Erenköy'de restore edilmiş bir köşk... |
ATEŞ
RENKLİ ÇİÇEKLERDEN BERGÜZAR MAHALLELERE YANSIYANLAR: vurgun yiyen semtlerin
elbet sonunda onuru da erdemi de yıkılacaktı; ya çöküntü yaşanmadan önce?..
Nerede Kalmıştık?..
Zaman her şeyi eskitir ama gökleri şarkılarla çınlatan bizim semtlerin sokaklarını asla...
Şimdi büyüdük biz, ya…
Şakacı Sokak masalları bize çiçek
açtırmıyor
Küskün mahallelerimiz çoktan beri
“siz” diyor
Yalnız yine de ara sıra hâlâ o tenha
günlerde
Çocukluğumuz gizlice ziyaretlere
devam ediyor
Bütün sokaklar bir zamanlar
küçüktüler
Kalabalık başıbozuklar buna akıl
erdiremez
Büyüdükçe asfaltlar kaldırım
taşlarına doğru
Gençliğimiz ara sıra hüzne düşer,
Yeni geçitler aramaya kalkar yıldızlı
düşler
Ve bir gün büyür çocuklar… biz
büyürüz…
Analar babalar buna akıl sır
erdiremez
Küçüklüğümüz bir yonca gibi kayıp
gider
Daha dün oyun amaçlı kuşattığımız
Ana sokağımızdan… sokaklarımızdan…
Ey Şakacı Sokak ve kıyısına dantel
çekmiş
Semtler… sempatik sokaklı mahalleler…
Dünyaları vermek zorunda mıydınız
siz?
Şimdi yok edilmiş ellerinizi
kullanarak
Nasıl bağrınıza basacaksınız ki
Bir dönem aynı şeyi yapmıştı yürekli
analar
İşte günün birinde boşaldı sokaklar,
tenhalaştı
Çırılçıplak kaldı, yetim ve dilsiz
bahçeler
Asfalt yollar gıcırdar… çocukluğumuz,
Ah o çocukluğumuz boşuna susup bekler
Uzak diyarlardan pullu bir mektup
gelir ara sıra
Sokak lambaları söner, insan ferleri
söner…
Çocukluğumuzda sakladığımız tüm
güzellikler
Yaşlı kıyıların eteklerinde fotoğraf
bekler
Teselli arayan gözler mavi denize
düşer…
Sonunda gün ağardı derken çabucak
bitti
Issız sokaklar çoktan sustu, sedalar
uzaklaştı
Yemişli ağaçlar gölgelerin ardına
saklandı
Yetmişli yıllarda
Erenköy-Kozyatağı-Bostancı
Suadiye-Şenesenevler-Küçükyalı
dedikleri
Güzergâhın sunduğu yollara bıraksalar
kavuşalım
Nasıl olsa çocukluk kalbimiz bulacak
Ağır ağır kürek çeken bir sandal
üstünde yüzüyor düşler
Kaldığımız yerden devam edelim,
isterseniz
Şemsettin Günaltay boyunca Vukela’ya
ezbersiz
Fısıltı dedikoduların dolaştığı bu
benzersiz semte
Adını bostanlardan almış Bostancı
merkezine
Çok yeniye değil ama öyle pek eskiye
de değil
Küçük bir gaz lambasının bizi teselli
edeceği kadar
Otobüslerin mesken tuttuğu yerden
tren istasyonuna
Oradan insanın içini acıtan
doldurulmuş kıyıya
Ve uğramak istiyorum yüksek
müsaadenizle
Mazideki gibi olmasa da mendireğimize
Ve kıyıdan kıyıya dolaşarak fethetmek
lazım
Gri bulutların çöktüğü öykü
sepetlerini
Bostancı iskelesinde oltaya getirmek
lazım
Çocukluk alnımızın ağırlaşan düğümlü
düşünceleri
Şimdi sokağımız yok ki şakaları
kaldırsın
Bahçemiz yok ki gülleri solsun
Ne de sert lodosunda ağlayan
evlerimiz
Güzün bıraktığımız gökyüzü gibidir,
“Ne mutlu burada yaşamak” artık çok
geridedir
Olsun; ne güz ne sonbahar acıtmaz
beni
Olmayan bahçemde solmaz ki güllerim…
Görüyorum serap sokakları… geçen
güzel yılları
Sade yaşamların çerçevelediği,
sıradan anıları
Zamanın kaydığını da görüyorum
Birbirine bitişik parmaklarımızın
arasından
Nasılsa uzun süre daha büyümeyeceğiz
biz
Dingin yaşamın uyumlu hallerine
düşler vereceğiz
Dudaklarımızda o bitmeyen şarkılarla
başlarsa eğer
Şakacı’ya yakın muhitlerin sımsıkı
sardığı
Denize, fırtınaya, güneşe, aşka ve
kedere selam
Meyilli yollardan düşe kalka
yıkandığımız dereler
Taş duvarların alabildiğine süslediği
hendekler
Çünkü gözlerim düşlerle dolu, çok
teşekkürler…
Ne dersiniz,
hazır mısınız?
İstanbul’da
doğmak bir ayrıcalık derseniz hiç yadırgamayacağım. Çocukluğumun ve gençliğimin
tahsilli gezgin ve toplumsal bütün eserler ile kararlı, değişken yıllarımda ise
uzunca ayrılık yaşadığım yurtdışı ikametini saymazsam eğer, otuz üç yaşıma
kadar içinde yaşadığım mekân, yüzlerce yıllık çeşitli sosyo-kültürel değişim
zamanlarının mirasçısı, bu kozmopolit Kazasker muhiti ve
çevresiydi. Yani demek istediğim zor bir şey değil aslında: benim ilk kültürel
sosyalizasyonumun merkezidir buralar ve bu yerler (bana göre altmışlarda ve yetmişlerde) aynı
zamanda ekin bileşkesinde yoğrulan bir Kadıköy’ün sosyo-kültürel zamanıydı.
Zaman
zaman değişik ulaşım modelleri sunulmuştu. Ama layıkıyla en fazla demiryolu,
otobüs ve vapurla bağlanmıştı şehirlerin şehrine.
Tabii
benim yetişip de göremediğim ancak Kadıköy Söğütlüçeşme’deki nostaljik müzesini
ziyaret edebildiğim kırmızı renkli tramvayı da eklemek durumundayım. Hatta ve
hatta beni çocukluğumda olağanüstü etkileyen tek veya çift dingilli faytonları,
at arabalarını da saymazsam ölürüm...
Şimdi bu üçgen içindeki semtlerin oldukça sessiz, sakin, hadisesiz, kendi halinde kuytu yerler olduğuna atıfta bulunmuştum. Bunda hiç kuşku yok, bu yerleşim mekânının biraz sayfiye havasında, ama kentsel kültürden asla kopuk olmayan, bilakis edebiyattan tarihe, sosyolojiden siyasaya çok yönlü kültürün egemen olduğu bir yurtlandırma yeriydi. Evet, belki asıl şehrin kurulu olduğu Avrupa kıtasındaki tarihi yarımada ile kıyaslandığında biraz sönük gibi görünebilirdi. Ancak, sözünü ettiğim bu üçgen yerleşim alanı Asya yakasında liman ve kara trafiğinin geçiş noktasıydı. Kırmızı hattın üst sınırında Ankara Asfaltı, alt sınırında Bağdat Caddesi bulunurken, Anadolu’dan gelip de Haydarpaşa garına ulaşan demiryolu hattı ile kıyılarda bulunan iskeleler sayesinde Adalar’a, Karaköy veya Eminönü’ne istim saçan vapur yolculukları önemli bir ulaşım network çabası sayılırdı...
Kısacası,
İstanbul dokusunda yer alan diğer semtlere, Anadolu düzlemküresinde var olan
diğer şehirlere ulaşmanın başladığı ve bittiği bir durak kadar, geçiş
duraklarının gezgini tatlı tatlı okşadığı önemli duraklar yumağı idi.
Usulca
havalanıyor gümüş kanatlarıyla
Kırmızı
bulut kümelerinden
Gecikmiş
akşam rüzgârları
Bırak
içinde bizi melekler gözlesin
İnanç
güvencesiyle
Umutlu
bir çocuk olarak...
Henüz
gönül bahçemizden sokaklara yelken açmadığımız zamanlardı... Yani ömrümün
ertesi günü ne sürprizlere gebe olduğu düşüncesi ile kavrulmadığım, yarına dair
hiçbir düşünce imal edemediğim ama düşler ipine onlarca ütopya mandalları
astığım yaşlardı... Ergenliğe giden yolda epey virajlar vardı ve ben bu virajları
önce sokağa kaçarak öğrenme yoluna girmiştim. Bu konuda eğitmenim benden yaşça
biraz küçük ama çapanoğlu muzırlığı ile benim sakin yaradılışıma on kat ağır
basan, kiracılarımızdan Birsen Abla’nın tek oğlu Murat’tı. Kendisine Şopar
Murat derdik; ziyan edilmemiş kara derisinden dolayı...
[📷 Kırılgan sancılı değişim, Suadiye Tren İstasyonu;
(Aralık 2018).]
İşte kendisine çok şeyler borçlu olduğum Şopar Murat sayesinde “yeni dünyanın” nimetlerinden faydalanmayı kaçak kuçuk öğrendiğim zamanlardı. Evdekilerin ara sıra yokluğumu fark edip, ortalığı birbirine katıp ama arayıp da bulamadığı, eve keyifle dönüşümde ise bir araba kötek bulamacına karıştırıldığım çocukluk yıllarımın başlangıcıydı. Her seferinde aldığım nasihat ise aynıydı: “Bir daha bu çocuğa uyup da kaçarsan bak senin bacaklarını nasıl kıracağım...” Elbette kocamanlar her zaman haklıydı. Ama evde oturmakla, koca bahçeden dışarı çıkmamakla o sokaklar öğrenilmiyor ki!..
Bir gün
büyür bütün çocuklar
Anneler
buna akıl erdiremez
Küçük
çocuk renklerle kayıp gider
Daha dün
oynadığı ana kucağından
Oğul,
dünyayı dolaşmak zorunda mısın sen?
Oysa, bir dönem aynı şeyi yapmıştı anneler
Güneş son ışığını yakarken ninnilerin uyuttuğu işte böyle bir günde, Murat kardeşimle ayağımda şıpıdık tokyolar, başımızda kabak denilecek kadar az saçlar, Şakacı Sokak’a paralel yanaşan bahçe duvarlarından atlaya zıplaya Şemsettin Günaltay’a koşturmuştuk. Biz koştura duralım, Şopar Murat, “Bostancı’ya,” demişti “her taraftan gidilebilir.” Muhtemelen doğru söylüyordu. Pek sık yalana dolana kaçan şiveli dili, sokak gezisi ile ilgili konularda asla yalan laf etmezdi...
Sağlı sollu kesiştiği Gümüşçü Sokak, Tayyareci Resmi Sokak, Kitapçı Mehmet Süleyman Sokak ve Bostancı Cami Sokağını geçerek, Bostancı tren istasyonunun alt geçidini kullanarak deniz kıyısına indik. Burada en fazla dikkatimi çeken “Hügnen’in Yalısı”, ya da “Madam Tamara’nın Evi” dedikleri yerdi. Yıllar içinde orayı unutmam asla mümkün olamazdı. Çünkü yine Murat’ın her zaman gıpta ettiğim amansız cesareti ve bana karşı mütevazı yüreğiyle işlediği cesur eğitmenliği sayesinde ağaçlar içinde oymalı bir köşk evinin bahçesinin hemen önündeki kayalık rıhtımdan denize girmiş, korkudan altıma yapacak kadar yüzmeyi öğrenmeye çalışmış ama en fazla da kese kâğıdı dolusu midye toplamayı sevmiştim.
Bu sözünü
ettiğim “Hügnen’in Yalısı” ya da “Madam Tamara’nın Evi” Bostancı
kıyısında, on üç dönümlük bir arazi üzerine inşa edilmiş, bodrum katı hariç iki
tam katlı, dik çatılı, Alman mimarisine uygun taş bina Edouard Huguenin
tarafından yaptırılmış... Huguenin Bostancı’da yaptırdığı evin arsasını aldığı
vakitlerde, burada 350 yıllık, Jizvit rahiplerine ait manastırın harap olmuş ve
sadece birkaç yatak odasından başka bir şeyi kalmamış binası varmış. Rahipler
gidince, manastırın faaliyeti durmuş. Binanın ve arazinin sahibi aslında bir
Ermeni’ymiş. Huguenin araziyi ve harap manastırı bu Ermeni’den satın alarak
1903’te kendi evini yaptırmış. O yıllarda henüz gelişmenin başında sayılan
Kadıköy’de elektrik ve şebeke suyu olmadığı için evin altına bir sarnıç
yapılmış, bahçesine de bir jeneratör konmuş... Huguenin, 1890’da Bağdat
Demiryolları Direktör muavini olarak İstanbul’a gelmiş, direktör Helfferich’in
(1872-1924) ayrılmasından sonra 1908’de bu görev Huguenin’e verilmiş.
Helfferich'in 1904’ten 1908’e kadar kullandığı Haydarpaşa’daki direktörlük
ofisinde Huguenin 1908’den 1917’ye kadar kalmış... Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonra da Almanya’ya dönmüş...
Edindiğim
bilgilere göre: Huguenin İstanbul’da kaldığı dokuz yıl içinde renkli bir hayat
yaşamış, Haydarpaşa garının üst katında kendine tahsis edilen büroya her gün
trenle muntazaman gidip gelmiş... Huguenin sabahları evinden çıkar,
Bostancı'dan trene biner, çok kere cebinden saniyeli saatini çıkararak trenin
hareket halinde tekerleklerinin iki rayın birleştiği yerden çıkardığı seslerle
zamanı ölçer ve trenin saatte kaç kilometre gittiğini hesaplarmış...
Akşamüstleri de Beyoğlu’na çıkar, Tokatlıyan’da camın önüne oturarak çayını
veya birasını içermiş. Dostları ve ahbaplarıyla çok kere Tokatlıyan’da
buluşurmuş... O yıllarda Mühürdar’da, deniz kenarında özel iskelesi olan ahşap
bir evin sahibi ve Galata’daki yazıhanesinde pazarlamacılık yapan Zaharof
adında bir Levanten varmış, ama doğru, ama yanlış Zaharof’un eşiyle Huguenin
arasında bir ilişki olduğu söylentisi çıkmışsa da olay bertaraf edilip kapanıp
gitmiş...
Huguenin’den
sonra köşk ve manastır Gürcistan’dan gelen bir Rus aileye satılır… Mülkün yeni
sahipleri manastır binasında tadilat yaparak yerleşir ve yıllarca burada
yaşarlar. Aile reisi olan Borkar şişmanca, kırmızı yüzlü bir zattır. Eşi Madam
Tamara ortadan uzun boylu, terbiyeli, nazik bir insandır. Rusya'da yaşarken
prenses titri olduğu söylenmektedir. Kızları Eteri bir zamanlar Kadıköy ve
Bostancı’da oldukça hareketli bir hayat yaşamış, kültürü ve fizik yapısıyla
sükse yapmıştır... Borkar öldükten sonra herhalde ekonomik bir sıkıntı
başlamıştır ki, bahçenin bir kısmı parsellenip apartman yapılır. Kısa sürede
mülkün tek sahibi kalan Bayan Eteri manastırdan tadil edilerek mükemmel bir
bina haline getirilen evi ve Huguenin Köşkü’nü de fındık tüccarı Nihat Gürer
Bey’e satarak ayrılır.
Vaktiyle
ayrı ayrı dönemlerde iki aileyi barındırmış, iki emsalsiz devir yaşamış
binalar, her gün biraz daha harap olarak yalnızlığa terk edilmiş bir vaziyette,
ışıksız ve kimsesiz ayakta durmaya çalışmaktadır... Sultan Hamit döneminde Reji
müdürlüğü yapmış olan Lui Ramber, anılarında, Huguenin’in bir muş göndererek
kendisini Bostancı’daki evine aldırdığını, bahçesinin eski taşlarla süslü
olduğunu, akşamüstü aynı muşla geri gönderdiğini yazmaktadır. [Huguenin Köşkü ile ilgili
kaynak: Müfid Ekdal, Kapalı Hayat Kutusu “Kadıköy Konakları”, YKY, 2005, s.335]
“Hayır” sözcüğünü
pek sık duydu çocukluğum
Anadan
doğma değildim şanslı
Geriye
dönüp tüm zamanları düşünürüm;
Asla istemem çocuğumun bunaltılı yaşamasını
Şimdi size bir de yaşanmış bir
anıyı aktaracağım. Aynı zamanda bu anıyı www.bostancipatformu.com’da kaleme alan bir üstadın
hatıratından:
Madam
Tamara ve Matmazel Eteri: 1950’lerdeki gizemli güzel Matmazel Eteri
ile (ABD vatandaşı olan müteveffa eşinden dul Madam Eteri
Pincas Parker) 16 Temmuz 2005 günü Suadiye’deki
evinde görüşebilme fırsatı buldum... 1923 İstanbul doğumlu, dolayısıyla bir
cumhuriyet çocuğu olduğunu söyleyen Madam Eteri, sağlıklı, annesi gibi dimdik,
hafızası, konuşması fevkalade yerinde. Babası David Parker’in (Parker
Türkiye’deki soyadları) gerçekten Çar Nikola’nın
mühendis sınıfı generallerinden biri olduğunu, Petersburg’lu (Leningrad
veya Petrograd) asil bir aileden geldiklerini, ihtilal
sırasında da annesinin memleketi Tiflis’te bulunduklarını, babasının Bakü
petrollerinde hisselerinin bulunduğunu, Prens Melikhof ve ailesi ile pek yakın
dostlukları olduğunu, 7 Kasım 1917 İhtilalini takiben Çarlık taraftarı Denikin
ve Vrangel ordularının Bolşeviklerle mücadelelerini tamamen kaybetmeleri ve
Çeka birliklerinin Kafkasya’ya ve Tiflis’e girmelerini takiben Prens Melikof’un
eşi Sonya ile birlikte birçok Beyaz Rus aile gibi Batum üzerinden İstanbul’a
bir İtalyan gemisi ile geldiklerini, anne ve babasının Şişli’de Ortodoks
kilisesinde evlendiklerini, içinde Jesuite papazlara ait bir de manastır
bulunan ve cumhuriyet döneminde Hügnen ailesine vekaleten Osmanlı Bankası
Müdürü M. Hodler tarafından idare edilip oda oda İşviçreli’lere ve göçmen
ailelere kiraya verilmekte olan köşkü, evvela bir odasında kiracı iken daha
sonra, 1927- 28 yıllarında olacak, Osmanlı Bankası’ndan temin ettikleri bir
kredi ile satın aldıklarını, babası David Parker’in o yıllarda müteahhitlik
yapmaya başladığını...
... Anadolu’da birçok yol ve köprü inşa ettiğini bu arada müteahhit olarak babasının planladığı ve inşaatı tamamladığı Elaziz’deki köprüyü övünçle dile getirdi ve annesinin bu köprünün açılışı merasiminde Mareşal Fevzi Çakmak ve o tarihlerde Nafia vekili olan Tahsin Özalp ile birlikte merasim sırasında çekilmiş fotoğrafları gösterdi... Babasının bu hizmetleri ile Atatürk’ün ilgi ve güvenini kazandığını, çocukluktan gençliğe geçtiği dönemde, 1936’da Atatürk’ün bir yaz günü Bostancı’da, Yalı Köşk’te kendilerini ziyaret ettiğini, Atatürk’ün bu ziyareti sırasında çay içtiği fincanı Büyükdere’deki Sadberk Hanım Müzesi’ne bağışladıklarını ve bu fincanın orada sergilenmekte olduğunu sevecenlikle anlattı… Madam Eteri, annesi Madam Tamara’nın Bostancı ve Bostancılarla olan karşılıklı sevgi ve saygısından bahsederken, bir kere hepimizin hatırladığı gibi Türkçeyi çok güzel konuştuğunu, ayrıca 1930 yılında olacak, o zaman bir hayli tamire muhtaç Bostancı Camii’ni annesinin tamir ettirdiğini, imam ve cemaatin kendisini camiye davet ederek teşekkür ettiklerini ve birlikte hayır duasında bulunduklarını da cemaatle beraber camide bulunmaktan ve birlikte dua etmekten bir hayli şaşırmış ve çok etkilenmiş olduğunu söyleyen annesinin ağzından zevkle anlattı. Bu olayı naklettiğim, Muhtar Sezai Bey merhumun torunu arkadaşım, dostum Tamer Çorak’ta ayni olayı dedesinden ve babasından duyduğunu söyleyerek doğruladı. Belki bir yerlerde, İstanbul Müftülüğü gibi, bu tamiratın bir kaydı vardır. Madam Eteri, Hügnen’in eşi ve kızlarının daha sonraki yıllarda birkaç kez kendilerini ziyarete geldiklerini ifade etti... [Kaynak: K. Özcan Davaz.]
İşte Erenköy edebiyatını aratmayan bu Bostancı’dır ki o tarihlerde oldukça alaturka, olağanüstü senli benli, paylaşımcı ve kibirsiz havasıyla romanlara konu edilecek kadar güzeldir.
Güzel
bir günde dolaşıyorum
Renkli
semt haritaları üstünde
Kurşunkalem
çizikleri
Yağmurlu
günlerin suskunluğu içinde bekliyorum
Güya bir
ara bizim Şakacı’ya da uğrayacakmış mutluluk
Kimi zaman sokaktan geçen bir otomobilin camından, kimi zaman adalara sırtını dönmüş bir küçük sandalın “güvertesi”nden, kimi zaman yukarı platodaki Kayışdağı’nın eteklerindeki kır çiçeklerinin arasından bakınca daha iyi görülüyor. Ne kadar güzelsin Kazaskerim, Erenköyüm, Kozyatağım, Şenesenevlerim, Bostancım, Suadiyem, Küçükyalım... Yudum yudum, sokak sokak yurtluğum. Ne kadar alımlılar... Sanki her birini nakışlı küçük küçük cennetlerden yapmışlar. Gölgesiz bir köşeden bakıyorsunuz, ucu yok, bucağı yok... Ve Marmara’da kanat çırpan o beyaz martı başımızın üstünde şarkı söyleyip dolanıyor. Zannediyor ki her şey yolunda... Oysa değil.
Önce
nasıl da buruşmuştu
Bir
kâğıt kafamın içinde
Sanki
güçlü bir elle derim
Sıkıştırılmış
bir topak…
Açtım
düzelttim onu
Buruşukluklarını
özenle
Tam
yazacaktım halimi
Yırtıldı kâğıt, düştü kalem yere…
Yıllar geçti. Evlenir de gezgin ruhu biraz durulur demişlerdi. Ama yok böyle bir şey!.. Evliliğimizin ilk senesinde bile tam üç yer değiştirmiştik Emel’ciğimle... İyi ki bana uygun yüreği varmış da aklı ziyan olmadı benim derbeder göçebe hayatımın akışında. Beni bilen bilirdi; onların aklı da ererdi. Ama bu yüke başlarda sır erdiremeyen Emel Hanım, onca heyecanla arkada bıraktığımız izdivaç yaşantımızda göçmenliğin hasını yaşadı ve sırrı çözümleyebildi... Ve bu yaşamdan göçüp gidene kadar daha nice göçebelik yaşayacağımıza kanaat getirmekte ustalık belgesi edindi... Eh sağ olsun adını anmaktan gurur duyduğum Şopar Murat benim kaderimdi... Sokakları onunla kat etmiş, onunla çevresel bilgimi, görüşümü zenginleştirmiştim. Altı yedi yaşlarımda başlayan bu maceralar vasıtasıyla ömrüme ömür katmıştım... Evlenip de dolaştığım sokaklar bana farklı tatlar tattırırken yine kürkçü dükkânına dönen tilki misali semt üçgenine dönüş yaptığım zamanlardı...
Suadiye Cami Sokak’taki Ulucelil Apartmanı’nın, amcam Muhittin Sayman’ın mülkiyetine kayıtlı o güzelim giriş katına taşındığımız zaman çocukluğumun yaya istikşafları gözümde canlanmış, gezmen tatlar damağımda can bulmuştu. Öyle ya, her şeyiyle yakındım Kazasker’ime, Suadiye’me, Erenköy’üme ve Bostancı’ma... Her canımın çektiği an içinde buluverirdim kendimi... Ama sonradan sonraya iyice anladım ki ne kadar gezersem gezeyim ne denli havasını koklayarak içime solumaya çalışayım tat eski tatlar değildi... Çoktan terk etmişti o nefaset...
Vee... efendim, şöyleydi, böyleydi, derkeeen... köşe bakkallar sineye çekildiler birer birer... marketler açılmaya başladı yerlerinde... Takvimler 1970’lerin sonunu gösterdiğinde Şakacı Sokaklılar gibi diğer semtlerin sakinleri de çarşı-pazar için bu marketlere yöneldiler... Arkadan peş peşe geldi “çağcıl” sıfatlı apartman dedikleri yapılar... Eh, böyle işte: o zamana dek yapılan tek tük öncelleri ise halen “modern” sıfatından uzak sayfiye yerlerinin kocamanlarıydılar.
Kâğıt
yırtılmışsa eğer
Yazamamışsam
halimi
Mühür
bir göz olmuş vahi
Seyreder Bostancı
Köprüsü’nden sahili
Çamur
yükselmektedir ve can çekişmede
İsli han
odalarında pederşahi zanaat
Sabırla
fabrikaları terk etmiştir
Huzursuz bir yumruk olup
Bir
yerlerden alelacele kaçmış gelmiş, bıraksanız yine bir yerlere alelacele
kaçacaklarmış gibi. Ne yapacaksınız?!. Söylemek öyle zor: Bu canavar ruhlu “modern”
dediğiniz yapılar, yaban apartmanlar bu cennet topraklara hiç de yakışmıyorlar.
Adı önemsiz bir kıyı kasabasındaki önemsiz bir kahvehane masasında gördüğüm
gazete, aslında özet olarak bunu anlatıyor. Geriye tek şey kalıyor insanın
aklında: Denize yelpaze gibi kanat açan beyaz martının gereksiz şarkısı...
Seyretmektedir
o büyük soygunu
Yakın
Semtler Üçgeninde var olanı
Sonra
narin lalelerdir, göbekli karanfillerdir
Zamansız
büyümüşlerdir hep çinide
Solgundurlar
sonra geleceğe küskün
Değerbilmez
sahipleri eliyle
Sökülüp
atılmayı beklerler o zamansız çiniden
Sonra
işte uzun bir ah ile, vah ile, eyvah ile
Hep
ağlar göz nerde görse lök gibi kan…
1950’lerden
itibaren kırsal kesimlerden İstanbul’a, giderek büyüyen, sayıları milyonlara
katlanan ve halen de süren büyük bir iç göç başlamıştı. Bu gelip geçici,
mevsimlik bir göç değildi. Kalıcıydı. Yakın Semtler Üçgeni’nde vücut
bulan semtlerin yeni sakinleri, beraberlerinde getirdikleri, başka bir
zamana ait yaşam biçimleri ve kültürleriyle, günden güne bu mahallelerin
kendi zamanının kozmopolit çehresini değiştiriyor, geldikleri yerlerin
kültürüne uyum sağlayacakları yerde, kendi getirdikleri kültürü, (zamanı) egemen
kılıyorlardı. Aradan çok zaman geçmeyecek, semtlerin mozaiği parçalanacaktı...
İstanbul’un bu yakasındaki mahallelerin eski kültürel zamanı
bitiyordu...
Geceydi
sesleri dinledim
Yapılar
bittabi hepsi yorgundu
Tanır
gibi oluyorum eskiden
Gençliklerini
tazeliklerini
Gündüzleri
bir ise geceleri iki asıl
Tasarımlar
kendini bunca yıldır
Bakar ki
sonra bir yıkıntıdır…
Ya
çiçeklerin taşıp sokağa aktıkları bahçe duvarlarını!! Ben çoğunu tanıdığımda
koca birer sınır bekçisiydiler. Akıl almaz büyüklükte olanları da vardı,
bacaklarım boyuna gelenleri de. Ama özellikle yaz gecelerinde dip gövdelerinde,
âşıklarının isimleri hâlâ yazılı duruyordu... Yetmişlerin o doludizgin
yıllarında mahalleden çeşit çeşit ağabeylerim uygun birini yakaladım mı sıvalı
yüzüne “halk-malk” ile ilgili sloganlar yazmışlardı. Bize de, gelecek yılların
adına, çok “kötü” örnek olmuşlardı (!!!) 😊
Ya şimdi, yolunuz o sokaklardan geçerse, göremezsiniz “halkçı” duvarlarımızı. O duvarların çevrelediği ağaçları ise kesip kesip daralttılar, yok ettiler. İnşaat başladım mı durmak bilmiyor... Bu zavallı insanların duyguları yok. Bunlar geçmişi, anıları, eskinin silinmemesi gereken izlerini, hatıraların yaşandığı mekânların anlamını asla bilemezler. Bir meydan, park, sokak ya da bahçe duvarı ile bir insan arasındaki bağı hayatta anlayamazlar... Bunlar duygusuz. Ama işte böyle yakın semtlerde de geçip gider insanlar... Ya da nasıl desem, başını alıp gider o semtler...
Gönlüm
rahat, çıktım dağın tepesine
Hastane,
hapishane, kerhane, araf, cehennem
Kent
görünüyor bütün genişliğince,
Çiçekler
gibi açar bütün aykırılıkları
Boşuna
gözyaşı dökmeye gitmezdim oraya
Sen de
bilirsin, ey Şeytan, kırık umutlarımın anası
Kocamış
bir kadının kocamış belalısı gibi
Sarhoş
olmak isterdim o koca orospuyla
Cehennemsi
büyüsü gençleştirirdi beni
Sabah
yataklarında uyu daha gönlün dilerse
Ağır,
karanlık, nezleli, gönlün dilerse dolaş
Altın
işlemeli akşam perdelerinde
Seviyorum
seni, rezil başkent! Orospular
Ve
haydutlar, sunduğunuz hazlar sonsuz
Ne var ki anlamaz bunu inançsız bayağılar
Charles Baudelaire, “Sonuç”
[📷 Hüzünlü bir bahçeden (Mehmet Sayman Apartmanı) Şakacı Sokak’a dokunaklı bakışlar, Kazasker, (Aralık 2018).]
Seref Sayman
Babaeski, Ekim 2018 -Eylül 2020
(*) Önceki Makale: Bir Başkadır Benim Çiçekli Semtlerim
(*) Sonraki Makale: Crowds in Our Midst ~ İçimizdeki Kalabalıklar
***…***
[ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ]
>>> [İçerik Dizini]
***…***