Sıralara Kazınmış Kalpler

Şakacı Sokak ve Kozyatağı’nın tek okulu: Kozyatağı İlkokulu...

İlk kırmızı kurdele benim önlüğüme iliştiriliyor... Okula başlayalı iki ay olmuş ve sınıfın büyük çoğunluğu henüz okumayı sökememiş... İlk kırmızı kurdele bana takılınca biraz olay yaratıyorum... Beni kurdelesiz gören Özgül öğretmen önce bu yaptığıma acayip kızıyor ama “diğer arkadaşlarım da taksın öyle takarım” diye üstelediğim benim bu ‘toplumcu’ hassasiyetim karşısında birkaç kişiyi daha ödüllendiriyor ve ben kırmızı kurdelemi artık rahat bir şekilde taşıyabiliyorum... 

İSTER KAZASKER'den KIVIRTARAK, İSTER KOZYATAĞI ÇEŞMESİNDEN YOKUŞ AŞAĞI BAKIN… ŞAKACI SOKAK’ın GÖNLÜNDE O HEP DAĞDAĞALI OKUL YATAR: K.İ.O. 

İlkokulu bitirdiği gün Cumhuriyet şairi,
Saçında kurdelesi Lozan gibi;
Sonra her yıl öldürüldü, öldürüldükçe de
Hemeninden göğe hüthütler çizildi.
Gelecek zaman oldu şimdiki zaman;
Irmak aşağı inen güz parçası,
Çok süslü bir halkın arasından,
Benimsin!
İyi anlarında sesin kalınlaşıyor
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
 


Cemal Süreyya, “İlkokulu Bitirdiğim”. 

Kazasker istikametinden K.İ.O.’ya yol alan Şakacı Sokak:
Yapıtaş Sitesi’nin eski Kooperatif evlerinin bulunduğu muhit...

Koca koca beş sene geçirdiğim, acı tatlı günler yaşadığım okulum hâlâ ayakta. Gerçi aynı bina değil. 2008 yılında topyekûn canına kıyılarak yeniden inşa edildi. Ama toprak aynı toprak. Kokusu aynı koku. Hatta mimarisi bile eskisine çok yakın. Sanırım yaşanan o korkunç depremden sonra böyle gerekli gördüler. Arkadaşlarla koşturduğumuz, oyunlar oynadığımız o eski büyük havadar toprak arka bahçesi şimdi “medeniyetin” reformcu etkisiyle yüz kişi kapasiteli ve çok amaçlı kapalı tesis ile donatılmış durumda. Bu tesisin içinde yok yok… Sportif faaliyetlerin yer alabileceği, voleybol, basketbol, mini futbol sahasından tutun da dinlence köşesine kadar her şey en ince detayına kadar düşünülmüş. Veliler de atlanmamış. Onlar için okulun ön bahçesinde işlek bir oturma alanı kondurulmuş. Doksanlar ile birlikte açılması “zorunlu” hale gelen ana sınıflarda minik kardeşlerimizi eğlendirecek çeşit çeşit malzemeler de mevcut. Mezuniyetimden bu yana aradan geçen otuz beş yıldan sonra bu kadar değişime uğraması kadı kızında bulunacak kusur kadardır. Elbette kötü olmuş demiyorum; yapılan gelişmeler “yüksek” talebi de karşılayacak cinsten olduktan sonra... 

Yenilenmiş Kozyatağı İlkokulu’na Şakacı Sokak’tan dramatik bir bakış...

İyi ki bu sözünü ettiğim geniş toprak bahçe başka amaç için kullanılmamış. Yoksa “nazar değmesin” o güzelim oyunluk alan bir çırpıda otopark alanına dönüştürülebilirdi. Hani şimdilerde çok moda ya. Önüne gelen bir boş alanı görmeye gelsin arabasını rastgele çekiyor, konduruveriyor kafasına göre. Üç beş derken, sağanak gibi yağan araba mezbahasına benzer bir görüntüye dönüşüyor. Sonra da aklı evvel bir vatandaşımızın sayesinde toprak zemin önce çaktırmadan çakılla kaplanıyor, derken daha kalıcı sağlam bir beton örtüyle doku tamamlanıyor. 

Zaten bugünün çocukları pek kapalı alanlardan dışarı çıkamıyorlar. “Gök-delici” katlardan merdiven bile kullanmadan, asansörle iniyorlar, hooop kapıda bekleyen okul servis aracına, okula ulaşıldığında doooğru sınıfa, zil çalınca dinlenme için kapalı kafeteryaya, hadi arada bir oyun oynayalım dediklerinde, “kapalı futbol, voleybol, basketbol sahası” ne güne duruyor?.. vee akşam paydos aynı işlemin tersi yönünde kendilerini güne başladıkları “kilitli sanduka” evlerinde buluyorlar. Çocuğa sorsalar: “Bugün ne kadar temiz hava aldın?” diye, cevabı tahmin ettiğiniz gibi kocaman bir sıfır olacaktır. Çağdaş kentleşmenin üzücü sonucudur bu. Katlanmak isteyene, tabii... 

Tebessümlü bir günde yenilenmiş Kozyatağı İlkokulu…
(Kaya Sultan Sokak’tan Şakacı Sokak’a sol yapan dönemecin bulunduğu mevkii)
 

Çocuklar acaba bu kapalı mekânlarda gerçekten zevk alarak, keyif duyarak oynuyorlar mı düşüncesi ne kadar acıtıcı... 

Fırsat bulduğum zamanlar İstanbul’a geliyorum. Etrafı kolaçan ederken okulumu da ziyaret etmeden dönmüyorum. Şimdi bahçesi bir koca kapalı tesis de olsa, son derce çirkin yeni rengini görünce yüzümü buruştursam da, okulumun önünden her geçişimde çocukluk günlerimi tekrar yaşıyorum. Civardaki güzelim bahçeli evler yerini zevksiz beton yığınlarına bırakmış. Şakacı Sokak’ın seçkin insanları da o evler gibi kaybolmuş. Okulumun kapısına kadar uzanan, uzun seneler yolunu arşınladığım sessiz ve sakin, adını “şaka yapan” amcalardan aldığını düşündüğüm Şakacı Sokak şimdi gürültü ve patırtının hâkim olduğu bir nokta. Okulum biraz da bu yüzden eski ruhunu kaybetmiş gibi. Sanki eski komşuların hasretiyle mahzun ve kederli. Neredeyse geçmişin merkezindeki bir adres, artık yavaştan kendisini bir trafik göbeğine bırakmış, tez canlı ve birbirine saygısı kalmamış “insan” sürücülerin her an bir kazaya sebep olabileceklermiş havasını veriyor ve ne yazık “mahcup” okulum bu canhıraş tabloya “ezkaza” tanıklık edeceğim diye içi titriyor... 

Kozyatağı İlkokulu… Yan ve arka bahçesine bakmadan geçmek olmaz…

Bu sokak üzerinde yerleşmiş evlerin çocuklarının okul seçme gibi bir lüksünün olmadığı yıllardı. Hatta Şakacı Sokak’ın tek okulu olması münasebetiyle bizlerin pek “referandum” yapma şansımızın olmadığı “Kozyatağı İlkokulu”, yaşımızın okul çağına gelişini heyecanla bekler, kollarını ardına kadar açardı... Oysa bazı “uyanık” aileler bir yolunu yordamını buluyor evlatlarını civar semtlerdeki okullara yazdırıyorlardı. Kimi Erenköy’deki “Zihni Paşa İlkokulu”nu tercih ederken, kimi de Bostancı’daki “Mehmet Kahramancı İlkokulu”nu övüyordu. Varsın olsundu, benim geldiğim kök-ağaçtan bu okulda kimler okumamıştı ki!.. Dev çınarları aratmayan çok tarihi bir “mektep” sayılırdı; üstelik eğitmenleri de son derece kaliteli sayılırdı... 

 Hemen hepsi CHP çizgisinde sosyal demokrat eğilimli öğretmenlerdi. Hani böylesi bir yakınlık da bizim ailemizi memnun etmeyecek de kimleri edecekti? 

Değişimin sancısını çeken şanssız Şakacı Sokak…

Okul, aslında başlarda, yani Şakacı Sokak gerçekten hane sayısının çok az olduğu bir “köy” yerleşimiyken, Kozyatağı Mahallesi’nde karakolun yanında, 1 numaralı eski bir binada, eğitim öğretimini sürdürmektedir. Kozyatağı isminin nereden geldiğine dair “Panorama: ŞAKACI SOKAK” sayfasının makalelerinde değinmiştim. Ama kısaca anımsatmakta fayda var. 

Osmanlı padişahlarından Abdülaziz zamanında bugünkü Kozyatağı bölgesinde köşkler yaptırılmış, kuzular beslenmiştir, kimileri bu yüzden buraya “Kuzuyatağı” demiştir. Bir de güreşlere pek tutkun olan padişahın seçmece güreşçilerinin birbirleriyle kozları paylaştığı düşünülür ve koz adından “Kozyatağı” demeye başladıkları varsayılır... 

Bir başka versiyon da şudur: Etraf meralık ve çayırlık bir bölge olduğundan, padişah tarafından güreş müsabakalarının burada yapılması istenmiştir. Abdülaziz bir gün Paşabahçe çayırında güreş yapmaya gittiğinde, buraya başka güreşçilerin geldiğini görünce, “Bugün burada biz güreşiyoruz, sizler de gidin Kuzuyatağında kozunuzu paylaşın,” demiştir. O günden sonra oraya “Kuzuyatağı”  “Kozyatağı” denilmeye başlanmıştır. 

İşte bu kuzuyatağı bölgesinde bir karakol yakınında “mektep” diye seçilen komşu binada o zamanlar öğrenci sayısının azlığı nedeniyle hem derslik sayısının hem dolayısıyla eğitmen sayısının düşük tutulmasını gerektiriyor. Ancak göç, nakil yoluyla bu bölgeye akan türlü kitleler buraları keşfedip yerleşmeye başlayınca çocuk sayısında göreceli bir artış izleniyor.  Bu talebi karşılayacak şekilde bir bina ihtiyacı doğuyor ve bugünkü topraklarda benim de okuduğum eski binada dört derslik olarak eğitime devam ediliyor. 

Yetmişli yıllar aile planlamasının evlere uğramadığı tarihlerdir. Aileleri koruyacak bir politikanın ilk harflerinin bile ağza alınması hem “ayıp” hem de ne marifetse “günah” sayılmaktadır... Dolayısıyla o yıllar nüfus patlamasının yaşandığı bir sürü bacaksızlı yıllar olarak göze çarpıyor. Öğrenci kapasitesi arttıkça hemen yakın bir çevrede de başka okul olmadığından zamanla bina ihtiyaca cevap veremeyecek duruma geliyor... Benim okuldan mezun olduğum bir tarihten sonra, 1975 yılında, altı sınıf daha yaptırılarak yıkılmadan önceki on derslik durumuna geliyor... Daha sonrası ise malum bilinen durum... 

Kozyatağı İlkokulu’nda 23 Nisan şenlikleri…

Görünüşe göre Kadıköy’ün bu yakasında, Şakacı Sokak üzerinde bir başka okulun daha olması o yıllarda olanaklı değildi. Dolayısıyla okulu seven çocuk açısından gittiği okul her daim şampiyon okuldur. Bana da bu civar muhitlerdeki okullar arasında en güzeli hangisidir derseniz, okul hayatına pek aşırı düşkün bir “toplumdaş” olarak, hiç düşünmeden “Kozyatağı İlkokulu” derim... 

Okula gittiğim ilk günü dün gibi hatırlıyorum. Ablaların ve ağabeylerin neşeleri ve coşkunlukları yeni başlayanlarda yoktu. Koridorda dizilmiş bazı çocukların yüzlerine, [ki bu çocuklara erkekler de dâhildi], ürkek ve korkak bakışlar oturmuştu. Hatta sıralara oturmaya geçildiğinde bile dışarıda hıçkırık seslerin yankısı gittikçe fazlalaşmıştı. Öğretmenlerin ve ailelerin bir türlü yatıştıramadığı bu çocuklar sınıfa bir türlü girmek istemiyorlardı. O gün ister istemez eve erken gönderilenler olmuştu. Hatta bazı anneler ilk birkaç derste bizimle birlikte oturmak zorunda bile kalmıştı. Sonraki günler ise normale dönmüş sayılırdı... 

Okulun öğretmenleri o yıllarda önlük giyerdi. Bizimkine benzer siyah bir önlük olmasa da öğretmenimizin önlük giymesini ilginç bulmuştum. Ama yakışmıştı doğrusu. Hanımlar görünüşe göre bugünkü gibi takıp takıştırıp kokteyle gider gibi mini/midi etekler ve yakalar fora işe gitmezlerdi. Çalışma hayatına bir görgü ve erdem egemendi, diyelim... İlk iki sınıfı Özgül Şencan hanımdan okuduk. Özgül öğretmen okula yakın, Turşucu Dere caddesine paralel Öğretmen Hayrullah Sokak’ta bir apartmanda oturuyordu. Üçüncü sınıfa başladığımda yarım dönem kır saçlı Hikmet öğretmeni kara tahtanın önünde görecektik. Özgül öğretmen ise o sıra yoğun müdür muavinliği görevine soyunmuştu. Okulun müdürü ciddi rahatsızlanmış, istirahate çekilmişti. Derken dördüncü sınıfta da tamamen müdür pozisyonuna vekâleten bakması gerektiğinden, yerine Faruk öğretmen ile tanışmamız vesile olmuştu. Faruk öğretmen (aynı zamanda benim mandolin kursundaki hocam) kendisinin oturacağı bir yer ararken bizim evin boş alt katı ile de ilgilenmiş ve ben bundan dolayı çok heyecanlanmıştım. 

Ancak kendisine çok büyük geldiği düşüncesiyle vazgeçmiş ve okulun hemen karşı sırasında bir köşe apartmanda oturmaya başlamıştı... 

Kozyatağı İlkokulu cephesinde değişimin izleri…

Kazasker’den Kozyatağı İlkokulu birkaç yüz metre mesafede ama bana nedense adımlayarak ulaşabilecek kısalık kadar az gelirdi. 

Kozyatağı İlkokulu’nun tarihe meydan okuyan meydanı…

Yapıtaş’ı geçtikten hemen sonra kırmızı kiremitleri, yeşil duvarları ve önünde dalgalanan bayrakları ile göze görünürdü. Sınıfları kırk-elli kişiyi alacak kapasitede büyük sayılırdı. Ama tahsil hayatımızda, bütün okullar soba ile ısıtılıyordu. Okulumuzda da durum bundan ibaretti. Sınıflarda sabahları okulun hademesi Rıza amca, bütün sobaları yakar, arada bir içine kok kömürü ilave etmek biz öğrencilere düşerdi. Kış günleri sobaya yakın sıralar şanslı sayılırdı. Yaza doğru bahçe keyfi başlayınca, okulun çocuklar için tadı çıkardı. Sokaktan okula yürüdüğüm asfalt yolun paralel kenarındaki tarla bugün “minibüs caddesine” inen pek işlek bir cadde olmuş durumda. Oysa yazları burada futbol maçları yapar, kışın da kartopu oynar, kızakla kayardık. 

 

Okulumuzun mahalli bir mektep olduğundan söz etmiştim. Bu nedenle herhangi bir vasıta ile gelen kimse yoktu. Zaten o tarihlerde okul servisi denilen bir uygulama hemen ya hiç yoktu ya da özel okulların kapsama alanında olan bir uygulamaydı. Dolayısıyla Kozyatağı İlkokulunun öğrencileri, Şakacı Sokak’tan ve civar mahallelerin sakinlerinden oluşuyordu. 

İlk başlarda sabahtan gidilir akşam dönülürmüş. Öğle paydosunda çoğunluk eve gider, karnını doyurur, tekrar okula dönermiş. Bazıları ise evden getirdikleri sefertası içindeki yemeği yermiş. Isıtılacak bir yiyecek olduğunda kışın sınıfın yanan sobasında ısıtılır, sınıf aç midelerin “endokrin”ini artıran yemek kokuları ile dolarmış. Benim başladığım yıl (Eylül,1969), sabahçı – öğlenci uygulaması vardı ve ben birinci sınıfı öğlenci olarak okumuştum. Dolayısıyla bu türden yemek arası kokteyli yerine bizim belirli bir kuşluk saatimiz de beslenmeye ayrılır, yanımızda taşıdığımız beslenme sepetlerinden çıkardığımız aperatif ekmek arası yiyeceklerle karnımızı doyururduk... 

Sıralar ise genellikle iki kişilikti. Bazen üçlendiği de olurdu. Hatta “küme çalışması” adı altında sınıfın sıra düzeni bozguna uğrar üçerli veya dörderli birleştirmeler yapılır, samimi arkadaşlık seansları tatbik edilirdi. Çalışkan öğrencilerin tecrübeleri kümelerin kara bulutlarını dağıtacak kadar muhabbetli bir eğlenceye dönüşebilirdi. Sıralar arasında bol “edebiyatlı” kaynaşmalar bütün yıl boyunca sürer, kamufle edilmiş gönül ilişkileri sisli havada ilelebet cereyan ederdi. Bazen uç noktalarda hareketlenen düşünceler muhakkak bir arızaya sebep olurdu. Aslında en masumu sıralara kazınan kalpler olurdu ki öğretmen yakaladığında “Tabiat Bilgisi” kaplamında çizilmiş kalp kapakçıkları denilirdi; ama öğretmen bir türlü ikna edilemediği için “kurban”ın kulakları eşek karikatüründeki kadar biraz uzatılır veya o vakit “maktul” sayılan şahıs öğretmenler odasına şahsen özel görüşmeye davet edilirdi. Daha sonrasında kurtarıcı Rıza Efendi’ye minnet borcu olarak “ramazan lokumu veya şekerlemesi” filan alınırdı... 

Kolay değildi belki ama “düşünen ve alet yapan bir hayvan olarak” insan bileşkesi bilekli olmayı öğrenecek kadar ilkokuluna sadık bir öğrenci olmayı sürdürmeliydi. Adı üzerinde İLKÖĞRETİM... Şimdi sorarım size: “Her bir şey o çatı altında küf kokan sıralarda öğrenilmeyecekti de nerede öğrenilecekti ki? 

***...*** 

(*) Önceki Makale: Kilitli Günlük: “Kasım 1969”

(*) Sonraki Makale: Kasım 1969 Olayları 

***…*** 

[ÖNCEKİ] << KİLİTLİ GÜNLÜK >> [SONRAKİ] 

>>> [CİLT-3 İçerik Dizini]

>>> [Sıradaki KİO Makalesi] 

***…***