Tekirdağ Yollarında İlk Durak Semizkumlar

 

Pire🚲 ile “MARMARA TURLARI”

Bisiklet bir tutkudur, bir yol masalı dostudur, gönülçelen bir sevdadır. Bisikletle Türkiye yolculuklarını düşünde gören biri yol sevdasına tutulduğu aşkını ömrü buyunca unutmaz, yaşadığı sürece onu hep arar durur... #pire🚲 ile Marmara & Trakya gezileri... 

KUZEY’e TIRMANMADAN ÖNCE MARMARA’dan TRAKYA COĞRAFYASINA” 

1’inci Gün... 

Heybelerim ve sırt çantam tam teşekküllü yüklemesi yapılmış, koridorun ucunda hazır vaziyette bekliyorlar. Birkaç saat içinde yola çıkabileceğim... 8 Kasım, Çarşamba gününün 09:00 suları... 

Aslında uzun soluklu bir yolculuk yapacağımın farkındaydım bu serin sonbahar gününde ama Kirazlıyalı’dan döndükten sonra neredeyse bir haftadır bir türlü popomu toparlayamadığımdan ve rotalar arasında kararsızlığın doğurduğu gelgitler yaşadığımdan yola çıkma harekâtını bir türlü gerçekleştiremiyordum. Ve nihayet Arnavutköy, Çatalca, Çorlu üzerinden değil de çocukluğumdan beri daha fazla aşina olduğum Büyükçekmece ve Silivri üzerinden Tekirdağ yolunu seçmiş oldum. 

Hava pusluydu ve İstanbul’u saran sis Ayazağa’nın ormanlarından kalkmamıştı. Sabah 06:00 da ayaklandım ama çocukların evinden çıkışım 09:00 oldu. Amacım İstanbul trafiğine takılmadan Beylikdüzü’ne kadar metrobüsle gitmek oradan itibaren de Silivri’ye kadar pedallamaktı... Bu bana kafadan 4 saat kazandıracak, hem İstanbul’un o korkunç, vahşi trafiğini sıyırmama yardımcı olacak hem de stresten uzak bir güne başlamanın keyfini yaşayacaktım... 

Bisiklet ile yolculukta otobüsler ve tabi metrobüsler için 10:00-16:00 ve 22:00-06:00 saatleri arasında binilebiliyor. Bu durumda 09:30-10:00 gibi Zincirlikuyu’da platformda hazır olur, saatim gelince, ilk gelen otobüse atlar, son durağa, Beylikdüzü’ne kadar gider, oradan start vererek pedallarım düşüncesindeydim. 

Zaten günler kısa, böylecene zaman kazanırım fikriyle önce eşyalarımı, sonra da bisikletimi 6’ncı kattan merdivenleri teker teker inerek aşağıya taşıdım. Bu apartmanın asansörü olmaması ne feci! Tam bir işkence, yahu!! Bir altı kat aşağıya, sonra bir altı kat yukarıya, sonra tekrar bir altı kat daha aşağıya, vallahi daha yola koyulmadan cıcığımı çıkardı desem... 

Neyse; eşyalarımı Pire🚲’nin dandik bagajına bir güzel yükleyip kayışlarını sıkıca bağladım. Yol dostum Azize’yi de sırtıma... Yukarı pencereden dışarı çıkartılmış ellere, gülen yüzlere karşılık veren el sallama merasimi biter bitmez az ötedeki durağa geçtim ve Beşiktaş istikametine giden 41E’nin orta koridoruna bisikletimle beraber yerleştim. 20 dk’da Zincirlikuyu metrobüs durağına vardım. Yollar sanki yağmur yağmış gibi ıslaktı. Yoksa belediye ben uzaklara yelken açıyorum diye önümden suları akıtıp yolları yıkamış mıydı diye düşündüm ama sisten kalan bir şeydi bu. Ayazağa’da her sabah olduğu gibi yine hep o aynı tenhalık. İlk duraktan binebilmenin avantajı. Koca otobüs ancak Maslak’tan itibaren dolmaya başlıyor. Zaten ondan sonra fazla da yolum kalmadığı için buna dayanabilirim. Pire🚲 pencere kenarında ben hemen yanı başında ayakta gidiyorum. Zaten buna ait durumları gün boyunca sadece iki kez yaşayacaktım. “Zaten zaten”di durumları.

Metrobüs, Zincirlikuyu’dan başlayıp Beylikdüzü’nde son bulan 47 KM’lik yolu 45 dakikada alıyor. Sonrası malum tam bir bisiklet macerası. Silivri’ye kadar yaklaşık 50 KM ve 5 saat sürebilecek bir yolculuk. 

[📷 SEDONA 340, adıyla sanıyla Pire🚲, dün çocukların kuzey ormanlarına bitişik dairelerinde, kendisine ayrılmış geniş bisiklet parkında, pedalları şimdiden büyük yolculuğa hazır olmanın duygusuyla sabırsız ve heyecanlı bekleyiş içerisinde; Ayazağa, İstanbul, (Kasım 2017).]

İstanbul’a bir daha ne zaman gelirdim? Gelir miydim? Gerçekten hiçbir fikrim yoktu. 

Beylikdüzü’ne varınca asansörü kullanarak kendimi yola attım ve kısa bir yürüyüşle TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi’nin önünde son hazırlıklarımı yapmak üzere durdum. Gençler, ne mutlu, o gün etkinliği olan kitapların dünyasına dalmak, belki de bütçelerine göre satın almak istedikleri kitapları edinmek için tebessümle geçip gidiyorlardı yanımdan.

B.Çekmece merkeze E5 asfaltından değil de hemen yanı başında yer alan yan yoldan, Hilal Caddesi’nden gitmeye karar verdim. E5 diğer adıyla D100 trafiği bayağı yoğundu, oysa gideceğim yolda az sayıda aracın geçmesi sürüşümü keyifli hale getirmeye yetecekti. Büyükçekmece Yeni Mezarlığı ile Barış Akçakaya Hatıra Ormanı arasında kıvrıla kıvrıla inen yola girdim ve bayır aşağı bisikleti saldım. Pedalların boşluğunu hissediyor, ayaklarımı arada bir çocuk gibi yanlara açıp iniyordum yokuştan. Nedense içimden nara atmak bile geliyordu. Yapmadım tabi. 

[📷 Yüksek yüksek tepelerden Büyükçekmece Gölü, (Kasım 2017).]

Büyükçekmece’de tarihi eserler çoğalır ve bunların başında Sinan’ın göl üzerinde yaptığı, olağanüstü bir estetiğe sahip köprü gelir. Dört hörgüç, köprüden geçişi zorlaştırıyor olabilir ama görünüşünü çok güzelleştiriyor. Bu dört hörgüç ayrıca sayısı simetrik olmayan daha küçük 28 kemer üstüne oturuyor. 

Sinan’ın burada başka eserleri de var: örneğin, Büyük Çekmece Hanı. Açık avlusu olmayan, üstü çatıyla örtülü bir han bu. Karşısında gene Sinan’ın yaptığı küçük ve sevimli Sokollu Mehmet Paşa Mescidi yer alıyor. Minaresinin orijinal biçimi çok ilginç olmalıydı.

Ayrıca etrafta güzel çeşmeler de bulunuyor. Köprü’ye yakın ve Sokollu Mescidi’nin bitişiğinde, Sinan elinden çıkma üç kanatlı çeşme bunların en güzeli sayılıyor. Ayrıca Süleyman Ağa Çeşmesi, Zeynep Dudu Çeşmesi, iki yüzlü yalaklı meydan çeşmesi ve Abdülhamit’in yaptırdığı Havuzlu Çeşme... 

Yippee skippy, bir uçurtma gibi süzülerek iniyordum aşağılara, oley, yuppiiii! 

Aşağılara inince durgun göl de mavi rengiyle “gel bana, gel bana” der gibi kucak açıyordu sanki. 

Arka sokaklardan geçerken, büyükçe bir pazarın kurulduğu gün gibi ortada olan meydanın ortasından, Pazar Caddesi’ni takip ederek Kültür Parkı’na ulaştım. Kapısından içeri girer girmez kendime mola verebileceğim ve fotoğraflar çekebileceğim iyi bir yer gözüme kestirdim. Nokta atışı yapar gibi bulduğum şirin köprünün hemen yakınında bu güzel yumuşak çimenliğe yerleştim.

Sabah, sabah bu enerjiyi nereden buluyorsun Şeref’çiğim. 

[📷 Büyükçekmece Gölü & Kanuni Sultan Süleyman Köprüsü, B.Çekmece, (Kasım 2017).]

İşte!! Çekmece Gölü’nün denizle sarmaş dolaş olduğu yerde bir bent, berisindeki sağ alandaysa uzun zaman önce kenara itilmiş 28 kemerli tarihi taş köprü uzanıyor. Ne hoş tesadüftür ki, tam da Muhteşem Süleyman’ın adının taşıyan bu köprünün yapıldığı yıl (1566), imparatorluğun başka bir vilayetinde, Neretva Nehri üstünde Sinan’ın meslektaşı, öğrencisi Hayrettin, Mostar Köprüsü’nü nihayete erdiriyordu (1566-1567). 

Sonradan Bosna’ya yolu düşen bazı kıt birikimli Cermen Seyyahlar köprüyü o kadar beğenmişler ki, Stari Most’u (Slavlar Mostar Köprüsü’ne eski köprü anlamına gelen Stari Most demektedir) Osmanlıya konduramamışlar. Kesin Romalılar yapmıştır yaftasını yapıştırmışlar seyahatnamelerinde. Voltaire de bunların Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu ile ne güzel dalga geçmişti: “Ne kutsal, ne Roma, sadece bir avuç Cermen. 

Büyükçekmece Gölü’nün üzerinde yapılacak köprünün siparişini 72 yaşında son seferine çıkarken vermiş Kanuni Sultan Süleyman. Ama Macaristan’da öldüğünde 28 kemerli bu kalemişi köprünün kurdelesini kesmek oğlu şarapçı II. Selim’e kısmet olmuş.

[Bu bıdık bilgiler için kaynak: Sinan Cömert, “Bin Tanrılı Ülkeye Bisikletle Yolculuk”, Paris Yayınları, Eylül 2017.] 

[📷 Koca Sinan tarafında inşa edilen Büyükçekmece Köprüsü, namı diğer muhteşem Kanuni Sultan Süleyman Köprüsü, Marmara Denizi’ne bağlanan gölün üzerinden geçen eski yol üstünde; B.Çekmece, (Kasım 2017).] 




[📷 Yol yorgunu kadar yorgun bir yol & bitap düşmüş bir yüz ifadesi örneği, ı-ıııııı; B.Çekmece, (Kasım 2017).]

Şimdi bir farklılık daha yapacak ve E5’e şu eski yolu takip ederek çıkacaktım. Dolayısıyla köprünün üstünden de çevreyi fotoğraflama imkânım olacaktı.

Köprüye gelince... kendime müthiş bir yer ayarladım ve buradan görüntüler alıp hem resim hem de vido çekmeye başladım... 

[📷 Soldaki taş taht Marmara Denizi’ni, sağdaki taş taht ise Büyükçekmece Gölü’nü selamlıyor, B.Çekmece, (Kasım 2017).]

Ancak eski yol bir hayli taşlık olduğundan bisiklete binmem mümkün olmadı. E, hep Pire🚲’ciğim beni taşıyacak değil ya. Ben de itekleyerek sevgili señorita’yı götürmeye başladım. Köprünün bittiği noktada sona ulaştığımda ise bozuk yol beni çerçöp yığınları arasından Çatalca’ya giden çevreyoluna çıkardı. Buradan sola dönüp E5’e kadar sürdüm ve artık kaymak gibi akan Silivri yolunda trafiğe eklemlendiğimde emniyet şeridinden güvenli bir şekilde seyahatime oyalanmadan devam edebilirdim. 

Üzerinde pedalladığım yol vakti zamanında Romalı büyüklerimizin açtığı Byzantion’u Balkanlar’a bağlayan Egnatia yolunun ta kendisi. (Via Egnatia, Romalıların İÖ 2’nci yüzyılda inşa ettiği yoldur. Arnavutluk Dıraç’tan, Selanik’e, Selanik’ten İstanbul’a ulaşan 1.120 km uzunluğundaki imparatorluk yoludur. Bugün Yunanistan Batı Trakya’daki otoban hâlâ bu isimle anılıyor.) 

Ancak o efsanevi antik günlerin gördüğü güzellikleri benim bugün göremiyor olamamamın nedeni acaba ne olabilir? Eskiler ile aynı güzelliğe bakmadığımız ortada; çünkü yol boyunca tarlalar, (ki ilkyaz olsaydı rengarenk gündöndüleri görebilir, hiç olmazsa yüzüme sarılıklar giyinmiş iri kıyım ay çiçekleri ışıldayabilir, gülümserlerdi), dışında gözümü cezbeden hiçbir şeye rastlayamadım. Tarlaların bittiği yerlerde beton, beton, beton... 

Beton ve asfalt medeniyeti, canım Trakya’nın da son sürat canına çimento tıkıyor. Yunan tarihçi, biyografi ve deneme yazarı Mestrius Plutarchus, ya da bizim dilimize çevrildiği gibi Plutark’ın veya Plutarhos’un dediğine göre, “... Kendilerine özgür diyen ve hiçbir kral tanımayan Trakyalılar...” keşke bugün de yaşıyor olsaydı. Bugünün Trakyalıları bir âlem. Rakı içip, iki göbek atıp, kahve ya da meyhane köşelerinde cır cır cır demagojik muhabbet etmekten başka bir işe yaramıyorlar. Oysa o günün Trakyalıları olsaydı, tüm bu barbarlığa dur derlerdi. Bundan adım gibi eminim. Zira zamanında hemşehrileri, (benim de Prometheus gibi idolüm olan) Spartaküs’ün gladiusunu (Romalı askerlerin kullandığı, keskin yanı yaklaşık 60 cm uzunluğunda, geniş, çift ağızlı kısa kılıç) çekip de başkaldırdığı gibi... 

Sadece insanlar ya da eserleri değil doğa ana da –padişahlar gibi asıp kesenlerce– übbehetlü (sadrazamlıktan ayrılmış olanların resmi unvanı) duruma düşebilir. 

Efendim, maziyi derinden derine okuyunca bugüne tanık yazıldıktan sonra, bir nostalji hastalığıdır gidiyor ya bende, haydi hayırlısı... 

Görünen o ki, bizim memleketin taşralı dershane modeli üniversitelerinden hocasız, eğitimsiz hasbelkader mezun olan nice ‘yiğit’ mimarlara tarihi yapıtlar pek bir şey ifade etmiyor olabilir. Oysa iki bin yıl önce de iyi mimar olmak iyi mühendis olmayı gerektiriyordu, bugün de. Üç kıtayı gezip dünyaları görmüş Koca Sinan böyle bir adamdı mesela. Bataklık yere inşa edildiği için çöken eski köprünün aksine, 636 metrelik şaheserini sığ olan denize yakın bölüme yapmış. 

Dün ile bugünün farkı... 

Birileri yeni taş köprüyü görüp dudağı ıstıraptan uçukladığı halde ne demiştir bilemiyorum ama Mimar Sinan bakın mesnevisinde gözbebeğini nasıl övüyor, pek haklı olarak:

        Hazret-i Şah bu kuluna buyurdu

Yapayım denize yol gibi bir köprü

Gökkuşağı gibi kemerler çektim göğe

Bir oldu halk için denizle kara 


[📷 Kamiloba’nın sonu, Kumburgaz’ın başı, İstanbul Caddesi, E.5, (Kasım 2017).]

*Kumburgaz & Kamiloba: E5’te emniyet şeridinden batıya doğru tam gaz kaptırmış giderken ne ara Mimaroba ile Kamiloba’yı geçtiğimi ve Kumburgaz sınırından içeri girdiğimi şaşkınlıkla fark ettim. Hemen sol taraftaki yapıları süzmeye başladım. Mermertaş sitelerini arıyordum. Zira o blokların hemen yanında hayatımın en gülünç kamp hayatını yaşadığım kamping alanı vardı. 

Yıl 1978’di. 

Ağustos aynın sıcağında Niyazi dayım Londra’dan ailesiyle gelmişti. Ortağı Ümit ağabeyin bu Mermertaş sitesinde yazlık olarak kullanmak üzere satın aldığı bir dairesinin olması hasebiyle o yazı birlikte tatil yaparak geçirmek isteği doğmuştu. Hemen bitişikteki kamping alanında yer alan derme çatma bungalovlardan birini kiraladı dayım. Ancak kuzenim Yasin yeni doğmuş bir bebecik olarak bu yeşil-mavi karışımı doğal ortama pek uyum sağlamayacağından, onların gece burada konaklamaları mümkün değildi. Hem konforlu ve güvenli bir evde barınılacağı, hem de gidiş-geliş oldukça kolay olacağından 30-40 km mesafedeki Hadımköy’de Zehra teyzemin yanında kalmayı kararlaştırdılar. Gün, biz iki kafadar biradere doğmuştu. Hemen Hayrettin ağabeyimin kankası Kozyatağılı Mehmet ağabeye de teklif ettik. Severek değil koşarak geldi. Mesele kamp yapmak, denize girmek filandı da asıl amaç İngiltere’den, Almanya’dan yaz tatili için gelmiş ailelerin güzel kızlarını tavlama resepsiyonuydu desem daha doğru olur. 

Birkaç muhteşem gün & gece geçirdik o kampingde. Özellikle geceleri acayip komikti. Haliyle yepisyeni samimi arkadaşlıklar da edinmiştik. Üstelik beni futbol oynarken görüp yanına çağıran Kocamustafapaşa Spor Kulübü’nün muhterem başkanı bana yemek ısmarlamaya kalkışmış ve benim stilimi çok beğendiğinden futbol takımına transfer etmeyi teklif etmişti. İyi güzeldi de Erenköy nireeee, Kocamustafapaşa nireeee?!... Ağabeyime de danışmıştım. O da bayağı uzak bulmuştu. Açıkçası çok fazla istememe rağmen kibarca reddetmiştim teklifi. Enteresan tipti başkan. Üzülmüş, hadi o zaman ayrılığa içelim deyip bana köpüklü bira ısmarlamıştı...

Şimdi baktım da o kamping alanının ve hatta çevresindeki bomboş yeşil tarlaların yerlerinde yeller esiyordu. Tabiatıyla beton kutuların altında iyice cıcığı çıkmış, üstlerine önce kara toprak örtülmüş sonra beton atılıp gökdelenler çıkmış... Yahu, böyle sayfiye yerlerinde çirkin, kocaman göbekli apartmanları niye dikerler hiç anlayamadım gitti??? 

[📷 Celaliye’nin sonu, Selimpaşa’nın başı, İstanbul Caddesi, E.5, (Kasım 2017).]

*Selimpaşa: Selimpaşa’yı da asla unutamam... Hatıraları boldur... Şakacı Sokak komşularından çok iyi aile dostu olan Kayı familyasının yazlıkları vardı burada; Aysel teyze annemin, Müeyyet amca babamın çok iyi anlaştıkları muhlis ahbaplarıydı. Kızları Gülden ve Gülen ise son derece sevgi dolu ve saygı çerçevesinde yetişmiş iki kıymetli arkadaşımızdı. Önce annemi hemen akabinde de Müeyyet amcayı kaybetmiştik erken yaşlarında. Annem ölünce ve araya başka türlü mesafeler girince bağlar koptu haliyle uzaklaştık birbirimizden.

Tamam, meşhur topatan kavununun tadını bilmeyenler buradaki yaz festivaline katılabilir ve kavunların tadına bakabilir. Yazık şimdi mevsimi değil. Olsaydı enerji yiyeceğim olurdu bu sarı kokulu miskkavunu şeyler. 

[📷 Sahilde, Silivri, (Kasım 2017).]

*Silivri: Silivri merkeze gelince dosdoğru Öğretmenevi’ne gittim. Pire🚲’yi dışarıda bırakıp ben içeri boş oda var mı diye sormaya girdim. Resepsiyondaki kadın üstümü başımı epeyce süzdükten sonra müdüre danışmamı istedi. Gittim. Adam yerinde yok. Şurada bekleyin dediler. Lobide oturdum. Ama bir türlü ne gelen var ne giden. Pire🚲’ciğim dışarıda yalnızları oynuyor, bense içeride oda kapma mücadelesi veriyorum. Dayanamadım, gittim yine resepsiyona. Ne dese beğenirsiniz... Müdür odalar dolu demiş, bana bir başka ucuz otelin adresini vermeye çalıştı resepsiyonist hanımefendi. Tepem attı haliyle. Ben orada oturmuşum derdime derman, halime çare, konaklayabileceğim oda istiyorum, bana gelip bir şey söylemiyor, ben tekrar yanına gidince de bana bunları naklediyor. Yani oda doluysa dolu dersin. Niye çile çektiriyorsunuz ki! Belki de bisiklet turcusu tarzıma kafayı takmış olabilirler. Kim bilir. Neyse ne? 

Bari gideyim şöyle sahilde biraz oturayım, bir kahve içip yanında bisküvi vs zıkkımlanayım dedim. Bir taraftan da ne yapacağıma karar verirdim. Saat 16:30 civarıydı ve havanın kararmasına daha vardı. Otururken düşündüm, düşünürken oturdum... Bir yandan kahvemi yudumladım, diğer yandan yanıma kıvrılan bobiyi besledim. Ve işte o anda kararımı verdim. Burası yazlıkçılar için meşhur bir sayfiye bölgesiydi. Yol üstünde mutlaka bir kamping alanı görebilir geceyi bunlardan birinde geçirebilirdim. 

Ayağa dikildim, bisikletime atladığım gibi yola koyuldum. Tekrar E5 üzerinde pedallıyordum. Rüzgâr genellikle kuru bir şekilde arkamdan esiyor, gidişime fazla engel olmuyordu. Yaklaşık 10 km filan sürmüş olmalıydım. Maviyelken’e doğru yaklaşınca bir kamp alanının tabelasını gördüm: “Semizkum Mocamp”. Ama tesis bayağı içerde, sahil kenarında olmalıydı. Yol duble ve benim karşıya atlama lazım. Ama nasıl? Üstelik Kınalı’ya doğru uzayan iki şeritli yol dar ve emniyet şeridinin neredeyse hiç olmadığı bir asfalttı. Bariyerlerin üstünden atlama imkânımsa çok zayıftı. Hemen aklımı çalıştırdım. Bizim pederin de bir zamanlar yazlığının olduğu yerde alt geçit vardı, onu kullanarak karşı şeride geçebilir, biraz fazlaca yol kat etmiş olsam da sahil yolunu kullanarak geri dönebilir, kamp yerini bulabilirdim. Çünkü bu neredeyse 30 cm’den daha az emniyet şeridinde ilerlemek ölümden ölüm beğenmek gibi bir şeydi. Arabalar sıyırıyor, kamyonlar geçtikçe rüzgârlarından dolayı beni yol dışına atıyorlardı. Dangır dungur kemik sızlatan bir durum yani. Yetmezmiş gibi Azize’nin ağırlığı sırtıma iyice yapışmış, sanki arkamda hamalların küfelerinden birini taşıyor gibi hissediyordum. Popomsa acılardan acılar beğeniyor, Emrah’ın “acıların çocuğu” şarkısına imreniyordu.JJJ

Artık sınıra dayanmış olduğumu fark etmekte gecikmedim. Demek ki bugünlük limitimin son demlerini yaşıyordum.

Derken bir de yağmur başlamasın mı! Önce hafiften bir çisenti. Sonra ahmak ıslatan cinsten ve sağanak belirtisi öncesi ilk işaretler. Pedallamayı hızlandırdım tabii... Hava da ufaktan karardı... Açık bir market bulursam akşamlık nevalemi dolduracağım... Ama nerdee? Neyse ki çantamda idare edebileceğim şeyler mevcuttu, tasa etmedim...

Ara yollara hızla gire çıka, gire çıka yolu buldum. Hatta kampa giden toprak yol üstünde şemsiyeli bir vatandaşa rastladım. Kampta kalıp kalmadığını, yer olup olmadığını sordum. “Sürüsüne bereket,” diyebilmişti. Onu geçip hızla giriş yaptım. Doğru resepsiyona... 

[📷 Kamp alanında, Semizkumlar, Silivri, (Kasım 2017).]

İşte geceyi geçireceğim kamping alanı: Semizkum Mocamp... Burada çadır da kurulabiliyor, karavanlar için de yer var. Ayrıca bir dizi mini bungalov tarzı ahşap kulübe bulunuyor. Sahile doğru betonarme yapılar var. Bunlar daha çok konforlu şale tipi. 

Resepsiyonda üç tane ufaklık kız oturuyor. Dedim bir gece konaklayacağım. Çadır kuracaktım ama sağanak ihtimalinden dolayı vazgeçtim. Dedim bungalovda kalabilirim. Fiyatı ne olur. Küçük kızlardan biri demez mi, “120 TL”... Çüş, oha filan diyeceğim de yutkundum. Yahu hem sezon dışıyız hem öyle ahım şahım 5 yıldızlı bir tesis değil. Neyse olan oldu, daha fazla yol alacak mecalim kalmadı, kalacağım mecburen. Banka kartımı uzattım, makinemiz çalışmıyor dediler. Valla, dedim, cüzdanımda nakit 75 TL var. Hah, şuracıktaki bozuklukları da vereyim. Pantolonumun iç küçük cebindeki ufaklıkları çıkartıp masanın üstüne koydum. 5 TL de onlar etti, oldu mu 80 TL. Hepi topu bu kadar. Bu çölde bankamatik arayıp bulacak halim yok. Biraz da acındırdım kendimi. Tamam olur, n’apalım, dediler. Olur... olur... bal gibi oluuuuur...

Helalleştik. Anahtarımı aldım ve gösterdikleri ahşap kulübeye doğru yürümeye başladım. 

[📷 Mocamp kamping tesisi, Semizkumlar, Silivri, (Kasım 2017).]

Çevre sessiz ve tenhaydı. Sanırım çok az insan kalıyor gibi bir görüntü çiziyordu. Sezon dışı olduğundan böyle hareketsiz olmalıydı. Bana bahşedilen kulübe de bu ıssızlıktan payını almış pürüzsüz yalnızlığı resmediyordu. Bir başınalık böyle bir şey olmalıydı.

Kulübeye yerleştim. Terli üstümü çıkartıp, sadece ‘giriş’ babında teri silme, ıslanan kıyafetimi asma, kurulanma vesaire temizliğimi yaptıktan sonra üst baş değişimi... ve dışarı çıktım... Hazır yağmur durmuş, Pire🚲’yi içeri sağlama alıp şöyle bir etrafı kolaçan edeyim dedim... 

[📷 Kumluk sahilde, Semizkumlar, Silivri, (Kasım 2017).]

Kumsaldaki yalnızlık, dinginlik ve sessizlik muhteşem... Deniz suyu cillop gibi, ne kadar mükemmel görünüyor, gel beni iç diyor sanki... Eğer mayom olsaydı, yüzerdim belki... Cool... 

[📷 Mocamp kamping tesisi, Semizkumlar, Silivri, (Kasım 2017).]

Başta konaklama fiyatlaması açısından bayağı söylenmiştim ki... oysa şu yazlıktan öte daha fazla kış kulübesi görünümdeki bungalov öyle kusursuz bir şekilde dizayn edilmiş, ayrıca iç mekanı da öyle konforlu ki... bilhassa sıcak bir ortama sahip olması da artı bir puanı hakkediyor tarafımdan... 

Kumsaldan döndükten sonra doğru duşların yer aldığı WC’ye gittim. Ne var ki sıcak su akmıyor. Hiç şaşırmadım tabi. Ben soğuk suya da alışığım, beni geri döndüremez böyle haller. He-he-he... Alıyorum soğuk duşumu. İyice kurulanıyor, temiz giysilerimi çekiyorum üstüme. Bu arada kirli çamaşırlarımı da yıkamayı ihmal etmiyorum. 

Sırada öteberi ne varsa çıkarıp karnımı doyurmak, ondan sonra demlediğim çayı içerken iyice dinlenmek ve günün notlarını defterime işlemek... Bir taraftan da ertesi günün rotasını gözden geçirmek... Sonra günün muhteşem kapanışı: o nefis yatakta uzanıyor olmak... Adamlar bir de ısıtıcı bırakmışlar kulübeye. Akşam serin oluyor. Açıyorum ısıtıcıyı, güvenli bir yere yerleştiriyorum. Sabaha kadar yansın diyorum. Yanıyor. Ve ödediğim ücretin hakkını veriyor kuşkusuz. 

Gerçi arada bir tilki uykumdan uyanıp göz ucuyla kontrol ediyorum. Yoksa maazallah yakmayayım kulübeyi... yakmayayım kendimi... Sonra demesinler bir tur sevdasında çıktığı yolda bir tutam sıcaklık adına “Bok yoluna gitti Niyazi!!! 

Gece fırtına çıktı. Sonra çatıda takırdayan yağmur damlaları. Epeyi yağmur yağdı gece boyunca. Ama aldırmadım. İyi ki çadırımı kurmamışım. Yoksa farklı bir deneyim yaşayabilirdim. Velhasıl tek olumsuz hadise geçirmeden sabahı yapmanın muradına ermiştim. İzmit Körfezi turundan sonra kıvanç duyabileceğim bir yolculuğun devamı gibi oldu. 

Bakalım Tekirdağ yolculuğum nasıl devam edecek?

TUR ile İLGİLİ DETAYLAR  

Rota: Tekirdağ Turnesi ~ 1. Gün: İstanbul-Semizkumlar

Tur Tarihi: 08.11.2017; Çarşamba 

ROTA: Beylikdüzü >> Büyükçekmece >> Kumburgaz >> Kamiloba >> Celaliye >> Selimpaşa >> Silivri >> SEMİZKUMLAR 

Güzergâh Seyri: Ayazağa (İstanbul) >> {Son Durak ~ Zincirlikuyu İETT Otobüs} >> {Zincirlikuyu ~ Beylikdüzü Metrobüs} >> TÜYAP Fuar & Kongre Merkezi >> Yelpaze Sk. >> Hilal Cad. >> Büyükçekmece >> Kanuni Sultan Süleyman Köprüsü >> Mimar Sinan >> D100 (E5) Karayolu >> Kumburgaz >> Kamiloba >> Selimpaşa >> SİLİVRİ >> Silivri Sahili >> İnönü Cad. >> D100 Karayolu >> SEMİZKUMLAR >> Semizkum Mokamp (Kamping) 

Turun Niteliği: “Marmara Turnesi” ~ Güney’den Kuzey’e Trakya yolculuğu 

Toplam Tur Mesafesi: 99 km

Toplam Bisiklet Mesafesi: 50 km

Toplam Araç Mesafesi: 49 km 

Kullanılan Ulaşım Aracı: IETT Otobüs & İETT Metrobüs 

Toplam Tur Zamanı: 9 saat (09:00~18:00); [Ayazağa ~ Zincirlikuyu (İETT: 09:00~09:20)] & [Zincirlikuyu ~ Beylikdüzü (Metrobüs: 10.00~11:15)] 

Toplam Bisiklet Zamanı: 5 saat (11:30~18:00) Molalar: 1½ saat. 

Hava Sıcaklığı: 14°C (Bulutlu & Aralıklı yağmur) 

Ortalama Hız: 12.00 km

Maksimum Hız: 45.00 km 

Yapılan Harcamaların Detayı 

Ulaşım5,20 TL

Konaklama80,00 TL

Yeme & İçme22,00 TL

Diğer2,00 TL

Toplam Harcama109,20 TL 

***…*** 

(*) Önceki Makale: Kirazlıyalı’nın Takipçisi Körfez’den Yalova’ya

(*) Sonraki Makale: Yukarılara Kaçmadan Önce Tekirdağ’a Demir Attım 

Bir sonraki “Tekirdağ” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,

Gezenti Bisiklet   

***…*** 

[ÖNCEKİ] << [🚲TURNE] >> [SONRAKİ] 

>>> [iÇERİKdİZİNİ] 

***…***