İstanbul: Pire🚲 Pierre Loti Kıraathanesinde

 

TÜM İĞRENÇ BİNALARA & TRAFİK ANARŞİSİNE RAĞMEN,
PİRE🚲 İLE İSTANBUL TURLARI

Pierre Loti’yi unutur mu bu sokaklar? Kırkmerdiven Caddesi, İdris Köşkü Caddesi, Ballı Baba Sokak, Karyağdı Sokak, Balmumcu Sokak... Ufak tefek, kırmızı yüzlü, siyah saçlı, belki aralarına kırlar düşmüş olabilir, bir adam olmalı. Ama yaşadığı dönemde giyimine epeyce önem veren, afili bıyıklarıyla ortalığı yakan adlı sanlı Fransız romancısı. Bugün onun çayhanesinde çaylamaya gidiyorum. 

Daha önceden planlamadığım bir tur bu. Öyle damdan düşer gibi düştü kucağıma. Yoksa o kıraathanede değil bir yarım saat koca bir gün edebiyat yapmaya giderdim. 

Şahsen kıraathanede edebiyat kısmına geri döneceğim... 

Ama önce... 

Çok hızlı bir Mudanya dönüşü Yenikapı İDO limanının önünde bir grup bulut duası okuyorum. :) Yağmur istemediğim ve fakat son sağanaklara doyduğum için parçalı bulutlu bir havaya fit olacağımı kestiriyorum. Gerçi biliyorum ki bu bölge destansı ermişlerin, türbelerin en zengin olduğu yerleşke. Onun için ayrışık ‘iklimsel yakarışlarımın’ kabul edileceği hissi içindeyim. 

Hani bağımlı sigara tüttüren biri olsam gideceğim tütünü en güzel çiğnenen ‘Birinci’ sigarasından alacağım. Piyasadan kalkmış mıdır, ondan da pek emin değilim. Zaten oturup yakacağımdan değil. Tepeye vardığımda kıraathanenin masasına istifleyip hüsnühâl caka yapmak ihtiyacı duyduğumdan. Yoksa Madam Krizantem’i nasıl ti’ye alacağım??

İDO platformunda güne kendimi fotoğraflayarak başlıyorum. Saatim 10:00’u gösteriyor. 

Bu esnada bir bisikletli kardeşin, “Selamünaleyküm” sesiyle irkiliyorum. “Size de günaydın,” diye cevap veriyorum. 

Yarın Marmara Turuna çıkıyorum. İstersen gel. 

Hayır, bırak adını sanını bilmediğim, tanımadığım bir şahsiyetle tura çıkmayı, takım ruhunu çalıştıracak bir turu paylaşmayı dahi sevmediğimden kibarca geri çeviriyorum teklifini. Zira benim gibi ehlikeyif bir gezentiye ve onun sahip olduğu rahatına düşkün bir “gEZENTİ bİSİKLET”e kimse kolay katlanamaz. Ne o bana tahammül edebilir ne ben ona. Benim anlayışımla bisikletli turcu arkadaşların anlayışı asla bir çizgide buluşamaz. Onlar pedal çevirmeyi bense fıldır fıldır gezmeyi öne çıkarıyorum. Señorita Pire🚲 benim için bir ulaşım aracı, ki o da biliyor bunu, bir spor aleti değil. 

Yollarda tanıştığım birçoğu aynı şeyi söylüyor: “E, biz de geziyoruz neticede. 

İyi de sizin gezmeniz günler ve kilometreler ile sınırlı. Benim öyle bir derdim yok. Ne zaman sınırlamam var ne de yapacağım kilometre hesaplamaları. Siz bir yere gidiyor sonra evinize dönüyorsunuz. Bizimse yaşantım hep yollarda. Biri bitiyor, diğeri başlıyor. Ev kavramı benim için süreksiz bir konaklamadan ibaret. Kâh ‘off the road’ bir çadırda gecelemek, kâh bir pansiyonda, ya da herhangi bir konaklama tesisinde dinlenmek hayatımın akışını süreğenliğe dönüştürmeye yarıyor. Benim hesaplamalarım sadece kayıtlara geçsin diye, yoksa Guinness’e aday filan değilim. 

Görüldüğü üzere ehlikeyif gezginlik zor zanaat, herkesin uyum sağlayabileceği geometrik bir düzlem değil. 

Burada işim bitince üstyapısı henüz tamamıyla bitmemiş, pasaklı görüntü veren büyükçe meydanı geride bırakıyor ve Gazi Mustafa Kemal Paşa Caddesi’ne yöneliyorum. Etraf hem araç hem de insan trafiğinden geçilecek gibi değil. İnsanı sarhoş ediyor. Sıyrılıp kenardaki salaş ve oldukça bakımsız ama en azından gölgelik park içinde kılık kıyafetime şekil veriyor, göçerkonar sırt çantamı alt üst ediyorum. Artık arşınlamaya hazırım. 

Ben bunları yaparken Pire🚲 yan gelip yatıyor. O sırada oturduğum bankın zilsiz kapısını küt parmaklarıyla tıklatan cübbeli bir adam herhalde “selamünaleyküm” diyerek içeri girmeye çalışıyor. 

Adamı duymuyorum, çünkü kulaklarımda Josh Turner’ın “I wouldn’t be a man”i tıngırdıyor. Ben oldum bittim müziği sessiz konumda dinleyemem. Bangır bangır ötmeli cihazım. Sanırım o yüzden kulaklarımdaki duyu gittikçe azalıyor, ama tavrım oldukça net: “What the heck!” yani, “Bu ne lan!” gibi bir argo ekspresyon yerleştirebilirim böyle sübjektif durumlar hâsıl olduğunda. 

Neyse, cübbeli adam bakıyor ki benim dudak okuma merakım yok, benden bir cevap alamayınca yanaşıp oturuyor yanı başıma. Sanki tapulu malım. Gel otur kardeşim. Ama bana ilişme. İşimiz çok yani. Cillop gibi parlayan deri kılıflı çantasından bir takım Arapça yazılı kâğıtlar çıkarıyor. Anaaa!! Herif IŞİD’çi olmasın sakın. Tipine bakıyorum yan gözümle. Yok, basbayağı sakallı, cübbeli bir âdem. Gerçi çantası pek modern olmasına rağmen üstünde yıpranmış cübbesi iyi bir ikili oluşturmamış. Bu da benim adamdan yana son bakışım oluyor. Başka da takkeli bir bakış tazelemiyorum. 

Karşıki evin kılcal şeffaf tüllü penceresinden balık kızartma kokusu geliyor. Allasen bu saati mi buldunuz? Her şey şahane gidiyor valla. Tamam, mutfağı iyice göremiyorum lakin kızartmayı yapan kadının elinde tuttuğu ince maşayı tahayyül edebiliyorum. Herhalde başına, balıkların içine saçları düşmesin diye bir tülbent de bağlamıştır. 

Hele Gezenti Şeref’i ve yol arkadaşı “gEZENTİ bİSİKLET”, Señorita Pire🚲’yi hiç unutmayacak bu sokaklar, bu parklar.

[📷 Yenikapı Marmaray İstasyonu ve otobüs durakları çevresinde bulutlar sözümü dinlemiş görünüyorlar...]

Balık kokulu mutfağı ardımda bırakarak merdivenlerden aşağıya kaldırıma iniyorum. Daha doğrusu Pire🚲 kucağımda öyle iniyoruz basamakları. Sanki tül perde oynuyor. Yoksa bana mı öyle geliyor?


İnsanların birbirinden kaçan ayak seslerini işitmiyorum artık. Burası, Saraçhane. Belki bir güneş bulutu dolaşıyor tepemizde. Belki tutulmadan kopan her an düşüp yitiverecek bir ışık parçası. Gece olsaydı yıldız derdim, ama bu parlaklık, bu kızıl ötesi şua, sabahın köründe neye alamet acaba?

İriş dede sultanım, iriş!

[📷 İBB, Saraçhane.]

(*) Saraçhane İBB’nin: Bendeki altı yaşımın anısı derindir. Dilerseniz; “Hayatıma Bıraktığınız En Güzel İzler” adlı makaleme bakabilirsiniz...

Ya kemerler?..


Kemerlerin o balkabağı gibi açık pencereleri? Ya o pencereler beni ve Pire🚲’yi nasıl unutur? Tam tamına 30 gün önce bu pencerelerin altından geçmemiş miydik “Haliç Sahil” turumuzu yaparken? Unkapanı’ndan Saraçhane’yi, ya da Saraçhane’den Unkapanı’nı röntgenlediğimiz, su saatini izlediğimiz, binek taşıtların sayısını katlayan insanları gözlediğimiz pencereler, birinin altından geçtiğimiz anda sınırlarını dağıttığımız hayatımızı gösteriyor bize. Efendim, Marmara Turnesi mi yapılacak? Bursa, Yalova, İznik? Göller, göletler??

Hadi geçin bakalım penceremden!

Efendim, Marmara Turundan mı dönüyoruz, İstanbul turneleri mi yapacağız? Ya da Trakya’ya, Karadeniz’e mi çıkartma yapacağız? 

Hadi geçin bakalım penceremden! 

Su kemerleri aydınlıktır. Pencereler aydınlıktır... 

Aaa, çingene kızına bak: belini kemeriyle nasıl da sıkmış!” Kim bilir belki Riyad’ı aratmayan şehrimde Çingene kızının cafcaflı renkliliği gözümüze çarpan en harika, en romantik panorama. Zira sağım solum sobe.


Su kemerlerini geçer geçmez Unkapanı Köprüsü’ne (bugünkü adıyla: Atatürk Köprüsü) uzayan ve üzerinde günün her saatinde yoğun bir şehir trafiği bulunan Atatürk Bulvarı...

[📷 Kadir Has Spagetti Kavşağı’nda... (Arka fonda ırakta bir Galata Kulesi)]

Sen kendine gülümsediğin yalnız pencerenden bakıyorsun. Bizim penceremiz ise birazdan Haliç’in su üstünde şavkıyan ışıkları içinde bulunduğumuz gürültüleri, hırıltıları, homurdanmaları kaldıracak ve yepisyeni çimenler ile trafiği yine bol sokakları getirecek bize.

[📷 Özlem Parkı kıyısından Haliç...]

[📷 Şair Nedim Parkı’ndan cephesi kırmızı ateş tuğlalarıyla örülmüş Haliç’e karşı görsel bir şölen sunan Özel Fener Rum Erkek Lisesi. (Nam-ı diğer: Kızıl Mektep)]

[📷 Fener İskelesi...]

[📷 Pire🚲’nin makro çekimi...]


Çok hoşuma gidiyor bu parkın dinginliği.

Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç.. Sana diyeceklerim söylemekle bitmez.. Yıllardır yaşamamdan çaldığım zamanlar.. Adına düğümlendi.. Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç.. Başka şehirleri özleyelim orada seninle.. Bu evler, bu sokaklar, bu meydanlar İkimize yetmez..

[📷 Bulgar Kilisesi restorasyonu sürüyor...]

Kısa bir zaman diliminde Ayvansaray’a varıyorum.

Yalnızlık, yaşamda bir an.. Hep yeniden başlayan.. Dışından anlaşılmaz..

[📷 Haliç Parkı...]

Dünya o kadar büyük ki.. Bir noktayım ortasında, ne yapsam.. Bazen de o kadar küçülüyor ki dünya.. Devrilecek sanıyorum, kımıldarsam..

[📷 Haliç Köprüsü...]

Hayat o kadar uzun ki.. Öyle bitmez geliyor ki bir an.. Bir de bakıyorum, o kadar kısalıyor ki.. Ne çıkar, diyorum, bir hayattan..

[📷 Uzayıp giden tarihi surlar...]

Dün bir çocuk vardı çadırımın kapısında. Ayakları çıplak. Esintilerde kımıldayan bir çocuktu o. Burnunu çekip bir şeyler düşünüyordu. Çisentiler sonrasında ortaya çıkmış güneşli bir çocuktu. Ben, tavus tüylerinin mavi, yeşil, mor, kahverengi, gökkuşağının dönek renkleri içinde sırılsıklam olmaktan büzüşmüş kanvas kapıdan çıktığımda, çocuğu göremedim. Uzanıp dokunamadım onun saçlarına. Ellerim yalnız benim değil ki... Çocuk, yirmi yıl öncesinden bana gülümsüyordu. Kumral saçlı mıydı ne? Bir gökyüzü tepesine doğru pedallıyorum. Sırtları çıkmak edebiyat yokuşunda beş-taş veyahut çelik-çomak oynamaya hiç benzemiyor. Tepeye varmadan bir abime soruyorum, doğru yolda mıyım diye? 

Nedense hep iki ve daha fazla alternatifi var bu yolların. 

Kestirme mi istersin, biraz uzatan cinsten mi? 

Hani bilsem hangisinin ne şartlarda sonuç vereceğini. Skor tahmin etmek bu ülkede gerçekten çok zor. Her şey sürprizlere gebe. Esasen sorma gereği duymam böyle şeylerin. Mucizesi kaçar, sırra kadem basar sonra.

[📷 Pire🚲’nin bu duruşundan sanılmasın ki yokuş aşağı iniyoruz. Hâlâ sırtları tırmanıyoruz...]

[📷 Yurdum insanından bilgilerinize duyurulur...]

Elimde üç tekerlekli kırmızı bir bisiklet.. Bir nohut-oda Hacıbayram’da.. Denizsiz bir ada’nın kıyılarında.. Görünmez arkadaşlarım.. Ne işim vardı bu rüya’da.. Bir kere, bisiklet yeşil değildi.. Başkentti, ada değildi.. Karpuz iyi çıkmadı, beni yordu.. Alemdağ ormanında kayboldum.. Herkes beni arıyordu..

[📷 Bu yokuşun sonu bir şekilde Pierre Loti’ye çıkacak...]

Tepede bir çınar ağacı el sallıyor. Ancak onu da görmüyorum. Aklım Pierre Loti’nin kıraathanesinde. Önümde tuhaf bir yol çalışması var. Kazı kazan gibi bir şey. Vinç yolu tam ortalamış, hatta kapatmış. Kedine görev edinmiş kasketli bir abim sokağın merkezinde durmuş trafiği yönlendiriyor, arabaları aşağı yola sevk ve idare ediyor. Beni görünce, “Sen geçebilirsin oğlum. 

Ha-ha-ha... 

Harbiden çok komik. Adam tam olarak ben yaşlarda ama beni oğlu yerine koyunca, hazır cevap karakterim diyecek bir şey bulamıyor işte. Vay be! Bu mavili kostüm beni oldukça gençleştiriyor demek ki. Rengim saf mavi. Bakışlarım has mavi. Özgürlüğün rengi mavi. Rahmetli anamın maviş gözleri gibi. 

Oğul ha! Ha-ha-ha... 

Pierre Loti Tepesi meydanı. İleri uçta Mareşal Fevzi Çakmak ile Necip Fazıl’ın kabirleri varmış... Bana pek lâzım değil. Zira dünya görüşlerimizdeki ekstrem ayrılıklar nedeniyle uyuşmuyoruz kendileriyle. Ola ki sevenleri varsa onlar için mikroskobik bir bilgi dağarcığı olsun diye ekliyorum.

[📷 Bu yol ise beni zatıâlilerine daha çok çekiyor...]


Kocaman çöllerde bir kalabalık gibiler. Bizse (ben ve señorita Pire🚲) şu kocaman tepede ender bir balık gibiyiz. Sağa, sola şaşkın bakışlar fırlatıyoruz. Çevrenin izleri bir ısıtıyor, bir üşütüyor, bir ağlatıyor, bir güldürüyor. Duygulanmak elde değil. An geliyor gözlerimden yaşlar süzülüyor. An geliyor kahkahayla gülmek istiyorum. Ne yazık ki görüntüler hem bir sağlık hem bir hastalık gibiler.

[📷 Bu mekânda tenhalıkta fotoğraf çekmek için sabahın köründe gelmek şart...]


Bir ara Pire🚲’yi kendi başına bırakıp fotoğraf çekmek için sokaklara dalıyorum. Peşimden koşturup gelen otoparkın güvenlik elemanı pek tedirgin olmuş: “Abi, bisikletini yalnız bırakma!” diye serzenişte bulunuyor. Aslında haklı. Burası İstanbul. Hırlısı var, hırsızı var. Nasıl anlık bir gafletse benimkisi. Geri dönüp velespitimden özür diliyor, bir daha böyle bir şey asla olmaz diyorum. Büyük romancının düşsel etkisi sanırım böyle bir mesuliyetsizliğe itiyor beni. İyi ki genç delikanlı uyarıyor. Yoksa “it’s no use crying over spilt milk” durumları yani... Son pişmanlık fayda etmez...

Bir kafeye giriyorum. Tam benlik. Hem manzarası, hem tenhalığı. “Semaver var mı?” diye soruyorum. Bön bön yüzüme bakıyor güzel bonkör yüzlü garson kız. Hayır, anlamadıysan bir daha yineleyeyim sorumu. Böyle kerhen mırıldanıyorum içimden. Meğer servise henüz başlamamışlar. Lütfediyor ve beni arka bahçedeki tarihi kahveye yönlendiriyor. Ama orası çok kalabalık. Üstelik ön saflarda hiç yer yok. Gerilerde oturduktan sonra şahsen gider Haliç Park’ta da oturur, manzaraya karşı termosumdan içerim çayımı.


Bari en azından şuradan birkaç fotoğraf alıyorum diyorum garson kıza. Sesini çıkarmıyor. Yahu bir tepki versen. Hııı... Ya da Iı-ıhh... Ne bileyim yani? Bu sessiz tepki karşısında dayıyorum Pire🚲’yi bahçe duvarına, çekiyorum bol miktarda fotoğraf karesini kafama göre.

Hani aşağısı mezar taşları... tuhaf bir durum yani... ölülerle iç içe... Gece harika ürpertici olur buralar...

[📷 Şehrimin tepelerini ne güzel tepelemişler... Bulutlu havaya ayak uydurmuş bir ruh hali içinde sanki...]

[📷 Bir de Haliç Köprüsü’ne, Atatürk Köprüsü’ne yüksek tepelerden bakalım diyorum...]

Herhalde buraya ben yaşlarda bisiklet turcusunun pek yolu düşmediğinden herkesten tuhaf bakışlar alıyorum. Oralı değilim tabii. Aradığım kendime göre tenhalardan bir masa.

Atı alan Üsküdar’dan ziyade, señorita Pire🚲’nin ehlikeyif sahibi dilsiz uykularla oyarken öğle sonrasını ve rakı veya semaver yerine ince belli çay bir umumi kardeş kimliğiyle yaklaşırken masaya, içiliyor. Ne çok Ortadoğulu turist var. Neredeyse masaların doluluk oranını bu bol çocuklu, bol eşli, çarşaflı, sakallı, yüksek sesten konuşmayı seven muhteremler sağlıyor. Neyse ki ön cephede, biraz dipte ama oldukça sakin bir köşede hem Pire🚲’ye hem de kendime göre bir çayhane iskemlesi buluyorum. Üstelik nostaljik tahtadan. Vay be, bu sandalyeler hâlâ hayatta mı?

Öğle sonrası...

Ama çayın saati olmaz. İngilizler halt etmiş; ille de beş (17:00) diye tutturuyorlar...


Önce kalabalığa bakıp, gülümsüyorum. Pırıl pırıl masa örtülü masanın üstündeki kül tablasını görünce bir paket Birinci’yi almayı nasıl da unuttum diyorum kendi kendime. Ya da mesela yoldaş Fidel’in Havana’sı da çok güzel giderdi. Yakışırdı. Hadi neyse. Artık bir başka sefere.


Elimde makine, selfie çubuğu, bir pozlar, bir pozlar... Alt kattaki genç sevimli kızlar gülüyor fırdöndü halime. Ne yapayım, orta yaş bedenim benden komut almadan ayarsız şekilde hareket ediyor. JJJ 

Fır oraya, fır buraya. Gülümseyişim, ağzımın kenarından sıvışmıyor bir türlü. E, huyum bu. Babaannem anneme takılırdı, “Sen bu çocuğu gülen ay zamanı mı doğurdun?” diye. Çocuktum ve yüzüm hep gülerdi. Büyüdüm, yüzümdeki gülümseyiş bir türlü hırçın bir gerilmeye dönmüyor. Ne kadar zorlarsam zorlayayım olmuyor.

Eski evimizin bahçesinde bol miktarda çamur vardı. Şimdi çiseleyen yağmuru hissedince aklıma geldi çocukluğum. Ellerime cam kırıkları ve çamurları alamıyordum. Üstelik kimseler de vermiyordu. Bir Güney yolculuğu için kasten kesmiştim avucumu. Bu elime ilk cam kırığını alışımdı. Ve sonu dikişle bitmişti ama Güney turunu avucumun içine almayı başarmıştım. Hem de biraz dayak ödüllü. Olsun çamurun da sırası gelecekti. Bunun için özel rezerve edilmiş bir mahalle kavgası çıkartmak yeterliydi...

Tarihi sırtın tepesinden panoramik manzara muhteşem... Kurulduğum çayhanenin çayı ise berbat. Ayrıca çok pahalı buldum. Önemsemedim. Nasılsa termosumda bana yetecek kadar demli çay var. Çaktırmadan takviye mi yapsam? Boş veriyorum. Dönüş yolunda bir yığın parkın içinden geçeceğim. O zaman demlenirim. 

Masalarda felaket bir uğultu. Ulan, koskoca Fransız enternasyonal takımından yazar büyüğüm, Pierre Loti emice burada nasıl romanına çalışmış diye aklım ermiyor bir türlü. Yok, tabii, şaka yapıyorum. Onun zamanında İstanbul kesinlikle 6 sıfırlı nüfusa sahip değil. Üstüne üstlük yaşanası güzel bir şehir o vakitler. Bugün olsa herhalde buranın yolunu bulamazdı büyük romancımız. Hatta değil bu tepeye, İstanbul’a uğramaz, yolunu Bozburun’a filan çevirirdi. 

Uğultunun yoğunluğu geyik. Kimi saçmalar yaşanmaktaysa da edebiyle çay içenler çoğunlukta. Çayhaneci hanesindeki çay tüketiminden memnun, üstü kalsınlarla kabarık bir duruşu büyütüyordu ki, olanlar oluyor. 

Yani hiçbir şey olmuyor. Olay bu. Allah’ın kahretmesi uygun düşer ki hiçbir şey olmuyor. Zati az önce ifade etmeye çalıştığım gibi yan tarafım Eyüp’ün yeşilimsi tepelerde iskân kurmuş her faninin bir gün tatmak isteyeceği türden Altın Boynuz manzaralı, bakımlı mezarlığı. Nasıl da iç içe çaylanıyoruz. Acayip bir durum. Onların sesi soluğu hiç çıkmıyor. Yabancı ellerin geyiğinden oldukça memnun haldeler. 

Kafası havaalanı kadar açık adamın biri, sigarasının külünü sanki hiçbir şey yapmıyormuşçasına döküyor, cilveli çay artıklarının ev sahibi tabağa. (Merhum çayın zavallı ve tel tel olmuş zarif çöpü bu terbiyesizliğe karşı sessiz kalmayı yeğliyor.) Oysa çayını henüz yarılamıştı.

Aslında burada muazzam manzaraya nazır edebiyat yaparken en güzel Kulüp Rakısı içilir. Niye Kulüp? En sevdiğim marka olduğu için. ‘Yeni Rakı’ veya çağdaş ismi bozuk bir yığın muadilleri beni kesmez. Ya kadeh? Kadehin aşağısı yoğun beyaz, yukarısı tuhaf benekli. Damalı. Hı? Bilmiyorum işte, bardağın yukarısı daha çalımlı bir tasvire gebe sanki. Pire🚲 ise gözlerime bakmaya alışık olduğu halde, bakmamayı marifet sanıyor. Bense O’na bakmayı en yüce erdem... 

Kendisini seviyor muyum hâlâ? Yoksa duyduklarım yalnızca bir alt yazılı film erotizmi mi?.. Bazı geceler.. Dünyayı kendime itiraf edebildiğim geceler, ki bu çoğunlukla Kulüp Rakısı bulamadığım zamanlarda yedeğime aldığım fıçı birasının veli imzalı kâğıdıyla oluyor —evet evet haklısınız, insan zayıflığımın nane limon geceleri— O’nu düşünürüm. Hep. 

O “Vasfiye🎒” gibi gezenti hayatımın vazgeçilmezi. 

Ah, ben ne yapacağım bu iki dırdırcı hatunun arasında? 

Baldırlarını, kalça kıvrımını... O zaman, ne dünyanın ihtiyar iç geçirmeleri, ne yoksul insan gırtlağındaki emperyalist düğümlenmeler, ne bir ağızdan çıkmış kuyruklu slogan söylemi... Yalnız O’nu.. O’nu her turdan sonra yıkayıp yağlamanın, sonra cilalamanın, okşamanın doymaya az kalmış tadında yeşillenir her şey. Seni seviyorum ulan, diyebilecek kadar delikanlı zamanlar bunlar. 

Burası Pirre Loti ve insanın kanına giriyor bir şekilde. Aziyade aklıma geliyor. 18 yaşındaki Çerkez bir kızla gizli aşk yaşayan İngiliz subayının romanı. Dokunmakla, dokunumlara alışmak arasında bir seste kalmak isterdim. Aynı çocukluktan start alıp... 

Mehmet dedem babama niye ve ne zamanlar kızardı ve nasıl büyük bir insandı dedem? Hiç rakı içtiğini görmedim. Ağzına koymuş mudur onu da bilmiyorum. Ama doğru dürüst içmeyen yani hiç akşamcı olmayan babamın es kaza bir toplulukta bir araya gelince masaya getirilen rakıyla kan bağı kuruşunu pek hazmedemezdi. Oysa beni görseydi nasıl bağlardı kulüplü veyahut bira mayalı uykulara? 

Laf biradan, rakıdan, alkolden bilumum sıvıdan açılınca insanın boşaltım sistemi ani bir refleksle devreye giriyor. 

Pire🚲’nin tuvalete gidişi, bir kadının tuvalete seğirtişinden öte, bir atmosfer kayması gibi. O gidince külsüz masa duruyor. Peşinden akıyorum tuvalete. Ne olur ne olmaz. İhtiyacım yok aslında. Hâlbuki insan vücudunda bir miktar idrar kalıntısı vardır ve her zaman da ihtiyacımı gidermek ihtiyacım yoktu. Yine de pisuarın uyarıcı görüntüsüne kapılıp suluyorum. O’nun işi gereğinden uzun sürüyor. Zaten hep uzun erimli işemelerle gelişiyor tuvalet seyahatlerimiz... Nihayet çıkıyor... Açık havadar WC’nin bahçe kapısında karşılaşıyoruz... Öyle bir karşılaşma ki, hiçbir görmezden gelme direnemez bu duruma. Bahanesi olamaz on dakika kadar zamanımızdan çalınan yoksunluğunun. Çok birdenbire, gözlerimin gözlerine yazmasının, sözlerimin sözlerine susamasının, başımın başına bir çay ıslaklığı yaslamanın türevleri bir anda yaşanıyor.

Pierre Loti’yi ne çok özlemişim meğer. Salt özleşmiş olmak deyip geçiştirmek mümkün satırı. Bilgisayar tuşlarının mürekkepli kalemin yerini aldığından beri buna itirazı yok. Ama gasp edilmiş egemenliğin kabullenilişi o kadar basit değil. Daha bir asitli. Yakıcı. Zorunlu. 

Her bir şeyi anlatan bir sözcük yoktur ya, işte ondan. 

Vay, Pire🚲’cim, demek sensin. 

Diyebilmek bile kendi başına iktidar bir başarı. Ben Dünya Turnesini gözbebeklerimde helezon gibi görmeye başladığımdan beri bu iktidar ihtirasına veliaht olabilmiştim nasılsa... 

Gülüyor yalnız... 

Aslında kopuyor: “Seni gidi pis şakacı! 

Dişleri yıldız yıldız görünüyor, sen O’na bakma, seni özledik ve bunu söyleyebiliyoruz, der gibi... Arkasında benim için taşıdığı ihtiyaç malzemeleri çantası bile için için gülümsüyor, ki onu her zaman sevdiğimi, askeri bir sevimlilikle selamladığımı bildiği halde. 

Bil bakalım bilmeceli bir sabah için uyanmaya koşuyordu ipini koparan çocuklar. Masalar karışıyor bir anda. Afacanları zapt etmek mümkün değil. 

Hele şimdi şu masaya gidip, o sandalyeye yük olmak fazilet yutmuştuk değil. Asil iş kalktığımız zaman geride bırakacağımız hüzne batması değerli Pierre Loti amcanın kıraathanesinin duvarlarında olmayan slogansı yazılar... Bil bilebilirsen, yarına ne kadar keder taşıyacak şu ahmakıslatan ve yarın, hangi yolculukların birikmesi, gidemediğimiz...


Haliç akşamüstünü tünaydınlamak için çay molası vermemizi akıl ettiğinde katran yeşilimsi lacivert önlüğü giymeye hak kazanmış oluyor.

Ve biz başka şey konuşmuyoruz. Sanırım iz bıraktığımız başkaları çokça konuşuyor bizi... 

İyi akşamlar gözüm, iyi yaşamaklar...

[📷 Çeltik ile Silahtarağa Caddesi arasında yer alan parktan günün son gözetlemeleri... Karşı sahilde Miniatürk yer alıyor...]

[📷 Alibeyköy Deresi üzerindeki köprüden geçip kestirmeden Bilgi Üniversitesi’ne ulaşmak istiyoruz...]

[📷 İmrahor Caddesi üzerindeki parklardan birine girip kısa bir mola daha veriyorum...]

[📷 Çiçekler pek süslü...]

Gerek bu caddenin gerekse Cendere Caddesi’nin güzergâhında yer alan zemini sürüşe uygun asfalt yolun en güzel tarafı bisikletlilerin varlığını binek araçlarına ifade eden uyarı levhaları. Gerçi buna rağmen kendini bilmez öküzler hep var olmaya devam edecekler. “Yolu bi zahmet bisikletlilerle paylaşın” diyor ikaz edici tabelacıklar ama o öküzler korna çalarak üstüne sürmeyi ve seni taciz etmeyi kafaya sokmuşlar bir kere. Doğru biz bisikletliler onların modern beygir güçlerinin yanında Kızılderililerin tabanvay horse-power’ları gibiyiz. Ulu manitu bu hastalıklılardan korusun bizleri.

[📷 Vadi’ye ulaşınca her zamanki tablo ile karşılaşıyorum...]

[📷 Cim Bom’un anlı şanlı stadyumu...]

Vah... vah... Diyecek bir şey bulamıyorum... En az yarım milyon insan daha yerleşecek buralara... Hımmm... Yeni “oy” depoları canım... 

Hani bu yol Kemerburgaz’a çıkartacaktı yalnızca? Baksana Göktürk’e kadar gelmişiz. E, hadi öyleyse buraya kadar gelmişken şu meşhur göleti de ziyaret etsek ya! 

Gülüyorum yalnız... Dişlerim yıldız yıldız gülümsüyor. 

Haliyle pek tatminkâr bulmuyor bunu. 

Yok, daha neler,” diyorum, “İnsanoğlu aküsü ile çalışıyor bu bacaklar. Galiba yuttuğun toz aklını başından almış olmalı... 

Bu defa çocuklar ve başıboş köpeklerdi sokakların ev sahibi. 

Bu kez gülme sırası Señorita Pire🚲’de... 

Gülüyor yalnız, pireler bitiyor bir yerlerde... 

...***...

Pierre Loti Tepesi’nde ince belli çaylama vakti...

TUR ile İLGİLİ DETAYLAR 

Rota: Pierre Loti Tepesi Turu

Tur Tarihi: 23.08.2017; Çarşamba 

ROTA: Yenikapı >> Saraçhane >> Eyüp >> Pierre Loti Tepesi >> Göktürk >> Maslak (V) 

Güzergâh Seyri: Yenikapı İDO >> Gazi Mustafa Kemal Paşa Cad. >> Saraçhane >>  Atatürk Bulvarı >> Unkapanı >> Abdülezel Paşa Cad. >> Özlem Parkı >> Haliç Nedim Parkı >> Fener İskelesi >> Ayvansaray Cad. >> Balat Parkı >> Balat İskelesi >> Balat Hastanesi >> Ayvansaray Parkı >> Ayvansaray İskelesi >> Yavedut Cad. >> Feshane >> Eyüp İskelesi >> Kavşak: Hz. Halid Bulvarı >> Fahri Korutürk Cad. >> Eski Yenidere Sk. >> Bülbül Deresi Cad. >> Karyağdı Sk. >> PIERRE LOTİ TEPESİ >> Eyüp İskelesi (D) >> Kâğıthane >> Cendere Cad. >> Vadİstanbul >> Kemerburgaz Cad. >> Kemerburgaz >> İstanbul Cad. >> Göktürk >> Ayazağa Maslak Cad. >> Maslak (V)... 

Turun Niteliği: “Marmara Turnesi” ~ Beton Mezarlığı ve Trafik Anarşisine İnat İstanbul ve Yakın Çevresi Turları 

Toplam Tur Mesafesi: 60 km

Toplam Bisiklet Mesafesi: 60 km

Toplam Araç Mesafesi: 0 km 

Kullanılan Ulaşım Aracı: Yok

Toplam Tur Zamanı: 8½ saat (10:00~18:30)

Toplam Bisiklet Zamanı: 7 saat 

Hava Sıcaklığı: 27°C 

Ortalama Hız: 10,00 km

Maksimum Hız: 29,00 km

 

YAPILAN HARCAMALARIN DETAYI 

Ulaşım: 0,00 TL

Konaklama: 0,00 TL

Yeme-içme: 10,00 TL

Diğer: 2,00 TL

Toplam Masraf: 12,00 TL 

***…*** 

(*) Önceki Makale: Garipçe’de Garip Bir Pire🚲

(*) Sonraki Makale: Kadıköy Pendik Gittik Geldik 

Bir sonraki “Kadıköy Pendik Gittik Geldik” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,

Gezenti Bisiklet 

***…*** 

[ÖNCEKİ] << [🚲TURNE] >> [SONRAKİ] 

>>> [iÇERİKdİZİNİ] 

***…***