🚲&📖 Zülfü Livaneli “Balıkçı ve Oğlu”

Pire🚲 ile “KİTAP OKUMA TURLARI” Babaeski Günlükleri

Bisiklet bir tutkudur, bir yol masalı dostudur, gönülçelen bir sevdadır. Bisikletle kitapları düşünde gören biri yol sevdasına tutulduğu aşkını ömrü buyunca unutmaz, yaşadığı sürece o okuma mekânını hep arar durur... [Roman 📚] 

Toplumsal konulara duyarlılığı ile tanınan Zülfü Livaneli, bu kez Ege balıkçılarının ve hayal kurmaktan bile mahrum bırakılan göçmenlerin kaderine eğiliyor. 

Usta edebiyatçı Livaneli, “Balıkçı ve Oğlu” ile son yılların en can yakıcı ve büyük dramı “göçmenliği” balıkçı Mustafa, Mesude ve Samir bebek üzerinden anlatıyor. O güne dek sıcak evlerinde televizyondan izledikleri haberlerden aşina oldukları ölü insan bedenleri ve yarı ölü bir bebek evliliklerinin tam ortasına düşerek bir bomba etkisi yaratıyor; aile ilişkilerini bambaşka bir çehreye büründürüyor. 

Balıkçı ve Oğlu”, Ege’nin tarihinden bugününe, balık çiftliklerine ve rant hırsıyla dağlara, kıyılara saldıran şirketlerin yarattığı ekolojik yıkıma dair çok şey söylüyor. Bunun ötesinde göçmenlerin bir bilinmeze doğru göze aldıkları yolculuğu, hayatta kalma çabalarını ya da ölümü; kısacası “deryaya yakın, dünyadan uzak” yaşamlarını odağına alıyor. 

Livaneli’nin belki de en şiirsel romanı olan “Balıkçı ve Oğlu”; aile, aşk, ebeveynlik, evlat, kadın dayanışması, dostluk, göç, doğa üzerine çağdaş bir epope. 

Tavsiye ederim. Keyifli okumalar. ☺️📖🚴 

*** 

Zülfü Livaneli ile söyleşi (Duvar) 

Romanlar her ne kadar kurgusal olsa da yazarın içinde yaşadığı toplumun gerçeklerini yansıtan birer tarihi metin işlevi de görüyor. Bundan önceki romanlarınızı da düşündüğümüzde “Balıkçı ve Oğlu”, bu karşılaştırmanın neresinde yer alıyor? 

Söylediğiniz gibi, yazar toplum denizinin içinde yüzen bir balık gibi bütün akıntıları, fırtınaları duyumsamalı ve yansıtmalı. Benim romanlarımda da karakterler aracılığıyla toplumun sarsıntılarının duyulduğunu sanıyorum. Daha önceki romanlarımda töre cinayetlerinden diktatörlüğe, gelenekten modernite sancılarına, kuşak çatışmalarına, Roboski’den Gezi’ye kadar bilincimize yansıyan pek çok konu işlendi. Bu kez de Ege’nin yoksul balıkçıları ve çaresiz göçmenler girdi bu yapıya. 

Balıkçı ve Oğlu”nda göçmenlik, ekolojik sorunlar ve rant meselesi yer alıyor. Bir yazar olarak böyle bir hikâyeyi anlatmak sizin için ne ifade ediyor? 

Çağımızın sorunları romanlarımda sosyolojik ve düşünsel boyutta yer almıyor. Oluşturduğum karakterlerin bilinçlerine ve duygularına yaptığı etkiler olarak anlatılıyor. Bence roman yazımının vazgeçilmez koşuludur bu. Ortega y Gasset “Ben kendimin ve çevremin toplamıyım,” demişti. Doğrudur. Hiçbirimiz bir cam fanus içinde yaşamıyoruz. Çevremizdeki insanlar, doğanın tahribi, kapitalizmin saldırıları hayatımızın gerçekleri. Ben de bu toplumda yaşayan bir kişi olarak, beni üzen, yoran ve değiştirmek için mücadele ettiğim koşulları romanlarıma yansıtıyorum elbette. 

“HER İLHAM HAYATTAN GELİR...” 

Balıkçı Mustafa ve eşi Mesude “Balıkçı ve Oğlu”nun ana karakterleri. Bir yazarın karakter yaratımını nasıl değerlendiriyorsunuz ve sizin ilhamınız nerden geliyor? 

Her ilham hayattan gelir elbette. Marcel Proust’a karakterlerini gerçek hayattan alıp almadığını sormuşlardı. O da evet demişti, her karakterde yaklaşık sekiz yüz kişi var. İlhamı hayattan alıyoruz ama bunu birebir yansıtırsak adına sanat denmez. Binlerce izlenim, imge, düşünce, hayal, bir çiçek dürbününü sallarcasına iç içe geçip yeni kompozisyonlar oluşturuyor. Bence bir romanın asıl değeri, yarattığı karakterlerle ölçülür. O karakterler bir tanıdığınız, ruhunu, psikolojisini bildiğiniz kişilere dönüşürse roman görevini yapmış demektir. 

Türkiye’de ve dünyada yoksulluk, vahşi kapitalizmin yarattığı bir gerçek. “Balıkçı ve Oğlu”nda da yoksul, ekmeğini denizden çıkaran bir ailenin dramını görüyoruz. Bu dramın etrafında gelişen pek çok olayın içinde okur kendini sorguluyor ve empati gücü artıyor. Yazarken bu empatiyi nasıl kurdunuz? 

Günümüzün dünyasında ve Türkiye'de yoksulluk en önemli sorunlardan biri. Emeğin sömürülmesi, bir yanda akla ziyan servetler birikirken öte yanda gıdaya, ilaca, temiz suya erişemeyen kitlelerin sapır sapır kırılması, göçler, birbirini izleyen felaketler Mustafa ve Mesude’nin bilincine yansıdığı biçimiyle hayatımıza giriyor. Bu karakterleri çok sevdim ben. Yazarken onların derdiyle dertlendim, onların sevincine, kaygısına, mutluluğuna, mutsuzluğuna katıldım. 

“PSİKOLOJİ OLMAZSA OLMAZIDIR ROMANLARIN...” 

Psikoloji unsurunu da görüyoruz karakterlerde... 

Psikoloji olmazsa olmazıdır romanların. 2500 yıl önceki Yunan trajedilerinden bu yana insan psikolojisi çok da değişmiyor. Sosyal ortamda yaşayan bir insanın derisinin altına girip, kalbine, duygularına ulaşabilmek, roman sanatının temel görevi. Zaten karakterlere can verebilmeniz sadece onların psikolojik derinliklerine inebilmekle mümkün oluyor. Yoksa kalıp olarak kalıyor. 

Balıkçı ve Oğlu”, Egeli balıkçı bir ailenin başından geçen olayları işlese de biliyoruz ki göçmen meselesi geçmişten bugüne egemenlerin yoksul halklar üzerinde yarattığı en büyük trajedilerden biri... Böylesine evrensel nitelikte bir meseleyi yerel motiflerle işliyorsunuz. Bir coğrafyadan dünyaya seslenmek nasıl bir duygu? 

Başka türlü bir yolunu bilmiyorum zaten. Bir köyün insanlarını derinlikli bir biçimde yazarsanız, dünyadaki bütün toplumların temel gerçeklerini anlatmış olursunuz. Göçmenlik ise büyük bir trajedi. Sadece Akdeniz'de 16 bin göçmen can verdi. Savaştan, açlıktan, ölümden zulümden kaçan insanlardı bunlar. Niye göçüyor bu insanlar? Bu kadar büyük tehlikeleri neden göze alıyorlar. Demek ki yaşadıkları koşullar ölümden de beter. İnsanlığın utancıdır bu. 

“HALKLARI SEFALETE, İŞ SAVAŞA, HASTALIKLARA MECBUR BIRAKTILAR” 

Dünyanın ve Türkiye’nin politikasını nasıl buluyorsunuz? 

Zengin Batı ülkeleri insafsız bir katılık içinde. Kolonyal sömürüyle, Asya’nın Afrika’nın, Güney Amerika’nın zenginliklerini çaldılar. Halkları sefalete, iç savaşa, hastalıklara mecbur bıraktılar. Şimdi de oradan kaçan insanlara kapılarını kapatıyorlar. Türkiye ise Suriyeli kardeşlerimizi alıyor ama başka ülkelerden gelenleri geri gönderiyor. Suriyeli göçmenleri de AB’ye karşı koz olarak kullanıyor. Yine de en çok göçmen kabul eden ülke olma özelliği var tabii. 

Yurt dışında geçirdiğiniz yılları göz önüne alındığında bu durumun eserlerinize etkileri nasıl oldu? 

Bir fikir ve sanat işçisi sürgünde yaşadığı zaman, yerinden sökülüp başka bir toprağa dikilen ağaç gibi hisseder kendini. Köklerini yitirdiği duygusuna kapılır. Kuruma tehlikesi vardır. Bu yüzden ülkesini, dünü ve yarını ile düşünmeye başlar. Oysa o sırada ülkede kalan yurttaşları bugün olup bitenlerle meşguldür. Sürgün, acı çektiği bu süreçte, ülkesinin ve kültürünün tarihselliğini kavrar ve bu durum eserlerine yansır. 

“SÖZ SANATLARI TOPLUMLARI DÖNÜŞTÜRÜR” 

“Edebiyat insandan uzaklaştırıldı,” diyorsunuz. “Edebiyat Mutluluktur” kitabınızda edebiyatın kapitalist sistem açısından tehlikeli oluşundan söz ediyorsunuz. Bu meseleyi açar mısınız? 

Söz sanatları insanın kalbine giden bir yol bulur ve toplumları dönüştürür. Edebiyat iktidarlar için tehlikeli bir silahtır. Bu kadar çok şair ve yazarın öldürülmesinin sebebi budur zaten. Şimdi kapitalizm edebiyatı emekçilerin, yoksul insanların, acı çeken halkların kendini ifade edebileceği bir sanat olmaktan çıkarıp, anlamsız, konusuz, sadece biçimle oynayan, kedinin kuyruğunu kovaladığı bir oyun haline getirdi. 

“EDEBİYATTA MODALARA KAPILMAMAK GEREKİYOR” 

Edebiyat bir yolsa bu yolda yürüyen genç yazar adayları neler yapmalı? 

Genç yazarlar bu tuzaklara düşmezse kendileri için de toplum için de iyi olur. Edebiyatta modalara kapılmamak gerekiyor. Bunları söyleyerek mesajlı, yavan, biçime aldırmayan kitaplar yazılmasını savunmuyorum elbette. Ama son yıllarda biçimle çok uğraşılıyor. Oysa bizim ustalardan öğrendiğimiz önemli bir kural var: Her roman ve her konu kendi biçimini getirir. 

*** 

İki eleştiriden birincisi (pozitif/övgü dolu) 

“Keşke insanlar da yunuslar kadar iyi olabilseydi.” 

Kitap, işte bu sözle başlıyor. İnsanı kitabı okumadan bir düşünce alıyor haliyle: Peki, nedir yunusların yaptığı bu iyilik? Bir kitabı konu hatta kapak sözü olabilecek kadar nasıl bir iyilik yapmıştır bu yunuslar? 

Kitaba başlar başlamaz kendinizi bir Ege köyünde buluyorsunuz. Ege insanlarına ait yanık bir ten, ince uzun bir boy; tarlada, bağda, bahçede veya denizde çalışmaktan nasırlaşmış eller geliyor gözünüzün önüne. Önce kitabın kahramanı Mustafa’yı bir güzel tanımlıyor yazar size. Sonra zamanla kitapta çember genişliyor: Mustafa’nın karısı Mesude, denizde boğulan çocukları ‘Deniz’ derken konu komşu, tüm köy hatta köyün çok sevdiği engelli doğmuş saf kalpli Ömer! 

Kitabın ilerleyen sayfalarında günümüzün kanayan yarası göçmenlerin yani mültecilerin hayatını görüyoruz. Hatta son günlerde tartışılmaya devam eden bir konu diyebiliriz. Yazar, kitabında yolu ülkemizden geçen mültecileri, bu mültecilerin yaşadıklarını, nelerle karşılaştıklarını ve acılarını gerçekten çok güzel, etkileyici ve yerinde özetlemiş. 

Hatta konuyu biraz daha derinleştirerek mültecilerin birilerinin geçim kaynağı olduğunu, mültecilerin sırtından geçinenlerin arttığını ve mültecilerin kendilerini kullanan kişilere karşı mücadelelerini anlatmış. Savaştan dolayı terk etmek zorunda kaldıkları ülkelerini, yaşadıkları şehirlerini veya köylerini, evlerini ve tüm geride bıraktıklarını göze alarak umut yolculuğuna çıkan bu insanların hedefi savaşsız, barış içinde ve özgürce bir yaşam sürmek. Belki de özgürlüğe kavuştuktan sonra yeniden hayata başlayabilmek, bütün acılara, kaybedilenlere ve terk edilmişliklere rağmen... 

Tabii ki böyle bir hayata kavuşmak hiç de o kadar kolay değil onlar için. Kitapta da bunu görüyoruz, kaçakçıların yaptıkları eziyetler, göç sırasında yaşanan sıkıntılar, bir yandan ailesini kaybedenler, bir yandan belki de doğup büyüdüğü yerlere bir daha asla geri dönemeyeceğini düşünenler... Belki de yaşanan her şeye rağmen elbet bir gün o doğup büyüdüğü yerlere geri dönmenin umudunu taşıyabilenler, kaybettiklerini yeniden kazanabileceğini umut edenler de var her şeye rağmen. 

Kitabın ilerleyen sayfalarında batan bir bottan kurtulan bir bebeği görüyoruz. İşte kitabın kapağına konu olan bir yunus, bebeği kurtarıyor. Daha doğrusu bebeğin yaşaması için yunus, bebeği Balıkçı Mustafa’nın teknesine kadar getirip teslim ediyor. Böyle güzel bir mucizevi olay insanı okurken hem mutlu ediyor hem hüzünlendiriyor ve hem de insanlığı sorgulatıyor... İnsanlığın yapamadığını, mülteci diye bir oradan bir oraya savuran uluslararası sistemin yapamadığını yunus yapabiliyor. 

Yunusun bebeği Balıkçı Mustafa’ya getirmesinden sonra Balıkçı Mustafa ve eşi Mesude hem şaşırıyor hem de çok seviniyorlar. Zaten denizde çocuğunu kaybetmiş olan Balıkçı Mustafa ve eşi Mesude, bu bebeği yaşatmaya ve sahiplenmeye karar veriyorlar. Ancak, bu bebeği köydekilere nasıl açıklayacaklarını hiç bilemiyorlar. Kendilerince uygun bir çözüm yolu buluyorlar. Balıkçı Mustafa’nın karısı Mesude, bir yolunu bulup bebeğin annesini araştırmaya başlıyor. Bu süreçte de bebeğin gerçek annesi Zilha, bottan kurtulmuş ve hastane kaldırılmış olup bebeğini kaybetmenin getirdiği üzüntüyle perişan durumda. Belli bir zaman sonra Mesude, nihayet batan bottan yaralı kurtulan bebeğin annesini hastanede bulup bebeği teslim ediyor. Ancak, sonrasında ne oluyor? bunu kitapta öğreneceksiniz. Ve öğrendiğinizde, çok etkileneceksiniz. 

“Kadın kadını anladı, kadın kadını hissetti...” bu söze kitabın son sayfalarında karşılaştım ve çok etkilendim. Hemcinsinin yerine koyabilmek, onun duygularını anlayabilmek, hislerine tercüman olabilmek ve günümüzde en çok ihtiyaç duyduğumuz şey olan empati kurabilmek... 

Kitabın sonuç bölümünde ise Zülfü Livaneli hiç uzatmadan, olabildiğince sade, kısa ve öz bir şekilde olayı çözümlemeyi tercih etmiş. Son sayfalarda yazar, bol bol empati kurmamızı ve insanlığın geldiği acı verici ve üzücü durumu sorgulamamızı istemiş. Son sayfaları okurken empati kurarak okuduğunuz resmen iki parçaya ayrılıyorsunuz. Bir taraftan bebeğin esas annesi Zilha, diğer tarafta ise bebeği bulan Mesude oluveriyorsunuz. 

Yazar, bu kitabında çok güzel, yerinde ve belki de hepimizin bugüne dek hiç farkına varamadığı betimlemeler ve çözümlemeler yapmış. Okurken bir Ege köyünde, bir balıkçı teknesinde, sonra kasabada, hastanede, köy kahvesinde buluyorsunuz kendinizi. 

Kitabın sonunda yazarla yapılmış bir röportaj da bulunuyor. Sayfa 129’dan itibaren başlayan bu röportajı mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Hatta ben röportajdaki soruları sesli okudum, başkasıymış gibi. Cevapları ise sessiz okudum, kendimi yazarın yerine koymak için... Son olarak kitabın arka kapağındaki yazılanları da okumanızı kesinlikle öneriyorum. 

Çok keyif alacağınız, kısa soluklu ama çok hüzünlü ve çok güzel bir roman... Okuyunca bana hak vereceğinize eminim. Böylesi güzel bir kitabı okumanızı kesinlikle tavsiye ederim. Çünkü asla pişman olmayacağınız bir roman! Ayrıca kitabı okuduğunuzda mutlaka yakınınızdakilere de önereceksiniz. 

*** 

İki eleştiriden ikincisi (negatif fakat yapıcı) 

Tatil kitabı kıvamında olacağını düşündüğüm “Balıkçı ve Oğlu tam bir hayal kırıklığı oldu. 

Öğle saatlerinde iskelede, güneş şemsiyesi altında okumaya başladığım Livaneli’nin bu son romanını iki yüzme molası dışında ara vermeden üç saatte okudum. Hatta kitabın sonundaki söyleşiyi de okuduğum halde okuma açlığım hala devam ediyordu. Çünkü kitap ortalama bir okuru doyuramayacak denli zayıftı. Ne tadı vardı ne de tuzu. Son sayfasını da okuyup, plaj çantama yerleştirdiğimde kendime kızıyordum. “Her yeni çıkana balıklama dalarsan zamanına da parana da böyle yazık olur”. 

Müziğini, duygulu türkülerini daha çok sevdiğim Livaneli’nin, “Seranadadlı romanını ilginç konusu nedeniyle etkileyici ve bilgilendirici, “Konstantiniyye Oteli ve “Mutluluk adlı romanlarını ise akıcı bulduğumu, hatta “Leyla’nın Evi”ni beğendiğimi söylemeliyim. 

2021 yılı Mayıs sonunda ön siparişle okura sunulan 120 sayfalık “Balıkçı ve Oğlu” bir roman değil aslında. Uzun bir öykü ya da bir “anlatı” olduğunu düşünüyorum. Kitabın arka sayfalarında Livaneli romanlarının artık İnkilâp Kitabevi tarafından basılmakta olduğu duyurularını görünce, biraz geriye gidip bu transferin öyküsünü araştırmak istedim.

Çok değil, pandemiden hemen önce 30 Aralık 2019’da gerçekleşmiş bu transfer.  Livaneli’nin İnkilâp Yayınevi sahibi ile sözleşme yaptığı törende çekilmiş fotoğrafların arasında yazarın el yazısı ve imzası ile “bu transferden ne kadar mutlu olduğunu” belirten notun fotoğrafına rastladım. Haberde üç yıl aradan sonra Livaneli’nin büyük heyecanla beklenen yeni romanının İnkilâp Yayınevi tarafından 2020’de yayınlanacağı belirtiliyordu. Romanları çok satan popüler yazarlarımızdan Ahmet Ümit ve Aye Kulin de yayınevi değiştirdikleri döneme denk düşen yeni kitaplarını nasıl çalakalem yazdıklarına dair gözlemlerimi bu sayfada sizlerle paylaşmıştım.

Üç numaralı popüler yazarımız da aynı yolu izlemiş görünüyor. İnkilâp Yayınevi ile anlaşırken, ülkemizin yayıncılık dünyasının transfer raconuna uygun olarak, eski kitaplarının yayın haklarının yanına yeni bir roman eklemek zorunluluğu ile karşı karşıya kaldığı anlaşılıyor. Söz verdiği gibi yeni bir kitabını 2020 yılına yetiştiremeyeceğini anlayınca, bir bölümü Yunuslar adıyla daha önce Cumhuriyet’te yayınlanan öyküsüne, sağdan, soldan, oradan, buradan eklemeler yaparak, alel acele, derinliksiz, tutarsız kısa bir roman ortaya çıkarmış. Bir buçuk yıl gecikmeyle yayınevine teslim edebildiği bu kısa romanda Ege Denizinde mültecilerin yaşam savaşı bir balıkçı ailesi üzerinden anlatılmaktadır.

Mustafa ve Mesude bir balıkçı köyünün sakinleridir.

Çocukluk arkadaşıdırlar. İkisinin de babaları erken ölmüştür. Aynı köyde büyümüş, önce arkadaş, sonra âşık, sonra da bir aile olmuşlardır. Babasının mesleğine sarılan Mustafa balıkçılık yapmaktadır. Oğulları Deniz yedi yaşındayken babası ile balığa çıktığı bir gün denizde boğulunca genç çiftin dünyası adeta durur. İçe kapanık, solgun, mutsuz ve durgun bir yaşama gömerler kendilerini.

Bir gün Mustafa balık avlarken denizde boğulmuş göçmenlere denk gelir. Onların cansız bedenlerini sahile götürmeye çalışırken, denizlerde tanıyıp, kolladığı yunus ailesinin kayığına doğru yüzdüğünü görür. Baba yunus burnuyla bir oyuncak botu iterek Mustafa’nın sandalına yaklaştırır. Mustafa oyuncak bota minik bir bebeğin bağlı olduğunu görünce şaşırır, hemen alıp, temiz su ve azıcık çikolata ile beslemeye çalışır. Sahile ulaştığında, ölen göçmenleri jandarmaya teslim eder ve bir sepete sakladığı bebek ile evine döner.

Mesude ile birlikte bebeğe sahip çıkarlar, beslerler, temizlerler ve herkesten saklarlar. Henüz iki aylık gibi görünen bebeğe kaybettikleri oğullarının adını verirler. Artık onların yeniden bir Deniz’i vardır. Ancak yaptıklarının yasal olmadığının cezalandırılabileceklerinin farkındadırlar ve çok tedirgindirler. Sahil güvenlik elemanları batan göçmen botundan denize düşen Afganistanlı birkaç kazazedeyi kurtarıp, ilçedeki hastaneye kaldırmıştır. Kendine gelen genç bir Afgan kadın hemen bebeğini sormaya başlar. Bu noktadan itibaren olaylar gelişir. Mesude kurtarılan bebeğe hemen bağlandığı halde sürekli Mustafa’yı uyarmış, yetkililerden bir şey saklamaması, olayın doğrusunu anlatması için ısrarcı olmuştur ama Mustafa denizde bulduğu yeni Deniz bebekten ayrılmayı bir türlü kabul etmemiştir. Hikâyenin bundan sonrası eski Yeşilçam filmlerinde bile zor karşılaşacağımız tutarsız olaylarla zorlama tesadüflerle gelişir.

Livaneli güncel ve önemli bir konu yakalamış ancak anlatısına oldukça tutuk başlamış. En başta seçtiği konudaki kişisel tavrı inandırıcı değil. Yazar bu romanda içinde yaşadığımız coğrafyada ve içinde yaşadığımız zamanda yakınımızda olup bitenlere değinmekle yetinmiş. Daha önce Mehmet Eroğlu ve Ayşe Kulin romanları için söylemiş olduğum gibi, olayın ve durumun içine girmeden, kendi endişelerini ve duygularını tam yansıtmadan, “o günlerde böyle şeyler de olmaktaydı” tadında bir tür tarihe bir not düşmek adına, yazarımız bu kitabında çevre sorunlarından deyim yerindeyse başlıklar halinde söz etmiş.

Neler mi zayıf?

Örneğin romanda yunusların Afganlı Samir bebeğin içinde bulunduğu oyuncak botu ite ite Mustafa’nın sandalına getirip, bırakmaları masalsı bir öge. Şüphesiz şiirsel ama gerçeklik boyutuna ne kadar inanılır?  Mustafa’nın burada bir cümlesi var: “Keşke insanlar da yunuslar kadar iyi olsa”.. Bu cümle çok önemsenmiş olmalı ki, romanın kapağına bir alt başlık olarak taşınmış.   Gene yazarımız romanda iki yerde “keşke bütün göçmenler ülkemizde kalabilseler” diyor. Ayın zamanda siyasetçi olan UNICEF Büyükelçisi olarak görev yapmış Livaneli’nin romantik duygularını bir roman sıkıştırmadan önce biraz daha düşünüp, taşınmasın beklerdim. Ülkemiz Suriyeli mülteciler yükü altında ezilmişken, Afganistan, Pakistan, Afrika nerden olursa olsun, sınırlarımızdan girebilen her göçmenin topraklarımızda kalabilmesini dileyen bir bakış açısının günümüz gerçekleri ile tutarlı bir yanı olduğunu düşünmüyorum.  Deneyimli Livaneli’nin de altı boş bu dileğini ulu orta dillendirmesini doğru bulmuyorum.

Hikâye Bodrum’da geçiyor ama adıyla sanıyla Bodrum’dan söz edilmiyor. Romanda; balıkçılara seminer vermeye köye gelen bir su ürünleri hocası yaptığı konuşmada Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın (Halikarnas Balıkçısı) yöreye yaptığı katkıları anlatıyor. Ayrıca Mustafa’nın balıkçı arkadaşlarından biri Bodrum’un tam karşındaki Kos (İstanköy) Adasına gittiğinde Yunanistan sahiline ayak basmayı başaran göçmenlerin kampa alınmayı beklerken, adanın sokaklarında, parklarında perişan bir halde yaşamaya çalıştıklarını gömüştür. Gümüşlük sahilinde bulunan Aylan Bebek de romanda kısa bir cümle ile varlık bulur. Mustafa’nın ağabeyi Ali‘de kitapta bir cümlelik yer işgal eder. Aydın’da bir çay ocağında çalıştığını okur olarak bilsek ne olur, bilmesek ne olur? Bu ağabeyden hiç söz edilmese daha uygun olurdu.

Sadece konu değil, kişiler tam olarak ete kemiğe bürünüp, karaktere dönüşüp, inandırıcı olamamış. Özellikle yan hikâyeler ve ikincil karakterler çok baştan savma yazılmış. Örneğin Mustafa’nın Nazilli’deki yaşayan kız kardeşi ve kocası ile ilgili bölüm sanki tamamlanması unutulmuş da yarım bırakılmış gibi.

Mustafa ile Mesude’yi saklı gizli Nazilli yollarına düşüren sorun ya da plan nasıl işledi, sadece nişan ve düğününde bir kere karşılaşmış oldukları enişteleri bu karışık işe dâhil olmaya nasıl ikna oldu vb sorulara romanda inandırıcı ve kapsamlı bir yanıt bulmak mümkün değil.

Bu arada ilgimi çeken bir ayrıntıyı izninizle paylaşmak istiyorum. Romanda Nazilli’den “fazla büyümemiş küçük ve sakin bir kasaba” olarak söz etmiş yazarımız. Benim coğrafya bilgime göre Nazilli, Aydın ilinin nüfus açısından ikinci büyük ilçesi (160 bin nüfuslu) ve tarımsal üretim açısından çok verimli topraklara sahip zengin bir yöredir. Cumhuriyet dönemi öncesinde bile ülkenin incir ihracat merkeziydi. Üşenmedim araştırdım ve sanayi üretiminde çok gelişmiş olduğunu; Denizli, Aydın ve Muğla’dan oluşan “bölge” kapsamında sanayi üretimi açısından 5. sırada, istihdam açısından 6. sırada olduğunu öğrendim. Ünlü yazarımızın ülkemizi daha iyi tanımasını beklerdim doğrusu.

Bu arada kahramanlarımız bir balıkçı köyünde yaşamaktadırlar.  Balıkçılık, turizm ilçelerinde hatta köylerinde çok gelişmiştir. Tuttukları balıkları lüks restoranlara ve otellere satmaktadırlar.  Sahiller barlar ve eğlence yerleri ile doludur. Pek çok yazlık site yapılmıştır. Halk evlerini pansiyon olarak kiralamaktadır. Köyün gençleri bu iş yerlerinde veya ilçe merkezinde benzer işlerde çalışmaktadır. Bunları romanın başlarında öğreniyoruz ama sonuna doğru 103. sayfada köyün ileri gelenleri ahaliyi kahvede toplayıp, balık çiftliklerinden, köyün dışındaki ormanlık alanda yapılacak otelden, dağlarda altın madeni açılmasından doğacak zararlardan söz ederler ama bir karar alınmadan, bir öneri gelişmeden toplantı dağılır. Turizme çoktan teslim olmuş Bodrum ilçesinde dağ taş konuta ve otele dönüşmüşken, deniz gören yamaçlarda tek bir mandalina ağacı kalmamışken, tarlasını, tapanını çoktan inşaat yüklenicilerine satmış olan Bodrum köylülerinin bugün hala çevre bilincinden söz etmek ne kadar mümkündür?

Toplantının ardından Mustafa arkadaşlarının ısrarı ile onların planına katılır ve iyi bir dalgıç olduğu için  bir balık çiftliğinin ağlarını keserek, balıkların kaçmasını sağlar.

Sizce bu nedir? Yazarımız bize ne önermektedir? Yasal izinleri almış, gerekli yatırımı yapmış balık çiftliği kurmuş olan girişimcinin yatırıma zarar vermek çevreyi korumak mıdır? Balık çiftliklerinin kıyılara yakın yerlerde kurulmasına izin veren yöneticilerin sorumlu olduğunu bildiğimiz halde sabotaj yaparak, varmak istenilen sonuç nedir? Yazarımız bu kısacık romanda tek bir münferit olaydan söz ederek, balık çiftlikleri sorununu çözmüş mü olmaktadır? Yoksa balık çiftliklerine saldırılması için balıkçılara bir sesleniş mi söz konusudur?

Bu arada özensiz bir ayrıntıyı dikkatinize sunmak isterim. Romanın 16. ve 17. sayfalarında köylerini tehdit eden çevre sorunlarından söz edilirken değinilen başlıklar hatta “ata dede mirası topraklar” betimlemesi romanın 101. ve 102. sayfalarında da aynı şekilde geçmektedir. Yukarıda da belirtmiş olduğum gibi, Livaneli yıllar önce başlamış olduğu taslak çalışmayı bitiremeyince kaleme aldığı ilk bölümü “Yunuslar” adıyla Cumhuriyet’in Pazar ekinde de yayınlamıştı. Ancak 2019 sonunda İnkilâp Yayınlarına transferi gündeme gelince, apar topar o çalışma yeniden tezgâha alınarak, bazı ekleme ve zorlamalarla roman formatı kazandırılmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır. Buradan kitabın editörlerine bir selam göndererek, anlatıdaki tekrarları daha dikkatle temizlemeleri gerektiğini hatırlatmak isterim.

Mesude bir gün Mustafa’ya haber vermeden Ege Denizinde alabora olan göçmen botundan sağ kurtulan Afgan kadını görmek üzere ilçedeki hastaneye gider. Hastanede temizlik görevlisi olan ve köyden komşusu olan Kübra Mesude’ye yardımcı olacaktır. Romanın en acılı en ağır bölümlerinden biridir bu sayfalar ve genç Kübra yaşlı bir hasta yakını hakkında sözde çok komik olan bir olay anlatır Mesude’ye. Bu sözde komik olayın romanın bu ağır bölümüne hiç ama hiç yakışmadığını, yeri ve gereği olmadığını özellikle belirtmek isterim.

İlerleyen günlerde Mesude yaşamının en sıkıntılı döneminde karşılaştığı genç avukatı pek beğenir ve aklından Kübra ile tanıştırma düşüncesi geçer. Allah aşkına sizce bu makul bir durum mudur? Hayatının en sıkıntılı dönemini yaşayan, kafası çok karışık ve çok endişeli olan bir kişi üstelik aralarında “sevimli olmak” dışında hiçbir ortak özelik olmayan iki genci tanıştırmayı nasıl düşünebilir?  Bu nasıl mümkün olabilir?

Mustafa’nın tutuklanması, hapishane koğuşundaki yaşamı, sonra salıverilmesi o kadar acemice ve eksik yazılmış ki, okur olarak akışı kaybediyorsunuz, anlatının içine girmek, benimsemek mümkün olmuyor. Gereksiz bir ayrıntı da, Mustafa’nın her sabah balığa çıkmadan önce bir çay bardağı zeytinyağı içiyor olmasıdır. Yazarımız Ege sahilinde yaşayan herkesin zeytin ve zeytinyağı ile haşır neşir olduğunu düşünmüş olmalı. Bir kere balıkçılar sert adamlardır.  Zorlu hava koşullarında hayatta kalmak, kayığını korumak ve ekmeğini denizden çıkarmak zorundadır. Öyle sabahları zeytinyağı içerek sağlıklı yaşamak gibi bir öncelikleri olabileceğini doğrusu düşünemiyorum. Öte yandan Mustafa karakteri zaten içine kapanık biri iken, oğlunun deniz kazasında yitip gitmesi ile iyice yaşamdan kopmuştur. Mustafa’nın yaşamla bağının minimal düzeyde olduğunu bize anlatan Livaneli’nin, aynı Mustafa’nın her sabah düzenli olarak aç karnına zeytinyağı içmesini aynı anlatıda nasıl buluşturduğunu anlayabilmiş değilim. Yazarımız burada sanıyorum son dönemlerde geliştirdiği ve yararlı olduğuna inandığı bir alışkanlığı Mustafa karakteri üzerinden okuruna öğütlemeyi amaçlamış ancak hiç ama hiç olmamış.

Yazar balıkçılık konusunda bazı teknik ayrıntılar veriyor, bu bölümde dersini çalışmış olduğu anlaşılıyor ama taslak özenli bir şekilde gözden geçirilmediği için “kaloma ustası” (misinayı ne zaman salacağını, ne zaman çekeceğini bilmek) yeteneği hem Mustafa, hem Mesude hem de Mustafa’nı kız kardeşi Filiz için kullanılmış. Balıkçı köyünde hemen herkesin balık tutmayı bildiği kabul edilebilir ama aynı aileden üstelik ikisi kadın üç kişinin de usta olarak nitelenmesi abartmak veya tekrar düşmek olarak açıklanabilir.

Livaneli’nin kitabına verdiği addan başlayarak bu romanda Hemingway’e öykündüğünü düşünüyorum. Zülfü Livaneli dilimize Yaşlı Adam ve Deniz ya da İhtiyar Balıkçı adıyla çevrilen ünlü romandan uzunca söz ederek, Hemingway’e özel bir selam göndermiş.

Kitabın arkasına eklenen söyleşide” hep bir deniz romanı yazma hayali olduğunu” söyleyen Livaneli bence bir deniz romanı değil, Ege denizinde niteliksiz botlarla yaşam mücadelesinde yitip giden göçmenlerin acılı durumunu anlatmış. Ayrıca 2002 yılında yazmış olduğu, sinemaya da aktarılan Mutluluk adlı romanında kahramanların bir süre bir balık çiftliğinde çalıştıklarını, ardından zengin bir akademisyenin teknesinde yaşadıklarını unutmuş görünüyor. Bana kalırsa kitapta da deniz en az bu son romandaki kadar yer tutmaktaydı ve öneme sahipti.

Balıkçı ve Oğlu konusunda kitabın arkasına eklenmiş olan söyleşinin de Livaneli’nin yeni romanını merak eden bir yazar veya gazeteci tarafından değil de kitaba birkaç sayfa daha ekleyebilmek amacıyla bizzat yayınevinin editörlerince yapılmış olduğu anlaşılmaktadır. Bu söyleşide Livaneli hep yaptığı gibi övüngen bir dil kullanarak şöyle demektedir: “ilk gençliğimden beri bir deniz romanı yazma hayalim vardı. Belki de ortaokul lise yıllarıma damga vuran Hemingway tutkusunun bir sonucudur bu. Biyografimi okuyanlar bilir. 60’lı yıllarda Ankara’da delice bir tutkuyla kitap okuyan bir çocuktum.” Burada sormak istiyorum: Sizce bu paragrafta “Biyografimi okuyanlar bilir” cümlesine ihtiyaç var mıdır? Bu cümle çıkarıldığında bir anlam bozulması, kayması oluyor mu? Okurlarından mutlaka biyografisini okumalarını beklemek ve 14-15 yaşlarındayken kitap okumayı çok sevdiğini akıllarında tutmalarını beklemek nasıl bir kişiliğin işaretidir?

Gene yayınevi tarafından romanın sonuna eklenen 5 sayfalık Livaneli’nin eski kitaplarının artık İnkilâp tarafından basılacağına ait duyuruların üçünde yakın dostu Yaşar Kemal’in bu kitaplarla ilgili yazdığı birer cümlelik değerlendirmeler kullanılmış.

Yaşar Kemal Livaneli yapıtları için acaba ne demiş?  Geliniz, birlikte okuyalım...

Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm (2001)”: “Gerçek bir şaheser! Teknik ve psikolojik olarak mükemmel. Öldürmek mi bağışlamak mı ikilemini en iyi veren roman.”

Mutluluk (2002)”: “Livaneli’nin cesaretle ve derinlemesine ele aldığı bu roman, bir Shakespeare trajedisi yoğunluğunda.”

Son Ada (Ekim 2008)”: Zülfü bu romanda inanılmaz ölçüler, olanaklar yaratmış. Her şey birbirine uyuyor. Edebiyatta görkemli bir söz vardır, büyük kapıdan girmek.  Bu büyük bir eserin yazarı demek. Zülfü büyük kapıdan bu romanıyla girmiştir.”

Çok yakın dostu olan Yaşar Kemal’in Livaneli romanları hakkında sadece bu cümleleri kurmuş olması oldukça ilginç.

Livaneli’nin Gözüyle Kartal Avlayan Yazar: Yaşar Kemal” adlı kitabının Şubat 2016’da yayınlandığını da bu vesile ile hatırlatalım.

Livaneli yukarıda söz ettiğim söyleşide Hemingway’den söz ederken şöyle diyor: “Onun süsten ve laf kalabalığından arındırılmış, birçok şeyi sözle değil eylemle anlatan  roman anlayışından etkileniyordum. Büyük sanat yapıtlarında olduğu gibi yazdığı cümlelerde bir buzdağının ucunu gösteriyor, alttaki görkemli dağı anlatmadan okurun duyumsamasını sağlıyordu. Sadece yazdığını değil, yazmadığını da yaratma gücüne sahipti.”

Livaneli’nin Balıkçı ve Oğlu romanında tam olarak neyi başaramadığını kendi sözlerinden alıntıladığım bu satırlar çok net olarak ifade etmektedir.

Bu romandan bir gün önce okuduğum Nobelli yazar Kazuo Ishiguro’nun Klara ile Güneş” romanının “sadece yazdığını değil, yazmadığını da yaratma gücüne sahip” bir yazarın kaleminden çıkmış olduğunu gönül rahatlığıyla söylemek isterim.

Bir eleştirmene göre Ishiguro, “anlatmak, hatırlatmak, vurgulamak istediği konuları anlatıda öne çıkarmıyor. Söylemek istediklerini ayrıntılara, diyaloglara, nesnelere gizliyor. Anlatılan hikâye devam ederken, kitaptan neyi ne kadar alacağı ve hangi problemi daha çok önemseyeceği, tamamen okurun elinde”.

Livaneli’nin romanında değindiği sorunlar bir haberde, bir basın bülteninde, bir makalede karşılaştığımız biçimde anlatılmış. Romanın adı, niyeti, konusu ve yan hikâyeleri arasındaki bağ kurulamamış.

Son olarak Ekşi Sözlük’te karşılaştığım bir yorumu paylaşmak istiyorum. Bir okuru şöyle yazmış: “Eğitim kalitesi ortalamanın üstünden olan bir lisede Ege Denizinde yaşanan düzensiz (kaçak) göçmen sorununu konu alan bir roman yarışması düzenlense Livaneli’nin “Balıkçı ve Oğlu” romanından daha iyi yazılmış en az beş roman dosyası çıkacağına inanıyorum.”

Zülfü Livaneli’nin son kitabı olan Balıkçı ve Oğlunu sizlere bu içerikte anlatmak istedik. Oldukça etkileyici, sade ve duygusal bir kitap olan Balıkçı ve Oğlunu okuduktan sonra hem hüzünlenecek hem daha fazla empati kurabilecek ve hem de bir kez daha insanlığın geldiği noktayı sorgulayabileceksiniz. 

***…*** 

(*) Önceki Makale: 🚲&📖 2021 Bisiklet Turları yeniden düzenlenecek

(*) Sonraki Makale: 🚲&📖 Ahmet Ümit “Kayıp Tanrılar Ülkesi” 

Bir sonraki “Bisiklet Turlarında Kitap Okuma” seansında görüşmek üzere; sevgiyle kalın,

Gezenti Bisiklet  

***…*** 

[ÖNCEKİ] << [🚲TURNE] >> [SONRAKİ] 

>>> [iÇERİKdİZİNİ] 

***…***