Teselli Kıyısında Sandık Dolusu Fotoğraf Öyküsü


Erenköy'de restore edilmiş bir köşk...

Her Açıdan Üç Köşeli Mahalleler 

ATEŞ RENKLİ ÇİÇEKLERDEN BERGÜZAR MAHALLELERE YANSIYANLAR: vurgun yiyen semtlerin elbet sonunda onuru da erdemi de yıkılacaktı; ya çöküntü yaşanmadan önce?.. 

Nerede Kalmıştık?.. 

Sokak anıları fotoğrafsız olur mu? KAZASKER ŞAKACI SOKAK ve ÇEVRESİ ne bir romandır ne de bir hikâye kitabı. Ne var ki hem roman hem hikâye hem de yer yer bir deneme, bir anı ve aynı zamanda sevda fotoromanıdır. Bu sokağı okumak yetmez. Resimli dünyasına da o sessiz kapısından girmek gerekir. Siz de bu kapıyı ardına kadar açıp içeri daldığınızda, Şakacı Sokak hinterlandıyla ilgili fotoğraflara bakarken yer yer gerçek, yer yer hayal unsuru izlenimine kapılacaksınız. Eugéne Henri Paul Gauguin’in Fransa'yı terk ederek Markiz Adaları’na yerleştiği gibi, bu sokağın kimi kahramanlarını da yaşadıkları toprakları terk ederek acaba yakın semtlerden birisine yerleşti mi sorusuna cevap arayacaksınız. Her bir fotoğrafta bazen eski İstanbul’u yaşayacak, bazen de Anadolu yakasında herhangi bir semti yakalayacaksınız. Hatta gökyüzüne çıkıp “uzaylı” kızlarını hatırlayacaksınız. Bazen de Şakacı Sokak’ta kaybettiğiniz bir sevdiğinizi anımsayıp belki kendinizi tutamayıp ağlayacaksınız. Bazı insanların yüzlerine bakarken o gözlerin ardındaki perdeyi indirip onların ne kadar alçakgönüllü olabileceklerini anımsayıp gülümseyeceksiniz... 

[📷 Pire🚲 ile “Doğduğum Yere” Turu; Fenerbahçe, (Temmuz 2017).] 

Zaman her şeyi eskitir ama gökleri şarkılarla çınlatan bizim semtlerin sokaklarını asla... 

Şimdi büyüdük biz, ya…

Şakacı Sokak masalları bize çiçek açtırmıyor

Küskün mahallelerimiz çoktan beri “siz” diyor

Yalnız yine de ara sıra hâlâ o tenha günlerde

Çocukluğumuz gizlice ziyaretlere devam ediyor

 

Bütün sokaklar bir zamanlar küçüktüler

Kalabalık başıbozuklar buna akıl erdiremez

Büyüdükçe asfaltlar kaldırım taşlarına doğru

Gençliğimiz ara sıra hüzne düşer,

Yeni geçitler aramaya kalkar yıldızlı düşler

Ve bir gün büyür çocuklar… biz büyürüz…

Analar babalar buna akıl sır erdiremez

Küçüklüğümüz bir yonca gibi kayıp gider

Daha dün oyun amaçlı kuşattığımız

Ana sokağımızdan… sokaklarımızdan…

 

Ey Şakacı Sokak ve kıyısına dantel çekmiş

Semtler… sempatik sokaklı mahalleler…

Dünyaları vermek zorunda mıydınız siz?

Şimdi yok edilmiş ellerinizi kullanarak

Nasıl bağrınıza basacaksınız ki

Bir dönem aynı şeyi yapmıştı yürekli analar

 

İşte günün birinde boşaldı sokaklar, tenhalaştı

Çırılçıplak kaldı, yetim ve dilsiz bahçeler

Asfalt yollar gıcırdar… çocukluğumuz,

Ah o çocukluğumuz boşuna susup bekler

Uzak diyarlardan pullu bir mektup gelir ara sıra

Sokak lambaları söner, insan ferleri söner…

Çocukluğumuzda sakladığımız tüm güzellikler

Yaşlı kıyıların eteklerinde fotoğraf bekler

Teselli arayan gözler mavi denize düşer…

 

Sonunda gün ağardı derken çabucak bitti

Issız sokaklar çoktan sustu, sedalar uzaklaştı

Yemişli ağaçlar gölgelerin ardına saklandı

Yetmişli yıllarda Erenköy-Kozyatağı-Bostancı

Suadiye-Şenesenevler-Küçükyalı dedikleri

Güzergâhın sunduğu yollara bıraksalar kavuşalım

Nasıl olsa çocukluk kalbimiz bulacak

Ağır ağır kürek çeken bir sandal üstünde yüzüyor düşler

Kaldığımız yerden devam edelim, isterseniz

Şemsettin Günaltay boyunca Vukela’ya ezbersiz

Fısıltı dedikoduların dolaştığı bu benzersiz semte

Adını bostanlardan almış Bostancı merkezine

Çok yeniye değil ama öyle pek eskiye de değil

Küçük bir gaz lambasının bizi teselli edeceği kadar

Otobüslerin mesken tuttuğu yerden tren istasyonuna

Oradan insanın içini acıtan doldurulmuş kıyıya

Ve uğramak istiyorum yüksek müsaadenizle

Mazideki gibi olmasa da mendireğimize

Ve kıyıdan kıyıya dolaşarak fethetmek lazım

Gri bulutların çöktüğü öykü sepetlerini

Bostancı iskelesinde oltaya getirmek lazım

Çocukluk alnımızın ağırlaşan düğümlü düşünceleri

 

Şimdi sokağımız yok ki şakaları kaldırsın

Bahçemiz yok ki gülleri solsun

Ne de sert lodosunda ağlayan evlerimiz

Güzün bıraktığımız gökyüzü gibidir,

“Ne mutlu burada yaşamak” artık çok geridedir

Olsun; ne güz ne sonbahar acıtmaz beni

Olmayan bahçemde solmaz ki güllerim…

 

Görüyorum serap sokakları… geçen güzel yılları

Sade yaşamların çerçevelediği, sıradan anıları

Zamanın kaydığını da görüyorum

Birbirine bitişik parmaklarımızın arasından

Nasılsa uzun süre daha büyümeyeceğiz biz

Dingin yaşamın uyumlu hallerine düşler vereceğiz

Dudaklarımızda o bitmeyen şarkılarla başlarsa eğer

Şakacı’ya yakın muhitlerin sımsıkı sardığı

Denize, fırtınaya, güneşe, aşka ve kedere selam

Meyilli yollardan düşe kalka yıkandığımız dereler

Taş duvarların alabildiğine süslediği hendekler

Çünkü gözlerim düşlerle dolu, çok teşekkürler…

 

Ne dersiniz, hazır mısınız?


[📷 Pire🚲 ile “Doğduğum Yere” Turu; Kurbağalıdere, Kızıltoprak, (Temmuz 2017).] 

İstanbul’da doğmak bir ayrıcalık derseniz hiç yadırgamayacağım. Çocukluğumun ve gençliğimin tahsilli gezgin ve toplumsal bütün eserler ile kararlı, değişken yıllarımda ise uzunca ayrılık yaşadığım yurtdışı ikametini saymazsam eğer, otuz üç yaşıma kadar içinde yaşadığım mekân, yüzlerce yıllık çeşitli sosyo-kültürel değişim zamanlarının mirasçısı, bu kozmopolit Kazasker muhiti ve çevresiydi. Yani demek istediğim zor bir şey değil aslında: benim ilk kültürel sosyalizasyonumun merkezidir buralar ve bu yerler (bana göre altmışlarda ve yetmişlerde) aynı zamanda ekin bileşkesinde yoğrulan bir Kadıköy’ün sosyo-kültürel zamanıydı.

 

 Bu kültür propagandasının hükümranlığında ister istemez bir pay dağılımı olacaktı –ki aynen böyle oldu– ve diğer semtlere yerleşmiş türlü akımların insanları vasıtasıyla bu etkileşme çok çabuk yaygınlaşma modasını da beraberinde getirdi.

 

 Altmışlı ve yetmişli yıllarda çocukluğumu ve gençliğimi geçirdiğim Şakacı Sokağı’nı çevreleyen semtler, Marmara’nın en güzel rüzgârlarının üflediği alanlarda, çam, iğde, servi, akasya, çınar, erguvan ağaçlarıyla örtülü sokakların arasında Kozyatağı çayırlarına doğru uzayan, asude bir belde üçgeniydi. Kadıköy’e on kilometre içinde olan bir uzaklıktaydı. O zaman bu üçgen muhitte oturanlar, İstanbul şehir merkezine gidecekleri vakit: “İstanbul’a gidiyorum,” deyişini kullanırlardı. Sakinlerine göre, Kadıköy ilçesi belediyesinin sınırları içinde olmasına rağmen, bu tarihi kentin dışında bir yermiş gibi kabul edilirdi.

 

Zaman zaman değişik ulaşım modelleri sunulmuştu. Ama layıkıyla en fazla demiryolu, otobüs ve vapurla bağlanmıştı şehirlerin şehrine.

 

Tabii benim yetişip de göremediğim ancak Kadıköy Söğütlüçeşme’deki nostaljik müzesini ziyaret edebildiğim kırmızı renkli tramvayı da eklemek durumundayım. Hatta ve hatta beni çocukluğumda olağanüstü etkileyen tek veya çift dingilli faytonları, at arabalarını da saymazsam ölürüm...

 

Şimdi bu üçgen içindeki semtlerin oldukça sessiz, sakin, hadisesiz, kendi halinde kuytu yerler olduğuna atıfta bulunmuştum. Bunda hiç kuşku yok, bu yerleşim mekânının biraz sayfiye havasında, ama kentsel kültürden asla kopuk olmayan, bilakis edebiyattan tarihe, sosyolojiden siyasaya çok yönlü kültürün egemen olduğu bir yurtlandırma yeriydi. Evet, belki asıl şehrin kurulu olduğu Avrupa kıtasındaki tarihi yarımada ile kıyaslandığında biraz sönük gibi görünebilirdi. Ancak, sözünü ettiğim bu üçgen yerleşim alanı Asya yakasında liman ve kara trafiğinin geçiş noktasıydı. Kırmızı hattın üst sınırında Ankara Asfaltı, alt sınırında Bağdat Caddesi bulunurken, Anadolu’dan gelip de Haydarpaşa garına ulaşan demiryolu hattı ile kıyılarda bulunan iskeleler sayesinde Adalar’a, Karaköy veya Eminönü’ne istim saçan vapur yolculukları önemli bir ulaşım network çabası sayılırdı... 

 

 

Kısacası, İstanbul dokusunda yer alan diğer semtlere, Anadolu düzlemküresinde var olan diğer şehirlere ulaşmanın başladığı ve bittiği bir durak kadar, geçiş duraklarının gezgini tatlı tatlı okşadığı önemli duraklar yumağı idi.

 

[📷 Pire🚲 ile “Doğduğum Yere” Turu; Fenerbahçe Parkı, (Temmuz 2017).] 

Usulca havalanıyor gümüş kanatlarıyla

Kırmızı bulut kümelerinden

Gecikmiş akşam rüzgârları

Bırak içinde bizi melekler gözlesin

İnanç güvencesiyle

Umutlu bir çocuk olarak...

 

[📷 “Şopar” Murat kuzenim Yasemin ile arka evin terasında; (1972).] 

Henüz gönül bahçemizden sokaklara yelken açmadığımız zamanlardı... Yani ömrümün ertesi günü ne sürprizlere gebe olduğu düşüncesi ile kavrulmadığım, yarına dair hiçbir düşünce imal edemediğim ama düşler ipine onlarca ütopya mandalları astığım yaşlardı... Ergenliğe giden yolda epey virajlar vardı ve ben bu virajları önce sokağa kaçarak öğrenme yoluna girmiştim. Bu konuda eğitmenim benden yaşça biraz küçük ama çapanoğlu muzırlığı ile benim sakin yaradılışıma on kat ağır basan, kiracılarımızdan Birsen Abla’nın tek oğlu Murat’tı. Kendisine Şopar Murat derdik; ziyan edilmemiş kara derisinden dolayı...

 

 Sokakların altını üste getirmekle kalmamış arkadaşım aynı zamanda seyahatnamenin bin türlüsünü resimleyecek kadar gezgin ruhluydu. Her nedense onun literatüründe beleşine yolculuk böyle sürekli bir avantürün can damarıydı. Tabii, siz hemen çaktınız dalgayı... Engin sokak bulmacalarını şıppadak çözdüğü parlak zekâsıyla ve kaçak ulaşım-ulaştırma metotlarıyla, Murat kardeşim, eğer o yaşında bir günlük tutmayı becerebilseydi, bugün sanırım ciltli seriden oluşan çok zengin bir sokak külliyatına sahip olabilirdik.

 

[📷 Kırılgan sancılı değişim, Suadiye Tren İstasyonu; (Aralık 2018).]

 

İşte kendisine çok şeyler borçlu olduğum Şopar Murat sayesinde “yeni dünyanın” nimetlerinden faydalanmayı kaçak kuçuk öğrendiğim zamanlardı. Evdekilerin ara sıra yokluğumu fark edip, ortalığı birbirine katıp ama arayıp da bulamadığı, eve keyifle dönüşümde ise bir araba kötek bulamacına karıştırıldığım çocukluk yıllarımın başlangıcıydı. Her seferinde aldığım nasihat ise aynıydı: “Bir daha bu çocuğa uyup da kaçarsan bak senin bacaklarını nasıl kıracağım...” Elbette kocamanlar her zaman haklıydı. Ama evde oturmakla, koca bahçeden dışarı çıkmamakla o sokaklar öğrenilmiyor ki!..


Bir gün büyür bütün çocuklar

Anneler buna akıl erdiremez

Küçük çocuk renklerle kayıp gider

Daha dün oynadığı ana kucağından

Oğul, dünyayı dolaşmak zorunda mısın sen?

Oysa, bir dönem aynı şeyi yapmıştı anneler 

Güneş son ışığını yakarken ninnilerin uyuttuğu işte böyle bir günde, Murat kardeşimle ayağımda şıpıdık tokyolar, başımızda kabak denilecek kadar az saçlar, Şakacı Sokak’a paralel yanaşan bahçe duvarlarından atlaya zıplaya Şemsettin Günaltay’a koşturmuştuk. Biz koştura duralım, Şopar Murat, “Bostancı’ya,” demişti “her taraftan gidilebilir.” Muhtemelen doğru söylüyordu. Pek sık yalana dolana kaçan şiveli dili, sokak gezisi ile ilgili konularda asla yalan laf etmezdi... 

 Bense şaşkınlığımı gizleyememenin acemiliğini yaşarken Murat’ın sağlam rehberliğinde çevreme unutamayacağım noktalar koyuyordum. İşin sonunda kayıp olmak gibi bir risk her zaman olabilirdi... Haklıydı, isteseydik Ayşe Kadın’dan aşağıya, Ayşe Çavuş’a, oradan Emin Ali Paşa Caddesi’ne ve dosdoğru Bostancı semtine gidebilirmişiz. Ama o gün öyle yapmadık. Minibüs caddesini, yani Şemsettin Günaltay’ı, hızlıca geçmiş, Bostancı Dört Yol’a gelmiştik. Üst Bostancı adıyla anılan yere... 

 Sağa döndüğümüzde Bostancı camisine doğru aşağı inen ve o yıllarda bizimkilerin de alışveriş yapmaya gittikleri çarşamba pazarının kurulduğu uzun bir cadde olan Vükela Caddesi’nde yürümeye başladık. 

[📷 Vükela Caddesi üzerinde yer alan Bostancı İstasyon Camisi, nam-ı diğer Bostancı Kuloğlu Camisi, (Aralık 2018).] 

Sağlı sollu kesiştiği Gümüşçü Sokak, Tayyareci Resmi Sokak, Kitapçı Mehmet Süleyman Sokak ve Bostancı Cami Sokağını geçerek, Bostancı tren istasyonunun alt geçidini kullanarak deniz kıyısına indik. Burada en fazla dikkatimi çeken “Hügnen’in Yalısı”, ya da “Madam Tamara’nın Evi” dedikleri yerdi. Yıllar içinde orayı unutmam asla mümkün olamazdı. Çünkü yine Murat’ın her zaman gıpta ettiğim amansız cesareti ve bana karşı mütevazı yüreğiyle işlediği cesur eğitmenliği sayesinde ağaçlar içinde oymalı bir köşk evinin bahçesinin hemen önündeki kayalık rıhtımdan denize girmiş, korkudan altıma yapacak kadar yüzmeyi öğrenmeye çalışmış ama en fazla da kese kâğıdı dolusu midye toplamayı sevmiştim. 

 

Bu sözünü ettiğim “Hügnen’in Yalısı” ya da “Madam Tamara’nın Evi” Bostancı kıyısında, on üç dönümlük bir arazi üzerine inşa edilmiş, bodrum katı hariç iki tam katlı, dik çatılı, Alman mimarisine uygun taş bina Edouard Huguenin tarafından yaptırılmış... Huguenin Bostancı’da yaptırdığı evin arsasını aldığı vakitlerde, burada 350 yıllık, Jizvit rahiplerine ait manastırın harap olmuş ve sadece birkaç yatak odasından başka bir şeyi kalmamış binası varmış. Rahipler gidince, manastırın faaliyeti durmuş. Binanın ve arazinin sahibi aslında bir Ermeni’ymiş. Huguenin araziyi ve harap manastırı bu Ermeni’den satın alarak 1903’te kendi evini yaptırmış. O yıllarda henüz gelişmenin başında sayılan Kadıköy’de elektrik ve şebeke suyu olmadığı için evin altına bir sarnıç yapılmış, bahçesine de bir jeneratör konmuş... Huguenin, 1890’da Bağdat Demiryolları Direktör muavini olarak İstanbul’a gelmiş, direktör Helfferich’in (1872-1924) ayrılmasından sonra 1908’de bu görev Huguenin’e verilmiş. Helfferich'in 1904’ten 1908’e kadar kullandığı Haydarpaşa’daki direktörlük ofisinde Huguenin 1908’den 1917’ye kadar kalmış... Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Almanya’ya dönmüş...

 

Edindiğim bilgilere göre: Huguenin İstanbul’da kaldığı dokuz yıl içinde renkli bir hayat yaşamış, Haydarpaşa garının üst katında kendine tahsis edilen büroya her gün trenle muntazaman gidip gelmiş... Huguenin sabahları evinden çıkar, Bostancı'dan trene biner, çok kere cebinden saniyeli saatini çıkararak trenin hareket halinde tekerleklerinin iki rayın birleştiği yerden çıkardığı seslerle zamanı ölçer ve trenin saatte kaç kilometre gittiğini hesaplarmış... Akşamüstleri de Beyoğlu’na çıkar, Tokatlıyan’da camın önüne oturarak çayını veya birasını içermiş. Dostları ve ahbaplarıyla çok kere Tokatlıyan’da buluşurmuş... O yıllarda Mühürdar’da, deniz kenarında özel iskelesi olan ahşap bir evin sahibi ve Galata’daki yazıhanesinde pazarlamacılık yapan Zaharof adında bir Levanten varmış, ama doğru, ama yanlış Zaharof’un eşiyle Huguenin arasında bir ilişki olduğu söylentisi çıkmışsa da olay bertaraf edilip kapanıp gitmiş...

 

Huguenin’den sonra köşk ve manastır Gürcistan’dan gelen bir Rus aileye satılır… Mülkün yeni sahipleri manastır binasında tadilat yaparak yerleşir ve yıllarca burada yaşarlar. Aile reisi olan Borkar şişmanca, kırmızı yüzlü bir zattır. Eşi Madam Tamara ortadan uzun boylu, terbiyeli, nazik bir insandır. Rusya'da yaşarken prenses titri olduğu söylenmektedir. Kızları Eteri bir zamanlar Kadıköy ve Bostancı’da oldukça hareketli bir hayat yaşamış, kültürü ve fizik yapısıyla sükse yapmıştır... Borkar öldükten sonra herhalde ekonomik bir sıkıntı başlamıştır ki, bahçenin bir kısmı parsellenip apartman yapılır. Kısa sürede mülkün tek sahibi kalan Bayan Eteri manastırdan tadil edilerek mükemmel bir bina haline getirilen evi ve Huguenin Köşkü’nü de fındık tüccarı Nihat Gürer Bey’e satarak ayrılır.

 

Vaktiyle ayrı ayrı dönemlerde iki aileyi barındırmış, iki emsalsiz devir yaşamış binalar, her gün biraz daha harap olarak yalnızlığa terk edilmiş bir vaziyette, ışıksız ve kimsesiz ayakta durmaya çalışmaktadır... Sultan Hamit döneminde Reji müdürlüğü yapmış olan Lui Ramber, anılarında, Huguenin’in bir muş göndererek kendisini Bostancı’daki evine aldırdığını, bahçesinin eski taşlarla süslü olduğunu, akşamüstü aynı muşla geri gönderdiğini yazmaktadır. [Huguenin Köşkü ile ilgili kaynak: Müfid Ekdal, Kapalı Hayat Kutusu “Kadıköy Konakları”, YKY, 2005, s.335]

 

Hayır” sözcüğünü pek sık duydu çocukluğum

Anadan doğma değildim şanslı

Geriye dönüp tüm zamanları düşünürüm;

Asla istemem çocuğumun bunaltılı yaşamasını 

[📷 Pire🚲 ile “Kadıköy-Pendik Gittik Geldik” Turu; Bostancı sahil, (Ağustos 2017).] 

Şimdi size bir de yaşanmış bir anıyı aktaracağım. Aynı zamanda bu anıyı www.bostancipatformu.com’da kaleme alan bir üstadın hatıratından:

 

Madam Tamara ve Matmazel Eteri: 1950’lerdeki gizemli güzel Matmazel Eteri ile (ABD vatandaşı olan müteveffa eşinden dul Madam Eteri Pincas Parker) 16 Temmuz 2005 günü Suadiye’deki evinde görüşebilme fırsatı buldum... 1923 İstanbul doğumlu, dolayısıyla bir cumhuriyet çocuğu olduğunu söyleyen Madam Eteri, sağlıklı, annesi gibi dimdik, hafızası, konuşması fevkalade yerinde. Babası David Parker’in (Parker Türkiye’deki soyadları) gerçekten Çar Nikola’nın mühendis sınıfı generallerinden biri olduğunu, Petersburg’lu (Leningrad veya Petrograd) asil bir aileden geldiklerini, ihtilal sırasında da annesinin memleketi Tiflis’te bulunduklarını, babasının Bakü petrollerinde hisselerinin bulunduğunu, Prens Melikhof ve ailesi ile pek yakın dostlukları olduğunu, 7 Kasım 1917 İhtilalini takiben Çarlık taraftarı Denikin ve Vrangel ordularının Bolşeviklerle mücadelelerini tamamen kaybetmeleri ve Çeka birliklerinin Kafkasya’ya ve Tiflis’e girmelerini takiben Prens Melikof’un eşi Sonya ile birlikte birçok Beyaz Rus aile gibi Batum üzerinden İstanbul’a bir İtalyan gemisi ile geldiklerini, anne ve babasının Şişli’de Ortodoks kilisesinde evlendiklerini, içinde Jesuite papazlara ait bir de manastır bulunan ve cumhuriyet döneminde Hügnen ailesine vekaleten Osmanlı Bankası Müdürü M. Hodler tarafından idare edilip oda oda İşviçreli’lere ve göçmen ailelere kiraya verilmekte olan köşkü, evvela bir odasında kiracı iken daha sonra, 1927- 28 yıllarında olacak, Osmanlı Bankası’ndan temin ettikleri bir kredi ile satın aldıklarını, babası David Parker’in o yıllarda müteahhitlik yapmaya başladığını...

 

... Anadolu’da birçok yol ve köprü inşa ettiğini bu arada müteahhit olarak babasının planladığı ve inşaatı tamamladığı Elaziz’deki köprüyü övünçle dile getirdi ve annesinin bu köprünün açılışı merasiminde Mareşal Fevzi Çakmak ve o tarihlerde Nafia vekili olan Tahsin Özalp ile birlikte merasim sırasında çekilmiş fotoğrafları gösterdi... Babasının bu hizmetleri ile Atatürk’ün ilgi ve güvenini kazandığını, çocukluktan gençliğe geçtiği dönemde, 1936’da Atatürk’ün bir yaz günü Bostancı’da, Yalı Köşk’te kendilerini ziyaret ettiğini, Atatürk’ün bu ziyareti sırasında çay içtiği fincanı Büyükdere’deki Sadberk Hanım Müzesi’ne bağışladıklarını ve bu fincanın orada sergilenmekte olduğunu sevecenlikle anlattı… Madam Eteri, annesi Madam Tamara’nın Bostancı ve Bostancılarla olan karşılıklı sevgi ve saygısından bahsederken, bir kere hepimizin hatırladığı gibi Türkçeyi çok güzel konuştuğunu, ayrıca 1930 yılında olacak, o zaman bir hayli tamire muhtaç Bostancı Camii’ni annesinin tamir ettirdiğini, imam ve cemaatin kendisini camiye davet ederek teşekkür ettiklerini ve birlikte hayır duasında bulunduklarını da cemaatle beraber camide bulunmaktan ve birlikte dua etmekten bir hayli şaşırmış ve çok etkilenmiş olduğunu söyleyen annesinin ağzından zevkle anlattı. Bu olayı naklettiğim, Muhtar Sezai Bey merhumun torunu arkadaşım, dostum Tamer Çorak’ta ayni olayı dedesinden ve babasından duyduğunu söyleyerek doğruladı. Belki bir yerlerde, İstanbul Müftülüğü gibi, bu tamiratın bir kaydı vardır. Madam Eteri, Hügnen’in eşi ve kızlarının daha sonraki yıllarda birkaç kez kendilerini ziyarete geldiklerini ifade etti... [Kaynak: K. Özcan Davaz.] 

[📷 Zamana olabildiğince direnmeyi başaran Bostancı Tren İstasyonu, (Aralık 2018).] 

İşte Erenköy edebiyatını aratmayan bu Bostancı’dır ki o tarihlerde oldukça alaturka, olağanüstü senli benli, paylaşımcı ve kibirsiz havasıyla romanlara konu edilecek kadar güzeldir. 

Güzel bir günde dolaşıyorum

Renkli semt haritaları üstünde

Kurşunkalem çizikleri

Yağmurlu günlerin suskunluğu içinde bekliyorum

Güya bir ara bizim Şakacı’ya da uğrayacakmış mutluluk

 

Kimi zaman sokaktan geçen bir otomobilin camından, kimi zaman adalara sırtını dönmüş bir küçük sandalın “güvertesi”nden, kimi zaman yukarı platodaki Kayışdağı’nın eteklerindeki kır çiçeklerinin arasından bakınca daha iyi görülüyor. Ne kadar güzelsin Kazaskerim, Erenköyüm, Kozyatağım, Şenesenevlerim, Bostancım, Suadiyem, Küçükyalım... Yudum yudum, sokak sokak yurtluğum. Ne kadar alımlılar... Sanki her birini nakışlı küçük küçük cennetlerden yapmışlar. Gölgesiz bir köşeden bakıyorsunuz, ucu yok, bucağı yok... Ve Marmara’da kanat çırpan o beyaz martı başımızın üstünde şarkı söyleyip dolanıyor. Zannediyor ki her şey yolunda... Oysa değil.

 

Önce nasıl da buruşmuştu

Bir kâğıt kafamın içinde

Sanki güçlü bir elle derim

Sıkıştırılmış bir topak…

Açtım düzelttim onu

Buruşukluklarını özenle

Tam yazacaktım halimi

Yırtıldı kâğıt, düştü kalem yere… 

[📷 Yeter ki yollar istesin, Üsküp, K. Makedonya, (Nisan 2019).] 

Yıllar geçti. Evlenir de gezgin ruhu biraz durulur demişlerdi. Ama yok böyle bir şey!.. Evliliğimizin ilk senesinde bile tam üç yer değiştirmiştik Emel’ciğimle... İyi ki bana uygun yüreği varmış da aklı ziyan olmadı benim derbeder göçebe hayatımın akışında. Beni bilen bilirdi; onların aklı da ererdi. Ama bu yüke başlarda sır erdiremeyen Emel Hanım, onca heyecanla arkada bıraktığımız izdivaç yaşantımızda göçmenliğin hasını yaşadı ve sırrı çözümleyebildi... Ve bu yaşamdan göçüp gidene kadar daha nice göçebelik yaşayacağımıza kanaat getirmekte ustalık belgesi edindi... Eh sağ olsun adını anmaktan gurur duyduğum Şopar Murat benim kaderimdi... Sokakları onunla kat etmiş, onunla çevresel bilgimi, görüşümü zenginleştirmiştim. Altı yedi yaşlarımda başlayan bu maceralar vasıtasıyla ömrüme ömür katmıştım... Evlenip de dolaştığım sokaklar bana farklı tatlar tattırırken yine kürkçü dükkânına dönen tilki misali semt üçgenine dönüş yaptığım zamanlardı... 

[📷 Mavi bir izin peşinde, Suadiye, (Nisan 1990).] 

Suadiye Cami Sokak’taki Ulucelil Apartmanı’nın, amcam Muhittin Sayman’ın mülkiyetine kayıtlı o güzelim giriş katına taşındığımız zaman çocukluğumun yaya istikşafları gözümde canlanmış, gezmen tatlar damağımda can bulmuştu. Öyle ya, her şeyiyle yakındım Kazasker’ime, Suadiye’me, Erenköy’üme ve Bostancı’ma... Her canımın çektiği an içinde buluverirdim kendimi... Ama sonradan sonraya iyice anladım ki ne kadar gezersem gezeyim ne denli havasını koklayarak içime solumaya çalışayım tat eski tatlar değildi... Çoktan terk etmişti o nefaset... 

[📷 Bir zamanlar bize kurtarıcı yuva olan bugünse yıkılıp yeniden yükselen ‘Ulucelil Apartmanı’, Suadiye, (Aralık 2018).] 

 Suadiye Cami Sokak, Şemsettin Günaltay Caddesi’ne ağız yapan Kavisli Sokak ile bana Feride Cıva’nın hikâyesiyle çok hüzünlü bir etki bırakan “Feride Geçidi” arasında tevazu içinde uzanıp giden, kimseye belli etmeden Kazasker – Ayşe Kadın ile Bağdat Caddesi arasında, alçakgönüllü, sakin bir bağlantı oluşturan sessiz, sedasız bir sokaktı. Komşu semtlere açılan sosyal bağlarıyla, örneğin Bağdat Caddesi’ne yürüyüş sırasında cüzdan çalıştırmayan sahte vitrin alış-verişi yapmak isteyenlere, ya da deniz havası solumak isteyenlere hoş fırsatlar yaratır, sokağın izinde kaldırım taşlarını takip ederken göz ucuyla tavla oynayan esnaf milletine bakmak bile insanın havasını değiştirirdi. Ulucelil Apartmanı’ndan Suadiye’ye doğru yürüdüğümüzde, gökyüzü ile bütünleşmiş denizin imajı hep beynimizde belirip kaybolurken, Mediha Tansel İlkokulu, Suadiye Camisi, Feride Alt geçidi, sokağın değişik renklerini temsil eder gibiydi... 

 Yine vaktiyle zamanında, Semra yengemin (Muhittin amcamın eşi) beni ve kuzenim Aslı’yı bohçaladığı gibi Çatalçeşme’ye plaja götürmesi asla unutulmazlar serisinin parçaları olarak hafızama kazınmış enstantanelerdir. Öyle ki, plajda karşı cins bolluğunda denize girmek tuhaf bir ayrıcalıktı... Diğer taraftan, bu lezzetli deniz yolculuğu esnasında alacakaranlık bahçelerden yollara sarkan güler yüzlü çiçeklere burun dayayıp koklamak aslen adetten sayılırdı... Ve bu loş bahçelerin içinde en fazla üç katlı binalar belirirdi. Evet... Evet... Yetmişlerin sonuna kadar bir sayfiye yeriydi Suadiye... Keza Bostancı... Keza Erenköy... Tıpkı karşı yakadaki Bebek, Sarıyer, Tarabya gibi... Ve çocukluğumda çok iyi hatırladığım üzere buraya yaz aylarında kaçıp gelenler ise genellikle Şişli, Nişantaşı, Beşiktaş, Teşvikiye gibi meskûn mahallerdeki “sefertası” apartmanlarda iskân eden sosyetik halkaydı. Hatta önemli bir çoğunluğu Musevi kökenliydi. Balkonlarda çeşitli etlerin ızgaralı tüttüğü mangallar fora edilir, lodosla birlikte havaya çıkan kokular tüm mahallelere doğru buram buram yayılırdı. Kış aylarında da sokaklarımız yine aynen o eski ıssızlığına gömülürdü... 

[📷 Ayşe Kadın ile Hilmi Paşa arasında keyifsiz bir Oral Sokak, (Aralık 2018).] 

Vee... efendim, şöyleydi, böyleydi, derkeeen... köşe bakkallar sineye çekildiler birer birer... marketler açılmaya başladı yerlerinde... Takvimler 1970’lerin sonunu gösterdiğinde Şakacı Sokaklılar gibi diğer semtlerin sakinleri de çarşı-pazar için bu marketlere yöneldiler... Arkadan peş peşe geldi “çağcıl” sıfatlı apartman dedikleri yapılar... Eh, böyle işte: o zamana dek yapılan tek tük öncelleri ise halen “modern” sıfatından uzak sayfiye yerlerinin kocamanlarıydılar. 

[📷 Bostancı Köprüsü, (Aralık 2018).] 

Kâğıt yırtılmışsa eğer

Yazamamışsam halimi

Mühür bir göz olmuş vahi

Seyreder Bostancı Köprüsü’nden sahili

Çamur yükselmektedir ve can çekişmede

İsli han odalarında pederşahi zanaat

Sabırla fabrikaları terk etmiştir

Huzursuz bir yumruk olup 

 Yeryüzünün en güzel topraklarına sahip olmanın bir sorumluluğu, bir yükümlülüğü olmalı. Değil mi ama! Bu, ne bileyim, öbür başıbozuk kaptıkaçtılardan daha farklı olmalı. Şakacı Sokaklı ve yakın semtlilerine verilmiş bir artı görev gibi sanki. Bir hazinenin bekçiliği gibi. Daha düzenli, titiz, daha uyanık olmak... Daha özenli... Daha duyarlı... Oysa kimseler kızmasın bana, adı sanı duyulmamış herhangi bir kıyı kasabasındaki herhangi önemsiz bir kahvehanede, ahşap sandalyenin dayandığı masanın üzerinde duran “ayaklı gazete”nin haberleri bu mükemmel semtlerin emanet edildiği insanların ne kadar kavrayışsız, ne kadar kör, ne kadar bu cennet sokakları hak etmediklerini haber veriyor birilerine. Benim kilometrelerce uzaktan içim sızlıyor. Eminim içi sızlayan salt ben değilim. Ama gazetenin sayfalarında köklü toprakların teslim edildiği damarlar, tarihi ve geçmişi reddeden tavırları –kararları– sözleri ile öyle oradalar. Zevksiz... Görgüsüz... 

[📷 Kavisli Sokağa bağlanan Cami Sokak, Suadiye, (Aralık 2018).] 

Bir yerlerden alelacele kaçmış gelmiş, bıraksanız yine bir yerlere alelacele kaçacaklarmış gibi. Ne yapacaksınız?!. Söylemek öyle zor: Bu canavar ruhlu “modern” dediğiniz yapılar, yaban apartmanlar bu cennet topraklara hiç de yakışmıyorlar. Adı önemsiz bir kıyı kasabasındaki önemsiz bir kahvehane masasında gördüğüm gazete, aslında özet olarak bunu anlatıyor. Geriye tek şey kalıyor insanın aklında: Denize yelpaze gibi kanat açan beyaz martının gereksiz şarkısı...

 

Seyretmektedir o büyük soygunu

Yakın Semtler Üçgeninde var olanı

Sonra narin lalelerdir, göbekli karanfillerdir

Zamansız büyümüşlerdir hep çinide

Solgundurlar sonra geleceğe küskün

Değerbilmez sahipleri eliyle

Sökülüp atılmayı beklerler o zamansız çiniden

Sonra işte uzun bir ah ile, vah ile, eyvah ile

Hep ağlar göz nerde görse lök gibi kan…

 

1950’lerden itibaren kırsal kesimlerden İstanbul’a, giderek büyüyen, sayıları milyonlara katlanan ve halen de süren büyük bir iç göç başlamıştı. Bu gelip geçici, mevsimlik bir göç değildi. Kalıcıydı. Yakın Semtler Üçgeni’nde vücut bulan semtlerin yeni sakinleri, beraberlerinde getirdikleri, başka bir zamana ait yaşam biçimleri ve kültürleriyle, günden güne bu mahallelerin kendi zamanının kozmopolit çehresini değiştiriyor, geldikleri yerlerin kültürüne uyum sağlayacakları yerde, kendi getirdikleri kültürü, (zamanı) egemen kılıyorlardı. Aradan çok zaman geçmeyecek, semtlerin mozaiği parçalanacaktı... İstanbul’un bu yakasındaki mahallelerin eski kültürel zamanı bitiyordu...

 

Geceydi sesleri dinledim

Yapılar bittabi hepsi yorgundu

Tanır gibi oluyorum eskiden

Gençliklerini tazeliklerini

Gündüzleri bir ise geceleri iki asıl

Tasarımlar kendini bunca yıldır

Bakar ki sonra bir yıkıntıdır…

 

 Biliyor musunuz, bu ülkede sağ iktidarlar halka açık meydanları ve parkları hiçbir zaman sevmediler. Sayfiye sokaklarını ve bostanları. Kırlıkları ve çayırlıkları... Plajları ve koyları... Öyle ya! Meydanlarda ve parklarda insanlar toplanıyorlardı çünkü. Özellikle meydanlarda emekçiler bir araya gelince bas bas bağırıyorlardı... Taksim ya da Kızılay meydanlarının böyle binalarla doldurulup küçültülmesi hiç rastlantı olabilir mi?.. Meydanları daralttılar ki içine bir kuş kadar kimse sığmasın... Parklar ise çağdaş kültürün paylaşıldığı, kılık-kıyafeti ile modern yaşamın sergilendiği, en “kötüsü” genç kızlarla genç delikanlıların el ele gezdiği sevdalı alanlardı. Onlar parkları da düşman bildiler...

 

Ya çiçeklerin taşıp sokağa aktıkları bahçe duvarlarını!! Ben çoğunu tanıdığımda koca birer sınır bekçisiydiler. Akıl almaz büyüklükte olanları da vardı, bacaklarım boyuna gelenleri de. Ama özellikle yaz gecelerinde dip gövdelerinde, âşıklarının isimleri hâlâ yazılı duruyordu... Yetmişlerin o doludizgin yıllarında mahalleden çeşit çeşit ağabeylerim uygun birini yakaladım mı sıvalı yüzüne “halk-malk” ile ilgili sloganlar yazmışlardı. Bize de, gelecek yılların adına, çok “kötü” örnek olmuşlardı (!!!) 😊

 

[📷 Pire🚲 ile “Doğduğum Yere” Turu; Hilmi Paşa, Şakacı Sokak, (Temmuz 2017).] 

Ya şimdi, yolunuz o sokaklardan geçerse, göremezsiniz “halkçı” duvarlarımızı. O duvarların çevrelediği ağaçları ise kesip kesip daralttılar, yok ettiler. İnşaat başladım mı durmak bilmiyor... Bu zavallı insanların duyguları yok. Bunlar geçmişi, anıları, eskinin silinmemesi gereken izlerini, hatıraların yaşandığı mekânların anlamını asla bilemezler. Bir meydan, park, sokak ya da bahçe duvarı ile bir insan arasındaki bağı hayatta anlayamazlar... Bunlar duygusuz. Ama işte böyle yakın semtlerde de geçip gider insanlar... Ya da nasıl desem, başını alıp gider o semtler... 

 Artık içimiz rahat!! Şöyle Bostancı’dan Suadiye’ye yürürken sol taraftan denizi görmek pek olası değil. Çünkü kıyıya o kocaman otoyol yapıldı. Sürat meraklıları için şahane yarış pisti gibi. Yalılara gelince... Onlar yalılıktan çoktan çıktı. Yaz mevsiminin güneşi çaldığı dönüşümlerde sayfiyeye giden filan da yok artık. Bilakis, o semtlerde oturanların yüzde yüzü artık İzmir’den aşağılara: Kuşadası, Bodrum, Marmaris, Fethiye’ye ya da Antalya yöresine; ya da Büyük Çekmece’den başlayıp, Kumburgaz, Silivri filan derken Tekirdağ’daki hatta hırsı yetmeyenlerin Çanakkale’deki yazlıklarına gidiyor olmalılar... Ne işleri var Yakın Semtler Üçgeni diye adlandırdığım mekânlarda... Sahi, işler var tabii. İşyeri olarak... Şaka mı şimdi bu? Kozyatağı gökdelenleriyle bir iş merkezi olmuş, haberiniz var mıydı??? Eh ne diyeyim, ne demem lazım... Hadi, dindarların söylemiyle üfleyelim: Pek Şakacı yolumuza, sakinlerimize, muhitimize, diğer yakın yörelerine de, oldubittiye getirilen komşu sayfiye semtlerine de... tümünün hal-i pürmelaline “Toprağınız bol olsun, ruhunuz şad olsun!!!

 

[📷 Çadırlı Köşk bile köşklerden uzak artık, (Eylül 2019).] 

Gönlüm rahat, çıktım dağın tepesine

Hastane, hapishane, kerhane, araf, cehennem

Kent görünüyor bütün genişliğince,

 

Çiçekler gibi açar bütün aykırılıkları

Boşuna gözyaşı dökmeye gitmezdim oraya

Sen de bilirsin, ey Şeytan, kırık umutlarımın anası

 

Kocamış bir kadının kocamış belalısı gibi

Sarhoş olmak isterdim o koca orospuyla

Cehennemsi büyüsü gençleştirirdi beni

 

Sabah yataklarında uyu daha gönlün dilerse

Ağır, karanlık, nezleli, gönlün dilerse dolaş

Altın işlemeli akşam perdelerinde

 

Seviyorum seni, rezil başkent! Orospular

Ve haydutlar, sunduğunuz hazlar sonsuz

Ne var ki anlamaz bunu inançsız bayağılar 

                                  Charles Baudelaire, “Sonuç” 

[📷 Hüzünlü bir bahçeden (Mehmet Sayman Apartmanı) Şakacı Sokak’a dokunaklı bakışlar, Kazasker, (Aralık 2018).] 

Seref Sayman

Babaeski, Ekim 2018 -Eylül 2020   

[📷 Sen yeter ki iste; Babaeski, (Haziran 2020).] 

(*) Önceki Makale: Bir Başkadır Benim Çiçekli Semtlerim

(*) Sonraki Makale: Crowds in Our Midst ~ İçimizdeki Kalabalıklar 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerik Dizini] 

***…***