor. Sinir katsayısı yükselen komiser Lettelier’in bir de başına kendisine ‘Minos’ lakabını yakıştıran psikopat bir katil sarılıyor. Zaten psikopatların dünyası tam ona göredir. Süreyya’nın gölge ışıkları sahnenin üzerinde toplanırken onun da psikopatça davranışları durumu eşitler. Yalnız kadınları manyakça öldürmekten bir hayli zevk alan bir katil vardır karşımızda. Kadınların ahlaken ölmeyi hak ettiklerini düşünen, ayıplanacak tarafları olduğunu düşünen serseri bir ruh hastası işte.

Öyle basit bir şekilde, bir iki kurşunda öldürmek filan olsa iyi, resmen doğruyor kurbanlarını.

Koltuklarında iyice gömülen seyircilerin yüzlerini bir görebilsem, herkesin bu manyağı şöyle bir güzel ele geçirip doğrayacağına yüzde yüz bahis bile oynarım. Çaktırmadan yanımdaki teyzeye göz atıyorum, “Allah seni kahretsin!” der gibi bakışları var. Bana değil elbette, katile. Yanında kuzu sarması şekilde filmi seyreden amca ise oldukça sakin. Karısının elinden bile tutmak aklına gelmiyor. Ne adamlar var dünyada. Oysa ben ablamın koluna girmişim, korkmaması için ona destek oluyorum. Gerçi korkulacak bir şey yok, film sonuçta, ama olsun sadece Paris’te mi manyak var? Bir zamanlar, ben galiba altı, yedi yaşındaydım. Kasımpaşa canavarımız vardı bizim. Kadınları doğrar, paketlerdi. Az korkulu günler değildi. Kimse geceleri doğru dürüst gezmek istemez, sokağa gerekmedikçe çıkmazdı. Adım gibi eminim yine böyle manyaklar var çevremizde. Koca şehir, İstanbul. Kimin nereden geldiği belli değil.

Zaten gerçek hayat filmde gördüğümüz gibi değil ki!

Bu filmde tam bir kedi fare kovalamacası var. Daha doğrusu Minos, Lettelier’le kedi fare ile oynar gibi oynuyor. Gel de çıldırma. Adam zeki mi zeki. Bütün psikopatlar böyle zeki midir acaba diye bir soru geçiyor aklımdan. Bir üniversitesi filan mı var bu sapık mesleğin?

İşte tam bunları düşünürken Paris sokakları, çatıları üzerinde öyle bir kovalamaca sürüyor ki nefeslerimizi tutuyoruz. Sürreyya dilini yutuyor. Biliyorum, antrakt ışıkları yanınca kimse yerinden kalkıp patlamış mısır, gazoz, çerez almaya gitmeyecek. İşte bana da gün doğacak. Bütün yüzleri inceleme fırsatım doğacak. Kim ne kadar korkmuş, kim ne kadar gülmüş, kim ne kadar keyif çatmış noksansız tüm yüzlere yansıyacak.

Suç, korku, komiklik ve hafif seks sahnelerini bir arada toplamış “Şehrin Üzerinde Korku” filmi heyecanla bizi biçimi bozuk katil ile baş başa bıraktığında koltuklarda bir kıpırdanma oluyor. Ablamın ezeli beri hastalık seviyesinde bir alışkanlığıdır, öfkelenince dişlerini gıcırdatır. Yine o sesleri duyar gibiyim. Bizim komiser Lettelier adama biraz yaklaşınca koltuklarda bu kez bir gevşeme oluyor.

Benim en çok komiğime giden sahne deponun birinde tüyler ürpertici mankenler arasında geçen silahlı çatışma sahnesiydi. Diğer millet ise komiser Lettelier’in çatıdan aşağı güm diye gidecekken yaşadığı zor anlara gülmeyi tercih etmişti. Diğer bir sahnede, katil Minos, kadının birini telefonda arayıp, ilk kurbanın kendisi olacağını söylediğinde sinemada esen buz gibi havayı ta iliklerime kadar hissettim.

Buna ne ben, ne de diğer millet gülmemiştik. Gerçi hiç elini sürmeden böyle bir tehditle öldürmek, bu katilin kurbanlarını nasıl seçeceği konusunda bize hiç fikir vermediği için üst dudaklarımızı biraz ısırmadık diyemem.

Hele komiser Lettelier’in Minos’u acımasızca kovalarken, hareket halindeki trenin üstünden ha düştü ha düşecek, kafayı ya yaklaşmakta olan elektrik direklerinden birine vuracak ya da tünelin daralan ağzındaki taş duvara toslayacak gibi iddialarda bulunmak için ne alt, ne üst dudağımız ısırmamız yetmez, kendi beynimizin dışına çıkıp çeşit çeşit hikâyeler yazmamız da gerekirdi ancak.

Neyse ki Adalberto-Maria Merli, rol adıyla Minos, tüylerimizi diken diken eden kurnaz kaçışıyla, ki o anda onun iğrenç suratını da görmenin keyfini de yaşadık, bizi bir benzetti, bir benzetti!! Yani, çılgın bir kişilik olduğuna akıl erdirmek çok hafif kalır.

Belki de bu hafiflik Süreyya seyircisine de sinmiş olan Komiser Lettelier’in ölümlere karşı ciddiyetten uzak, uyuz gibi sergilediği davranışlardan ötürüydü. Katilleri ve ölümleri doğal karşılamak, sanki onları doğa olayları gibi görmek hangi mantığa sığar yahu?

Tamam, bir ara Belmondo süper yıldız olarak sıkılıyor ve ortağını öldüren kaçak gangsterin peşinden gitmeyi yeğliyor. Biz de hep beraber onunla birlikte gidiyoruz. Derken kafamıza taş tuğlalar, çiçek saksıları düşüyor. Minos’u hatırlıyoruz. Belki oturduğumuz koltuklardan birinin altına eğilmiş, saklanmış olabilir, belki beyaz perdenin yanındaki uzun geniş duvarın arkasına gizlenmiş de olabilir. Kollarımızda kalkan incecik tüyleri yalayıp yapıştırmak, yerli yerine koymak kendi elimizde. Bunda da siniri tepesine çıkmış, korku içindeki hemşire Germaine Doizon (Rosy Varte)’yi yatıştırmaya çalıştığımız için olabilir mi?

Öyle veya böyle, bu kovalamaca biraz gerginlik, biraz komiklik içinde bitecek ve az sonra Komiser Lettelier’i evine sağ salim göndereceğiz. Peki ya, biz gidebilecek miyiz? İyi ki bu filmi gece suaresinde izlemeyi tercih etmemişiz; yoksa bir de eve gelene kadar benim halimi bir düşünün.

Bana kalırsa bu filmi yapmaya karar verenler bizim Şakacı Dünya’nın ‘fanatik’ kızlarının sevgilisi Belmondo’yu battaniye gibi kullanmışlar. Yani katilden kaçanlar için sıcak, korunaklı, katiller için tüylü, sevimsiz. E, sanki o bunu bilmiyor. Yuvarlak çıkıntısı eskimiş biraz, kırışıklıkları da topallayarak uzaklaşıyor. Makasa ihtiyaç var mı? Yanımdaki teyzeye göre fazlasıyla... Çok çalışan, işgüzar komiserimiz hem polis oluyor, hem battaniye. İki rolde yani. Burnu büyük ama burnundan büyük işlere pek girmiyor. Çenesi çıkık ama gizli gözlerinin ardında çözmedik mesele bırakmıyor.

Zavallı, kafayı yemiş, Minos oldukça dengesiz bir adam. Ve film neredeyse bu adamın üstünde telefon jetonları gibi toplanmış. Fırsta bu fırsattır, Süreyya’da böyle adamlar var mıydı diye antraktta tek tek inceledim. Neyse ki görmedim böyle birini. Adamın kara gözlüklerinin arkasındaki sahte gözü tek kelimeyle iğrençti. Zaten böyle biri Süreyya’da kendisini baştan ele verirdi, onu yazmam lazım. Adam dengesiz ya, kadınlara tuzak kuracağı yerde, (ne yani şimdi benden mi tüyo alacak bu sapık?) gidiyor, önce telefonda tatlı bir sohbet ediyor kurbanıyla, sonra onu canice öldürmekle tehdit ediyor. Kadınlar tetikte olsa belki başka türlü olacak. Ama soğukkanlı katile hazırlıksız yakalanınca Minos’un elleri kanlarına bulaşıyor. Böyle sahnelerde salondan bir ‘ıııııı-ıııhhh’ sesleri yükseliyor. Sanırsınız milletin tuvalette, sıkışmış halleri... Derken bizim Komiser Lettelier iş peşine takılıyor. Daha doğrusu o işine gücüne giderken, bir kadın çığlığı, bir çift uğursuz siyah deri eldiven ve karşılıklı maç yapan şaşı bakışlı göz topları tüm güzel güneşli bir Paris sabahını bulutlu havaya çevirmekte gecikmiyor.

Ve başlıyor soluksuz kovalamaca.

Saatim olsa vallahi tutacağım kaç dakika koşuyorlar diye, ama bu sabah özellikle takmadım. Yoksa ablam ikide bir: “Başladı mı, kaç dakika kaldı, nerede kaldı bu?” gibi zıpkın sorularla bileğimi yoracak.

Tren mi adama çarpıyor, adam mı trene çarpıyor, cevabı seyirciye bırakılmış; o dehşet sahnesinden sonra ben başka bir sonuç çıkarıyorum. Bizim hâlâ Eminönü~Edirnekapı arasında çalışan, daha doğrusu her ne hikmetse hep de ya Sirkeci’de ya da Sultanahmet’te rayları fora eden kırmızı troleybüslerimiz var. Paris raylarında giden hızlı trenin şiddetine bakılırsa, Avrupa’nın neresindeyiz biz Süreyyalılar çok iyi anlıyoruz. Ama çıkardığım sonuca gelirse; bu tımarhanelik bir adamın hikâyesi değil, bilakis Paris metrosunun reklamı gibi geldi bana. Yani işte bizim mavi trenlerimiz böyle hızlı diyerek dünyanın gözüne sokmaya çalışıyorlar, trenlerini ve tren yollarını.

Bir de gelsinler bizim Haydarpaşa~Gebze ya da Sirkeci~Halkalı hattındaki kahverengi trenlerimizi görsünler. Çoluk çocuk sülalecek açık kapı dışlarında nasıl seyahat ediyoruz. Tam çift yollu havadar. Şimdi Süreyya’nın şu rahat kırmızı koltuklarında bir düşenelim. Bu filmi Paris gibi kalabalık İstanbul’da, bizim banliyö trenlerde çekmeye kalksak, kameramanı nereye koyacağız, yönetmen tepemizde mi oturacak, Minos bunalıp sonra da bir güzel küsüp kurbanı kovalamaktan vazgeçip kendini aşağı atar mı, Belmondo ben bu trene binmem arkadaş, yollar çok virajlı diye bir mazeret uydurup gelmekten vazgeçer ve onun yerine Meksika’ya tatile gider mi gibi bir dizi soruları sorabiliriz.

Tımarhanelik adama geri dönecek olursam... Kadınlar ona göre özgür olamaz. İstedikleri gibi yaşayamazlar. İstedikleriyle birlikte olamazlar. (Sanki İstanbul’da olabiliyorlar, ne yani şimdi biz erkekler hepimiz rapor mu almalıyız!!) Bu hasta adam seçmece topluyor. Önüne kim gelirse. Ama bu kurbanların hepsi çok güzel, konforlu dairelerde oturuyorlar. Telefonlarının zırıltısı çok gürültülü. Aşağı mahallelerden bile işitebilir insan, ama bir tek kurbanların kendileri duyuyor o zilleri. Zilden sonra ahizeye gelen hasta adamın ‘nazik’ sesi. Yumuşak bir lisanla tek tek nasıl öldüreceğini anlatıyor. Tehdit ediyor ve bir, iki gün içerisinde kurbanını boğazlamak için serbest yolu gözlüyor.

Bazen yakışıklı komiser ile göz göze, el ele tutuşabilecekleri kadar yakınlaşıyorlar birbirlerine. Ne var ki Lettelier dünyadan bir haber. Onun gerçek kimliğini çözene kadar daha kaç kurban kan verecektir?

Bütün cinayet filmlerinin sonu galiba hep aynı. Tam katil bir rehineye son dakikalarını yaşatırken gökten uçan adam gelir ve boncuk gözlü adamı tam gözünden mıhlar.

Herkes rahatlamıştır. Koltuklarda sevimli hareketlenmeler olur. Belmondo’ya sevgi alkışları gönderilir. Işıklar yanar. Apar topar çıkış kapısına doğru ilerleriz. İçeriye girecek olanların kuyruk yaptığını görünce yüzümüze afacan bir tebessüm oturur.

Haylazlığım bitmez ama bunu burada yazacak değilim...

Seref Sayman

Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 15.01.1977 

***…*** 

(*) Önceki Makale: TV’de Ecnebi Film: “Uzaktan Gelen Tam Tam Sesleri”

(*) Sonraki Makale: TV’de Ecnebi Film: “Malta Şahini” 

>>> [iÇERİKdİZİNİ]