ECNEBİ SİNEMA: PEMBE TELEFON
LE
TELEPHONE ROSE [1975]
Ağabeyim, yarım Kulelili ‘fransız’ babamın peşi sıra, ortaokuldan beri yabancı dilini Fransızca
okuduğundan olsa gerek Fransızlara ve her şeyin Fransızına acayip bir tutkusu
var. Ne zaman havada bir Fransız kokusu alsın, anında haberi oluyor. Benimse bu
alafranga dile karşı ne kesin bir sempatim ne de antipatim var. Ama asla İngilizcem
ile yer değiştirtecek kadar henüz kafayı yemedim. Bu nedenle doğal olarak benim
favorilerim Hollywood ve İngiliz eğilimli sinemalar oluyor. Tamam, Fransızca
şarkılara bayılıyorum, dilin kulağa aksedişi de çok hoş, fakat sineması oldukça
ya çok yavan dramatik, ya da komedi filmlerindeki espriler tam Avrupa’nın bu
çok edebiyat ve hümanizm yalamış ülkesine göre ayarlı.
Neyse ağabeyim bu. Bir haftadır başımızın etini yedi durdu. Bir Fransız
filmi daha geldi Süreyya’ya gidip görelim diye. E, dedim konusu ne? Konusunu boş
ver, Fransız olsun yeter. E, biz daha geçtiğimiz günlerde gittik birine, ama
valla Fransız kalıverdik filmin ortasında. Sonra ona bir güzel Belmondo’lu “Şehrin Üzerinde Korku”yu anlatmaya kalkıştım. Ama
kime anlatıyorum ki ben? Adam zaten arkadaşlarıyla Beyoğlu’nda görmüş filmi.
Bize tek kelime bile etmedi bugüne kadar. Bak sen! Bayağı bir teessüf ettiğimi bildirdim
ağabeyime; ne o bizden gizli gizli...
Ama şimdi birden affedesim geldi kendisini. İlk defa olmasa da bu kez
bizi unutmadı biz kardeşlerini. E, ne yani, yapılan teklifi geri çevirmek olur
mu, hâliyle takıldık kuyruğuna. Kadıköy’ün Süreyya’sının önünde bir kalabalık,
bir kalabalık; gören de ne oluyor, miting mi var diye sorgulayabilir. Meğer
izdihamın sebebi bizim oraların, Kazaskerli, Kozyatağılı, Suadiyeli, Bostancılı
Şenesenevlerli, mangalarıymış. “Oha” diye bir çığlık
atasım geldi kendi kendime. Ağabeyim ne kadar tanıdığı varsa toplamış getirmiş.
O tanıdığına, tanıdığı kendi tanıdığına, tanıdığın tanığı kendi tanıdığına,
kulaktan kulağa oynamışlar. Hemen şuracıkta bir futbol turnuvası çevirsek ancak
bu kadar olur yani. Futbolcu kadar taraftar bolluğu. İçeriye kaçamak bir göz
fırlatıyorum. Süreyya’nın ‘Gelecek Program’, ‘Pek Yakında’ gibi film afişlerine insanların bakması imkânsız gibi bir şey. İzbandut
Erenköylüler ip gibi dizilmişler önlerine. Zaten her haliye Süreyya’yı bizim ‘Adalar Vapuru’ kapatmış, her türlü
geometrik şekilden belli oluyor. Ablam ürktü zaar, koluma yapıştığı gibi, “Ne kadar kalabalık oldu?” diye tel tel dökülüyor kelimeler ağzından. E, doğru ben genelde onunla
matineleri kaçırmadığımız için daha sakin, daha huzurlu bir ortamda
izleyebiliyoruz filmlerimizi.
İçeri giriyoruz. Millet meğer ne kadar çok seviyormuş Fransız filmlerini.
Oysa bakıyorum başrol oyuncularına. Hiçbiriyle özel bir tanışıklığım olmadığını
görüyorum. Hatta tanımıyorum, daha önce hiç duymadığım isimler akıp gidiyor
jenerikle beraber.
Işıklar tamamen sönene kadar yüzleri inceliyorum. Nasıl bir etki
içerisindeler ve nasıl bir tepki veriyorlar diye. Herkes kendi çapında
eğleniyor. Film müthiş komedi diye içimize işlendi bir kere ama içerideki ortam
filmden daha komik. Bırak Fransızları sen asıl Türklere bak diyesim geliyor
ışık odasındaki karartılı makiniste, kafamı yüz seksen derece bir açıyla arkaya
doğru çevirdiğimde.
O oralı bile değil. Son hazırlıkları yapıyor zannımca.
Ve işte o karanlık an. Herkes sus pus oluyor. ‘Tanrım nereye gitti bu
millet’ diye soruyorum içimden.
Daha iki dakika öncesine kadar kulaklarımızı yerinden oynatan uğultu yerine
ekrandaki Christine’nin sesinden
başka ses duyulmuyor. Ha, tamam anladım. Bütün herifler gözlerini Christine rolünü üstüne almış Mireille
Darc’ın seksi elbisesi üzerine yoğunlaştırmış. Ablam solumda, ağabeyim sağımda.
Gerçi onun sola vurgun büyüleyici özelliğini biraz çizmiş oluyorum ama benim
suçum değil; bütün yakın arkadaş çevresi onun sağına dizilmiş durumda. Ablama
çaktırmadan ağabeyimin kulağına fısıldıyorum, “Abicim, sen Fransız komedisi diye yanlışlıkla
bizi seks filmine getirmiş olmayasın?” Ağabeyim ses
vermeden başını ‘hayır’ der gibi iki yana sallıyor. Umarım öyle değildir. Ben hilafsız adından
bile şüphelendim. Neymiş o öyle? “Pembe Telefon”... Niye siyah değil, kahverengi ya da gri değil. Var bu işte bir şey.
İzlemeye devam.
İlk gözüme çarpan sahneler Fransız modasından seçmelerin sanki sergiye
çıkartılması gibi. Gözümde Bağdat Caddesi ve onun sosyete nüfusu canlanıyor.
Neden böyle bir şey durup dururken zihnimi meşgul etti anlayamadım. Film ağır
aksak ilerliyor. Benim aklım hâlâ Cadde’de. Paris sokaklarını ve apartman
içlerini hayalimdekilerle karşılaştırma imkânını verdiği için beynime
sulanıyorum. Merkezinde bir yumuşaklık, yüzeyinde bir yavanlık. Tıpkı filme
yansıyan hava gibi. Olayların merkezinde bir cıvıklık, yüzeyinde ise sönüklük. Christine’nin oturduğu daireye bir şey
demem, mutlaka parfüm kokusundan geçilmiyordur. Ancak Pierre Mondy’nin oynadığı
Benoit Castejac’ın otel dairesi sanki
küf kokuyormuş gibi geldi bana. Gelsinler bir de Bağdat Caddesi’ndeki evlere
girsinler bakalım. Adamlar film çekeceğiz diye elde bidon gaz kuyruğu gibi
sıraya girip ayrılmak bilmezler. Elbette gaz bidonu, kameralar, ışıklar ve bilumum
teknik araçlar oluyor. Kuyruk ise bildiğimiz kuyruk.
Filmin konusuna gelince... Taşralı bir fabrika sahibi fabrikasını büyük
bir Amerikan kuruluşuna satmak istiyor. Fabrika sahibi bu arada her hafta sonu
işçileriyle beraber ‘ragbi’ oynayan bir tip. Bu haliyle Fransızların efsanevi insanlığını
canlandırıyor olabilir. Ragbiyi ağabeyimden öğreniyorum, klâsik İngilizlerin
Amerikan futboluna çok benzeyen bir tür futbol oyunuymuş. Fabrikayı satın
almaya niyetli olan Amerikan kuruluşunun temsilcileri anlaşmayı yapmak için
adamı Paris’e çağırıyorlar. Gelir gelmez kendisine bir güzel ziyafet
veriyorlar. Bununla da kalmıyorlar onu şirket yöneticilerinden birinin yeğeni
olarak lanse ettikleri sarışın bomba Christine
ile tanıştırıyorlar. Oysa bu fabrika sahibi için hazırlanmış alçak bir
tezgâhtır. Christine gerçekte bir
hayat kadınıdır ve yapılacak anlaşmayı yumuşatmak için bir süreliğine
kiralanmıştır.
Yeğen numarasını bir güzel yemiş bulunan vatandaş Benoit Castejac hemen gecesinde kadınla birlikte olur, doyasıya
sevişir ve ertesi sabah kalktığında Christine’e
âşık olduğunu hisseder. Bublar olurken Süreyya’da mırıltılar dolaşır.
Karanlıkta kim ne diyor diye göremiyorum ama havada birçok espriler patlar,
gülüşmelere katılırız. Bu çok hoşuma gider doğrusu. Kimsenin kimseyi “hişşşş”lediği yok. Herkes
eğleniyor. İşte sinema bu ya! Yoksa otur evinde seyret ne seyredeceksen. Eyvallah,
diyorum, bundan sonra dışarıda sinemaya gidilecekse ben bu tayfa ile
takılacağım. Fransız, mıransız fark etmez.
Zokayı yutmuş, abayı yakmış Benoit
Castejac yeni bir hayatın düşlerini kurmakta gecikmez. Bu yeni hayatının
içinde karısı olmayacaktır. Yüksekten kurduğu hayal teoremine göre tez elden onu
bırakacak ve bu genç kadın ile birlikte yaşayacaktır.
Bu düşünden bir türlü vazgeçmeyecek olan adamımız ‘hayat kadını’ olarak bilmediği Christine’i İtalya’nın Milano kentine
kadar takip eder. Kadının orada bir ‘iş
toplantısı’ vardır.
Süreyya yine karışır. İlahi çocuklar, siz de her şeyden bir nem
kapıyorsunuz ya, bırakın kadın ‘iş’ini rahat rahat görsün!!
Tabi, bıyığım olsa bıyık altından güleceğim ama on dörtlük kafa ile
kimseye akıl vermek niyetinde değilim.
Zaten gecikmeden adamımız gerçeği öğrenir, hayal kırıklığına uğrar,
fabrika satışının anlaşması sonucu belli olmayan kuşkulu bir hal alır, işçiler ayaklanır,
kendisini protesto ederler, karısından ise ayrılmış hayatı yıkılmıştır. Bu
esnada genç kadınla tartışmaları sürer. Sonuçta kimliğinin avantajıyla hareket
eden kadın daha özgür ve kendine göre bir yaşamının olmasını istemektedir. Adam
ise aşka kafayı takmış onu bırakmayacağını dile getirmektedir.
Ya adam saftirik, ya da kadın sözünün eri değil. Hangisiyse hangisi,
bilemeyeceğim, kadın geri dönmekte gecikmez, uçağa binmek üzereyken, adamımızı
bir güzel azarlayan kadın dönüşünde ayaklarını asfalt pistte vurarak dönüşünü halay
çekerek kutlamaktadır. Film orada biter, Süreyyalılar coşar.
Artık ‘son’dan kim ne çıkarırsa, bu da filmin bahtına. Bana kalırsa hayatını aşka
adamış Benoit Castejac ile
birleştirecek olan Christine hayattan
ders çıkarıp hayat kadınlığını bırakacak ve ikisi birlikte güney Fransa’ya
yerleşip üzüm yetiştirecek, bağcılık yapacaklardır. Kim bilir belki yakında
şaraplarını bile içebiliriz...
Yani bu kadar azgın bir romantizm sonrası filmin geldiği noktaya bakar
mısınız? Kimse mantık filan aramasın. Bu Fransızlar böyle işte, demiştim ben
size.
Çıkarken ağabeyim soruyor, “Nasıl beğendiniz mi?”
Ablamdan tek kelime yok.
Üstüme bakışlarını dikiyor ben ne diyeceğim diye.
“Pierre Mondy beyefendi ile tanıştığıma nail oldum. Ama en
müşerref olduğum kendisini bir daha asla unutmayacağım sarışın bomba Mireille Darc hanımefendidir. Bugünden
itibaren yakın takipte olacağım. Büyük kapitalist Morrison’u ise sana havale ediyorum tepe tepe tepelersin artık.”
Ağabeyim tebessümle enseme bir şaplak indirirken, bütün film boyunca
sessizliğini korumuş ablam koluma sevimli bir çimdik atar, “Nedir bu senin
sarışınlarından çektiğim?” diye ekleme yaparak.
Seref Sayman
Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 22.01.1977
***…***
(*) Önceki Makale: TV’de Ecnebi Film: “Kader Yolu”
(*) Sonraki Makale: TV’de Ecnebi Film: “Kumsalda”
>>> [iÇERİKdİZİNİ]